1. YAZARLAR

  2. Rıdvan Kaya

  3. Militer Açılım ya da Özgürlüklerin Sınırı

Militer Açılım ya da Özgürlüklerin Sınırı

Mayıs 2009A+A-

Genelkurmay Başkanı Org. İlker Başbuğ’un 14 Nisan tarihinde Harp Akademileri Komutanlığı’nda yaptığı Yıllık Değerlendirme Konuşması geniş yankı buldu. Pek çok kanaldan canlı yayınlarla kamuoyuna aksettirilen Başbuğ’un konuşması entelektüel düzeyinden içerdiği ılımlı mesajlara, daha önce tabu sayılan bazı kavramlara yer vermesine kadar pek çok açıdan medyada büyük heyecana yol açtı. Konuşma son zamanlarda sıkça duymaya başladığımız “açılım” kavramıyla anıldı, değişim rüzgarlarının kışla üzerinde de estiğine dair yorumlara konu oldu. Gerçekten de daha kısa bir süre önce, 15 Ekim 2008 tarihinde Aktütün Karakolu baskını üzerine ortaya çıkan tartışmalara ilişkin olarak Balıkesir Astsubay Meslek Yüksek Okulu’nda medyanın karşısına geçip sert biçimde parmağını sallayarak hiddet dozu yüksek sözler sarf eden Başbuğ ile kıyaslandığında bu kez oldukça farklı bir Genelkurmay Başkanı portresi çizilmekteydi.

Yerli-yabancı siyaset bilimci ve düşünürlere bolca atıflarla süslenmiş konuşmasında Başbuğ, altını çizerek “Türkiye halkı” kavramını telaffuz ediyor ve böylece başta Kürtler olmak üzere farklı etnik kimliklerin inkarını içeren alışılagelen resmi söylemin kısmen de olsa dışına çıkmış görünüyordu. Aynı şekilde halk arasında orduya atfen kullanılan “Peygamber Ocağı” kavramına da değinerek “mütedeyyin” vatandaşlarla bir sorunları olmadığının altını çizme ihtiyacı hissetmesi dikkat çekiyordu. Bir kısmı daha önce akreditasyon saçmalığı nedeniyle bu tarz toplantılara davet edilmeyen basın mensupları da dahil olmak üzere konuşmayı canlı izleyenler başta olmak üzere medyada konuyla ilgili görüş belirten, değerlendirme yapan çok sayıda yazarın Başbuğ’un konuşmasını bir demokrasi manifestosu gibi algıladıkları ve sundukları görüldü.

Manifesto Ama Neyin Manifestosu?

Gerçekten de söz konusu konuşma demokrasi manifestosu şeklinde görülmeyi hak ediyor mu? Sanırız bu değerlendirme “Türkiye’ye özgü demokrasi standartları” ile konuya yaklaşanlar için mümkün olabilir. Öncelikle “demokrasi teorisi” açısından bir Genelkurmay Başkanı’nın, bir bürokratın bu tarz bir konuşma yapıyor olmasının bizatihi bir “sorun” olduğu açıktır. Ayrıca medyasıyla, parlamentosuyla, sivil toplum kuruluşlarıyla toplumun pek çok kesiminin atanmış bir memurun konuşmasına adeta bir devlet başkanının, hatta bir kralın hitabı muamelesi yapması ise çok daha vahim bir sorundur. Şekli boyutundan öte konuşmanın içeriğinin de öyle zannedildiği gibi ılımlı, toplumsal algı ve taleplere saygılı, sivil iradeye bağlılık içeren mesajlar taşımaktan uzak olduğu ortada.

Asker-sivil ilişkileri açısından sarf edilen onca sözün özünde ne var? Otonomi talebi! Genelkurmay Başkanı açık bir dille ordu için otonomi talep ediyor. Sivil-asker ilişkileri bağlamında “sivil otoritenin üstünlüğü” ilkesine değinildikten hemen sonra “ancak” diye başlayan yeni bir cümle kuruluyor ve o çok duyduğumuz “ülkelerin kendine özgü şartları” kalıbı tekrarlanmak suretiyle Türkiye’nin ve dolayısıyla Türk ordusunun ayrıcalıklı konumu zımnen hatırlatılıyor. Oysa sorunun püf noktası da zaten burası! Militarist ideolojik işleyiş ve kurumsallığın her türlü tezahürünü bu kalıbın ardına gizlemek bugüne kadar mümkün oldu, bundan sonra da mümkün olabilir.

Org. Başbuğ’un konuşmasında “Türkiye halkı” ifadesini kullanması ve “Türk milleti” kavramının etnik temelde değil, vatandaşlık esasına göre tanımlanması gerektiği vurguları da çok ses getirdi. Yine birincil kimlik, ikincil kimlik ayrımı yaparak farklı etnik kimliklerin kültürel zenginlik olarak görülmesi gerektiğine dair sözleri de bilhassa bugüne kadar hep ırk temelli vurgularla öne çıkan bir kurumun başındaki kişinin ağzından pek duyulmayan sözler olarak dikkat çekiciydi. Ne var ki, sözlerin yeni olması içeriğinin de yeni olmasına yetmiyordu.

Cumhuriyet tarihi boyunca sistematik bir asimilasyon politikasının izlenmediğini öne süren Başbuğ, konuşmasında Kürt sorununun ortaya çıkışına etki eden bir dizi toplumsal etkeni sıralıyordu. Konuya hep “asayiş sorunu” dar kalıbından bakma eğilimi ile kıyaslandığında bu yaklaşım “ileri” bir tutum olarak görülebilirdi elbette ama “İkincil kimlikler ancak ikincil kültürel kimlikler şeklinde bireysel seviyede yaşanabilir.” vurgusu açıkça Kürt sorununa çözüm arayışlarına “set çekme” mantığını yansıtmaktaydı.

Başbuğ’un konuşmasını “açılım” olarak niteleyenlerin şu sözleri nasıl yorumladıkları merak uyandırıcı: “… İkincil kültürel kimliklerin anayasal ve yasal çerçevede tanınması -ki bu grup hakkı olarak tanınması- anlamına gelir. Türkiye Cumhuriyeti Anayasası, ulus-devlet ve üniter-devlet yapısı içinde bu mümkün değildir… Türk Silahlı Kuvvetleri; ATATÜRK'ün bize emanet ettiği ulus-devlet ve üniter-devlet yapısının korunmasında taraftır ve taraf olmaya da devam edecektir.”

Burada ortaya konan yaklaşımın “açılım”dan ziyade süregelen tartışmaların, farklı yaklaşımların ve açılım çabalarının sınırını belirleme kaygısını yansıttığını düşünmek daha mantıklı gözüküyor. Bir dizi yeni sözün, tanımın, yorumun ardından klasik buyurgan-otoriter söylem açıkça serdediliyor. Neyin yapılıp, neyin yapılamayacağı net biçimde tespit edilip, gerek yargının, gerekse de yasamanın alanına doğrudan müdahale ediliyor. Kısacası militarizm Başbuğ’un sözleriyle kendini net biçimde dayatıyor.

TSK’nın Ülkeyi ve Mütedeyyin Vatandaşları Sinsi Cemaatlerden Koruma Misyonu   

Org. Başbuğ’un konuşmasının en can alıcı noktasını ise “cemaat tehlikesi”ne yönelik sözleri oluşturuyor. Konuşmasında dinin toplum yaşamında çok gerekli bir kurum olduğundan; şehitlik ve gazilik gibi dini kavramların öneminden; ordunun “gerçek mütedeyyin” kişilerle hiçbir sorunu olmadığından söz eden Başbuğ, TSK’nın yaklaşımını şu şekilde tanımlıyor: “… Açıkça söyleyebiliriz ki, Silahlı Kuvvetler hiçbir dönemde dine karşı olmamıştır. Bizim karşı olduğumuz husus siyasi ve kişisel amaç ve çıkarlar için; dinin ve dinî duyguların alet edilmesidir, araç olarak kullanılmasıdır.

Bu sözler ister istemez insanın hatırına Obama’nın “İslam’la savaşmadık, savaşmayacağız!” beyanını getirmekte. Hadi bundan böyle İslam’la savaşmamaya niyet ettiğinizi varsayalım, iyi de bugüne kadar savaşmadığınıza kim, nasıl inansın? Aynı şekilde TSK’nın dine karşı olmadığına dair sözler de bunca yaşanılanlar, çekilen acılar yok sayılsın, unutulsun anlamına gelmiyor mu?

TSK’nın din olgusuna ve “mütedeyyin” kişilere karşı tavrını bu şekilde belirleyen Başbuğ bilahare somut soruna geçmekte ve “cemaatler” konusuna yönelik TSK’nın tutumunu belirginleştirmektedir: “… Bugün bazı cemaatler öncelikle bir ekonomik güç olmaya ve daha sonra da sosyo-politik yaşamı biçimlendirmeye, dine bağlı bir tek tip yaşam tarzı olarak sosyal kimliklerini ortaya koymaya çalışmaktadırlar. İşte sorun da buradadır. Sorun, dinin ve dinî duyguların kendi amaçları için, alet ve araç olarak kullanılmasıdır.

Burada genel hatlarıyla dikkat çekilen olumsuzluk konuşmanın devamında somutlaşmakta, açık ve yakın tehlikeye karşı alarm mantığına dönüşmektedir. Tehlikenin büyüklüğüne paralel olarak TSK’nın gidişata seyirci kalmayacağı şeklindeki tehdit mesajı ve “ezeriz” sinyali belirgindir: “… Bugün de bazı din eksenli cemaatler, kendilerini demokratik alanın bir oyuncusu olarak takdim etmekte ve çeşitli nedenlerle de görünürde kendilerinin güçlü bir konuma geldiğine inanmaktadırlar. Ancak bu güç imajı ve algısı yanıltıcıdır. İşte bu tip bazı cemaatler hedeflerine ulaşmada kendileri için en büyük engel olarak Türk Silahlı Kuvvetleri’ni görmektedir. Bunun için de, her fırsattan istifade ederek, destekleyicilerinin de yardımıyla Türk Silahlı Kuvvetleri aleyhine faaliyetlerde bulunmaktadırlar. Bu yapılanlara karşı, hukuk devleti kapsamında Türk Silahlı Kuvvetleri’nin tepkisiz ve etkisiz kalacağını düşünmek ise büyük yanılgıdır.

Mezkur sözlerin ordunun geleneksel tutumuna uygun olarak örgütlü her türden İslami yapı ve faaliyete karşı bir tavır, bir tepki olarak yorumlanması mümkün olmakla beraber, somut bazda kastedilen oluşumun Fethullah Gülen cemaati olduğu kuşkusuzudur. Org. Başbuğ, sözleriyle açıkça Fethullah Gülen cemaatine yönelik bir mesaj vermektedir. Öteden beri bu cemaatin ordu içinde örgütlenme çabası içinde olması, AK Parti iktidarı döneminde bürokratik mekanizmada daha da güçlenmesi ve bilhassa Ergenekon davası sürecinde darbeci odaklara karşı yoğun bir kampanya yürütmesi gibi etkenlerin Genelkurmay Başkanı’nı Fethullah Gülen cemaatine karşı daha yalın bir dil kullanmaya itmiş olması muhtemel.

Öncelikle burada dile getirilen yaklaşımın ne siyasi ne de hukuki bağlamda savunulabilecek bir yanı yok. Sivil toplumun, sivil toplumculuğun bu kadar teşvik dildiği, adeta kutsandığı bir ortamda cemaatleri bu şekilde hedef tahtasına oturtmanın hiçbir meşruiyeti olamaz. Militarist mantığın devlet dışında her türden örgütlenmeye kuşkulu yaklaşması aslında çok şaşırtıcı değil. Bununla birlikte bir yandan sivil topluma bu kadar methiyeler düzülen bir ortamda bu yaklaşımların bu şekilde fütursuzca serdedilebilmesi ve ciddi bir tepki de almaması düşündürücü. Toplumun farklı kesimlerinin, her türden inanç, anlayış ve hayat tarzına sahip insanların kendi belirledikleri çerçevede bir araya gelmelerini, örgütlenmelerini, taleplerini seslendirmelerini destekleyip, bunu toplumsal gelişmişlik göstergesi olarak sunanların cemaatler söz konusu olduğunda genlerine sinmiş “yasakçı” tarzı öne çıkartmaları tam bir tutarsızlık göstergesi.

Ortak olarak benimsenmiş bir pratiği birlikte gerçekleştirmek, belli bir anlayış temelinde örgütlenmek, yardımlaşmak, dayanışmak ya da bir talebi toplumsallaştırmak için bir araya gelen insanların kimisi devletin asıl vatandaşları muamelesine tabi tutulurken; bazıları ise tehdit öğesi olarak teşhir ediliyorlar. Dini duyarlılığa sahip insanlar ve dini talepler söz konusu olduğunda hemen kontrol mekanizmaları devreye girmekte ve “Durun bakalım, modern toplum cemaat üyeliğini değil, bireyselliği gerektirir!” türünden dayatmalara başvurma ihtiyacı hissedilmekte. Gerekçe de hazır: Bu tarz yapılanmalar toplumu inanan/inanmayan ekseninde bölüp, kutuplaştırıyormuş! Acaba makbul bir örgütlenme modeli olarak kimi örnek almak lazım: ADD ya da ÇYDD türünden örgütleri mi? Darbeci örgütlenmeye zemin teşkil eden Atatürkçü Düşünce Derneği ya da Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği türünden örgütler toplumda kutuplaşmaya hiç yol açmıyorlar değil mi?

Klasik Taktik: Ayrıştırıcı Söylem 

Başbuğ’un konuşmasında görülen bu tehlike söyleminin tutarsızlığı, çifte standartlı niteliği bariz biçimde ortada. Bununla birlikte bizim açımızdan daha dikkat çekici olan husus ise devletin geleneksel politikasının burada bir kere daha kendini açık etmesi ve ayrıştırıcı bir dil kullanılması. Mütedeyyin insanlarla sorunumuz yok açıklamasının hemen ardından Fethullah Gülen cemaati hakkında sarf edilen bu sözlerle tüm topluma ve doğal olarak İslami kesime bu cemaatin tehlikeli ve kendilerinden uzak durulması gereken bir oluşum olduğu mesajı geçilmiş oluyor.

İster istemez akla 28 Şubat sürecinde RP’ye karşı izlenen taktik gelmekte. Oklarını RP’ye yönelten düzen o süreçte Fethullah Gülen’e ve cemaatine karşı hiç de öyle tehditkâr bir yaklaşım içinde gözükmüyordu. Tehdit bir yana sevecen bir diyalog sağlanmış ve RP’ye karşı adeta yedeklenmiş bir görüntüsü vardı bu hareketin. Sonra günü geldiğinde külahlar değişildi ve Fethullah Gülen’in Türkiye’yi terk etmek zorunda kalmasına da yol açan malum gelişmeler yaşandı.

Yaşananlardan ders çıkarmak lazım. Egemenler hep benzeri taktiklere başvuruyor, ayrıştırma siyaseti güdüyorlar. Bu şekilde kimisini korkutarak, kimisini ezerek muhalif konumda gördükleri oluşumları etkisiz kılmaya çabalıyorlar. Hazımsızlığın, tahammülsüzlüğün özünde Müslüman kitlelerin istenildiği boyutta dönüştürülememiş olması yatmakta. Bu rahatsızlık cemaat anlayışına düşmanlık şeklinde tezahür ediyor. Öyleyse kendi zeminimizde bolca, uzunca tartışsak da adı geçen oluşumları yıpratmaya yönelik örgütlü çaba ve faaliyetlere karşı daha dikkatli ve uyanık bir dil geliştirmek durumundayız.

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR