1. YAZARLAR

  2. Bahadır Kurbanoğlu

  3. Liberalizme Dair Kenar Notları -2

Bahadır Kurbanoğlu

Yazarın Tüm Yazıları >

Liberalizme Dair Kenar Notları -2

Mayıs 2010A+A-

Rölativizm Değil, Elitist Ahlakçı Kesinlik ve Buyurganlık

Sonda söyleyeceğimiz sözü baştan ifade etmemizin, tespitimizi destekleyen pek çok liberal görüş sahibinin varlığından ve liberallerin genel tutumlarından ötürü, hiçbir sakıncası yoktur: Liberal ahlaki sanı/kanılar (doxa) merkezdedir.1

Bu minvalde, Türkiyeli liberal entelijansiyanın ahlaki algıları, sanıldığının aksine rölativist değil, elitist bir ahlakçı buyurganlığı bünyesinde taşıyan bir mahiyete sahiptir. Çünkü rölativizmi teorik manada savunmak mümkün gibi görünse de pratikte bunun mümkün olmadığını onların bireysel, toplumsal, siyasal ve ekonomik konularda gösterdikleri tarafgirlik ve kendi (sanı)2 doğrularını merkezleştirme çabası ortaya koymaktadır. Buradan yola çıkarak “ötekileri” nitelendirirken bir “iç özgürlük” tanımı3 ortaya koymakta ve kendi ahlaki kurgularını merkeze oturtup, diğerini onun periferisine yerleştirmektedirler.

Öte yandan, liberallerle-liberteryenler arasında sadece siyasi duruş ve üslup konusunda değil, bu ahlaki buyurganlıklar meselesinde maruf olarak nitelendirebileceğimiz toplumsal normları yargılama konusunda da farklar vardır.4 Bu farklar Locke ve Hume’dan bu yana tüm ahlaki duyguların iki temel ahlaki duyguya, yani hazzı elde etme ve acıdan kaçınma5’ya indirgenmesini engellememekle beraber; özellikle Türkiyeli liberallerin bu konularda nerede durduklarını ortaya koymalarını da gerekli kılmaktadır.6 Türkiyeli liberaller bir yandan Kemalist dogmalarla haklı bir hesaplaşmanın içerisine girerken, bu hesaplaşmanın görünmeyen yüzünü temsil eden ahlaki buyurganlıklar konusunda da farklı muhalif kesimleri, hatta tüm toplumu teste tabi tutmaktadırlar. Bu arada kendileri de “iç özgürlük” tanımlarıyla teste tabi tutulmaktan şikâyetçidirler.

Mesela uç noktalardaki tartışmalarda ortaya koydukları, kendi özgürlük anlayışlarından mülhem yaklaşımlar bunun en temel göstergesidir: “İslamofobiye hayır, o halde homofobiye de hayır!”

Oysa bu tartışmada biri liberteryenlerce kabul edilen (eşcinsellik ve eşcinsel ilişki biçimi), diğeri ise tahammül edilen (İslami yargılar) iki görüş vardır. Yani bu iki görüşe de aynı mesafede durulmamaktadır. Siz “Ben onların zulme uğratılmalarını istemem ama onlara İslami görüşlerim açısından da acıyorum, Allah’ın onların bu eğilimlerini ıslah etmesi için elimden geleni yapmam gerekir.” dediğinizde, bu merhametli üslup hakaret olarak algılanmakta ve onların (ve ilişki türünün tebliğini yapmalarının) olduğu gibi kabullenilmeleri dışında bir seçeneğin olmadığı söylenmektedir. Bu da aslında “Eşcinsellik genetik midir, doğuştan mı gelir yoksa bir hastalık mıdır?” tartışmalarını da anlamsızlaştırmaktadır. Sonuçta insanlık türleri ikidir. Üçüncü bir tür yoktur. O halde bu iki türden birine bir eğilim ve sapma söz konusudur. “Hayır, bu doğaldır, bir sapma değildir!” savunusu ideolojik bir yargı içerir; ahlakçı buyurganlık dediğimiz noktayı oluşturur ve sizin tanımlarınıza da karinesiz bir müdahaledir. Nitekim hastalık olarak da görülse, doğuştan da gelse, mesela hiçbir anne-baba “Bizim çocuğumuz doğuştan eşcinsel eğilimlere sahipmiş, o halde onun bu durumunu normal karşılayıp bu şekilde kendi kimliğine saygı duyarak büyümesini sağlayalım!” demez. Alır çocuğunu doktora, psikologa götürür. Anne-babanın bu tutumunun toplumsal-tarihsel yargılarla ilgisi olduğunu düşünmek, o anne-babanın neslin korunmasına ilişkin haklarına tecavüz anlamına geldiği gibi, kendini tarihin ve maruf anlamındaki toplumsal değerleri yargılayabilmenin merkezinde görmekle eşdeğerdir. 

Demek ki liberal görüşler hiç de “Her türlü fikre başkasının özgürlük alanına müdahaleyi içermedikçe saygı duyulur!” şeklinde kendisini ortaya koymamaktadır. Aksine, haklarının savunulacağı ama bu eğilime (ve ilişki türünün doğallaştırılmasına) kendi neslimizin korunması açısından hoşgörüyle bakılamayacağı savunusu bir zulüm (ve toplumun birey karşısındaki negatif konumuna ispat) olarak nitelenmektedir.7 Hiçbir liberal, “Bu görüşümle acaba Müslüman bir bireye ya da cemaat (ya da topluma) zulüm ediyor olabilir miyim? Onların vicdani ve pratik değerlerinin sınırlarını zorluyor olamaz mıyım?” gibi bir kaygı taşımamaktadır. Oysa iddiası bu kaygının tüm insanlar için taşındığına dairdir.

Elitist ‘İlerlemeci’ Kapris: ‘Dindarlar’ Sekülerleştikçe Makbuldür!

Aşırı bireycilerden, toplum-birey dengesini kurmaya çalışanlara kadar farklı liberal görüşler olduğu gerçeği bir yana, kendi toplumsal-kültürel dinamiklerine uzaklığın, Batı kültürüne olan yakınlıktan fazla olan Türkiyeli liberallerin, bu konularda Batılı seleflerinden daha geride olduklarını belirtmekte fayda var. İlkeleri somutlaştırılma ameliyesinde çoğu zaman, Kemalist baskıların toplumun talepleri karşısında engel oluşturmasına karşı geliştirilen olumlu tavırların, yeri geldiğinde aynı toplumsal talepler karşısında konum alması ilginç bir tezadın da göstergesidir. Liberallerin toplumsal kavrayış mekanizmalarına ilişkin dönüşüm talebindeki acelecilik ve ıslahtan ziyade mahkûm edici tutumlar geliştirilmesindeki garabet, sadece ilkelere olan mutlak bağlılığın zorunlu sonucu olarak değil, aynı zamanda Aydınlanmadan mülhem tahammülsüzlük, elitist kapris ve yok sayma güdüsünün de bir uzantısı olarak değerlendirilebilir. Mehmet Altan’ın son çıkan kitabı ‘Kent Dindarlığı’nda dert edindiği konu manidardır: “İslamiyet Şeyh Galip’ten Taliban’a geldi yeryüzünde. Nedir bu meyil? Düzlem kaybetmemizin nedeni nedir? Şeyh Galip inanılmaz bir şekilde işlenmiş derin bir kültürün ferdiyken; Taliban, Afgan kırlarının bütün hoyratlığını ifade eden bir vahşetle ortaya çıktı. İkisi de Müslüman ise aradaki fark nedir? Bunu sosyolojik bakışla analiz etmek lazım.” ABD vahşetinden ziyade Taliban’ın “varlığı ve vahşiliği”ni analiz8 hevesi, dinin, sadece “iç metafizik” bir unsur olarak tanımlanıp hayatın dışında görülmesi arzu ve istikametinin bir göstergesi değil; aynı zamanda Türkiye toplumunun önemli bir kesimine ve Türkiye İslamcılığının onca yıllık birikimine Aydınlanmadan mülhem değerlerle gözünü, kalbini ve zihnini kapamışlıkla alakalıdır. Oryantalistler bile kendi dışlarındaki toplumsal yapıları tanıyıp gözlemleme çabası güderken, bu ezberci ve vicdandan yoksun hastalıklı bakış açılarını tedavide -her yaraya melhem zannedilen liberal ilkeler- maalesef yukarıdaki sebeplerden ötürü yeterli gelmemektedir. Konu İslam olduğunda, Kemalist zihnin kodlarıyla bu şekilde bir ortaklaşmaya niçin düşüldüğünün cevabı, dinin bu dünyaya söyleyecek sözünün olmamasına rağmen, nasıl olup da insanlığın ilerlemesinin/gelişiminin önünde bu derece canlı bir organizmaya yeniden dönüşebildiği sorusunun cevapsız kalmasıyla ilgilidir. Oysa “ilerleme” denen şeyin gerçekten insanlık için hayırlar getireceğine inanılıyorsa, bunun “vicdani ilerleme”den başka seçeneğinin olmadığını ve bunun ancak farklı kültürel birikimlere sahip olsa da ortak fıtri eğilimlerle hareket eden insanlığın “ortak vicdanı”ndan sadır olacağını görmek çok zor değil!

Liberal Bir Diyalektik: ‘İdeal Toplum’a Ulaşıncaya Dek Birey-Toplum Çatışması Kaçınılmazdır!

“Soyut bireyin” rasyonelliği ve iyiliği savının savunulması karşısında, toplumun aynı rasyonelliği sergileyemeyeceğine dair ortaya konulan “soyut çelişki”  gerek sıra dışı konular üzerinden, gerekse siyasi mülahazalarla delillendirilmeye çalışılmaktadır. Gerçekte bu tartışmalarda çelişki olarak nitelenen şeyin birey-toplum çelişkisi değil, ortak iyiliklere savaş açtırılmış birey tanımıyla, pek çok zaafı bünyesinde barındırsa da maruf olanı koruma konusunda oluşmuş yargılardır.

Toplumsal tecrübeler içine doğan bireyin neden toplumdan daha değerli, atomize edilmiş bir unsur olduğu açıklanmaya (ve altı doldurulmaya) muhtaçtır. Toplumun kendisine, dolayısıyla tek tek bireylere zarar vermeyi ilke haline getirmiş ve doğasına yabancılaşmış olması mümkündür. Ama bu, toplumun soyut, bireyin ise hakikat olduğu görüşü üzerinden toplumu değersizleştirme, bireye ise aşırı değer yüklemeyi haklı çıkarmaz. (Zaten bu değerlendirme belli somut toplum yapıları üzerinden, onun günahlarına gönderme yaparak ispatlanmaya çalışılmaktadır. Ama bu eleştirinin sınırlarının nerede başlayıp bittiği de belli değildir. Tıpkı, ahlaki görülmeyen şeylerin/durumların eleştirisinin, bir sonraki aşamada, şeyleri aşıp bir ‘ahlak eleştirisi’ne dönüşmesi gibi.) Üstelik bu durum, liberallerin iddia ettikleri gibi, toplumun daha baştan birey karşısında zaaflı bir konumda olduğunu ispat çabasını değil (birey-toplum çatışmasının ispatı değil), birey ve toplum üzerindeki zindanlar olarak görülebilecek otoriter yargılardan kurtulma çabasını gerektirir. Sonuçta toplum da bireylerden oluşur. Ama ortak kültürel iletişim ve etkileşimler sonucu oluşan yargıların toplamı, yargıları, toplumsallaştırılmış ve karşı çıkılması güç bir sarmala dönüştürmüştür. O halde konu toplum değil, yargılar olmalıdır. Nitekim aynı eleştiriler, liberal değerlerle malul bir toplum yapısı için de yapılabilir; bireyler ya da azınlık gruplar üzerinde bir ahlaki buyurganlık baskısı, kanunlarla da garanti altına alınmış bir sindirme, yozlaştırma ve baskıyı beraberinde getirebilir; getiriyor da. (Demek ki baskı kurmak da insanın doğasındaki gerçekliklerden!) “Eşcinsel evliliklere evet!” diyen Batılı ülkelerin, tüm özgürlük söylemlerine rağmen, aslında marjinal talepler olarak nitelendirilmesi mümkün olan mesela “çok eşli evlilik” taleplerini daha en başından sindirmeye, suçlamaya, hatta yargılamaya meyyal tutumları gibi. Birine “caiz”, diğerine “sümme hâşâ” demek, özgürlük ve ahlak tanımlarının rölatif değil, kesinlik buyurduğunu da göstermektedir. Ve bu kesinlik ve keskinliğin sınırları da yine devlet, medya ya da başkaca baskı gruplarının otoriter baskıları sayesinde belirlenmekte ve kanunlarla garanti altına alınmaktadır. Burada da pekâlâ totaliteryen haksız bir baskı mekanizması harekete geçmekte. Demek ki esas tartışma birey ve toplumdaki yargılar ve bunların kökenleri üzerine olmalıdır.   

Totalitarizme Karşı Neo-Totalitarizm: Laik Devlete Bağlı İdeal, Homojenleştirilmiş Toplum

Liberaller, doğasında “iyilik” ve “rasyonellik” olduğuna inandıkları “birey”in bu donanımına hiçbir otoritenin, hiçbir toplumcu görüşün, hiçbir kurucu iradenin müdahale etmemesi gerektiğinin en ahlaki çözüm olduğuna inanırlar. Onlardaki ahlak anlayışı, bireyin doğasındaki yeteneklere müdahalenin bireye baskıyı içereceği, bunun da onun doğasını dumura uğratacağı ve böylelikle bundan insanlığın (içinde yaşanılan toplum başta olmak üzere bütün insanlığın) zararlı çıkacağı tezi üzerine temellenmiştir. Onun özgürlüğünün diğer bireylere zarar vermesini engelleyecek yegâne unsur “hukuk” olacaktır.9 Elbetteki bu hukuku uygulayacak bir de devlet.10

Liberalizmin içinde yaşattığı bu dualizm, kendi idealizminden kaynaklanan paradoksları bünyesinde barındırmaktadır. Bir yanda merkezde “ideal birey”, öte yanda bireye müdahalesinin sınırlarının liberal iktidar sahiplerince belirlendiği, evcilleştirilmiş bir Leviathan (canavar) olan bir devlet. Bu devleti “ideal bireyler” yönetmelidir ki, bireye müdahale minimum düzeye insin, insan doğasının önündeki engeller ortadan kalksın ve bireyin rasyonalitesi tüm bağlardan kurtulmuş bir şekilde işlevselliğini bütün insanlık adına yerine getirebilsin. Becerebildiğince “üretim”, olabildiğince “tüketim”, “ilerleme” mitini sükûtu hayale uğratmayacak şekilde “en fazla insanın”, “maksimum düzeyde mutluluğu” sağlanabilsin. Tabii bu sürekli pozitif düzlemde “ilerleyen” süreç işlerken, eşitsizlikleri ortadan kaldırabilmek için gerekli olan bir “eşitlik” tanımı da yine liberaller tarafından gerçekleştirilmektedir. Bu durum da şöyle formüle edilir: “Şartlar eşitlendikten sonra oluşacak eşitsizlikler adaletsizlik değildir!11

Verili duruma ilişkin hem tespit hem de beklentileri içeren bu ortalama liberal tablonun dumura uğramaması için, “ideal insan”a ilişkin bir ontoloji tanımına ve bir ahlak kurgusuna ihtiyaç vardır. Bu ahlakın ilerlemeci bir anlayışla gelişebilmesi için bundan önceki tecrübelerin tanımlanması ve mahkûm edilmesi gerekmektedir. Batılı bir liberal açısından bu tecrübeler Aydınlanma öncesinin mirasıdır. Otoriter rejimler, aristokrasi, kilise… Çağdaş dönemde ise sosyalizm, faşizm ve bunların türevleri olan komüniteryen kurgular… Bunların ekonomi-politik gelişmelerin ve dolayısıyla insanın mutluluğu önünde engel oluşturmaları a) insana bakışları (toplumcu-baskıcı görüşleri); b) insanın doğasını, yani çıkarlarını, yani mutluluğunu dumura uğratma pahasına muhafazakârlaşarak eski düzenleri savunmaları, böylelikle gelişim-değişimlerin önünde engel teşkil etmeleri; c) bunlardan mülhem olmak kaydıyla bireyin özgürlüklerinin kısıtlanması ve temel haklarının gasp edilebileceği irrasyonellik ve kötülük içeren ortamları üretmeleri nedeniyledir.

Böylelikle liberaller, toplumcu -veya komüniteryen, sosyalist, muhafazakâr- görüş sahiplerinin bireyin ne yapıp ne yapmaması gerektiğine ilişkin buyurganlıklarının -ve birey adına karar alma yetkisini kendilerinde görme müstağniliklerinin- engellenmesi adına yaşadıkları toplumun inşacı (konstrüktivist) kurgusal değerler yerine kendi önerdikleri değerleri sahiplenmesi gerektiği beklentisi içerisindedirler.12

Bireye dair bu değerlerin Antik Yunan’dan bu yana Aydınlanmaya varan süreç içerisinde Batı’nın kendisini yeniden inşa sürecinde oluşan Batı merkezli değerler olduğu ve kitlelerin sekülerleşmesi talebini merkeze koyduğunu hatırlatmakta fayda var.

Bu meyanda, liberalizm savunucularını yakından ilgilendirdiğini düşündüğümüz bazı sorularla konunun açımlanması faydalı olabilir:

İnşacı (kurgusal) görüşler eleştirilirken, aynı felsefi köklere sahip liberalizmin kurgusallıktan kendisini kurtarmış olmasının delilleri nelerdir?

İnsanın doğasına ilişkin mutlak tanımlar bundan birkaç asır evveline uzandığı halde, hâlâ neden güçlü devlet yapılarına akıl veren liberallerin arzu ettiği birey-toplum-devlet üçgeni (ve en fazla insanın maksimum mutluluğu) oluşamamıştır? İnsan doğası iyiliklerle malul ise bu kadar kötülüğün yeryüzünde kol gezmesinde bu tanıma ilişkin yanlışlıkların payı olabilir mi?

Bu doğa tanımı, gerçekten de “insan” olarak “birey”e mi aittir, yoksa burjuvaya (homo economicus) mı? Çünkü görünen o ki, asırlardır, homo economicus’un burjuva varyantında ekonomik gelişmenin, ilerlemenin, büyümenin mutluluğunu yalnızca bu sınıf tatmaktadır. Öyleyse, sınıfların adı değişse de hegemonya mantığının değişmemesinde (günah keçisi sadece komüniteryen görüşler midir) bu “birey” tanımının zaaflarının rolü var mıdır?

Liberallerin özgürlük tanımları olduğunu biliyoruz ve bunun Batı siyasi literatüründe merkezî bir rol ifa ettiğini de. Peki, liberallerin üzerinde anlaştıkları asgari bir adalet13 tanımı var mıdır?

Rasyonalite, refah, ilerleme, büyüme, kalkınma retorikleri ile fayda, haz, acıdan kaçma, mutluluk kavramları arasındaki korelatif ilişkinin sınandığı yaklaşık üç asırlık süreç liberalleri bu kavramlar ışığında tatmin etmiş midir? Bu kavramların tekil olarak ya da birbirleriyle ilişkilerinin sorgulanmaları, irrasyonel bir tutum mudur?

Liberallerin merkeze koydukları “birey” Batılı gelenek, toplum ve tarih zindanlarından ne ölçüde bağımsızdır? Buna bağlı olarak; yapılan “birey tanımı”nın (birey değil, tanımı) soyutlama-idealizasyon ameliyesi, evrenselliğinin mi ispatıdır yoksa bizatihi bir kurgu olarak evrenselleştirilme ameliyesinden mi geçirilmektedir?

Bu “birey”in farklı kültürlerde farklı algılanma biçimi kültürel gelişmemişlikle mi açıklanmalıdır (henüz küreselleşememişlikle mi?) yoksa iktisadi gelişme teorileriyle mi?

Bireyin (ve toplumun) mutluluğunu sağlayacak değerlerin kökeni nedir? Bu değerlerin yaşatılmasıyla mutluluk arasındaki korelatif ilişkinin garantisi nedir? Mutluluğun ölçütlerinin genel anlamıyla iktisadi büyümeyle eş tutulmasının, insanlık ailesi açısından barınma, beslenme ve neslini idame ettirme gibi temel ihtiyaçların karşılanmasının ötesindeki kriteri nedir? Mesela teknolojik gelişmelerle-insan mutluluğu arasındaki doğrusal ilişki ve insanın üreten-tüketen bir makineye dönüşme riski karşısında liberallerin insan doğasına ilişkin tanımlarında da değişim-gelişimler söz konusu olabilir mi? Yani bu tecrübenin liberallere kattığı nedir? Bu mekanize edilmiş insana dair eleştirilerde, insan doğasına yabancılaşma olarak algılanan bu durumu liberaller hangi ahlaki kriterlerle, hangi düzlemde değerlendirmektedirler?

Liberaller, ‘Otorite’ Tartışmalarında ‘Egemenlik’ ve ‘Bağımlılık’ın Kökenlerine İnebildiler mi?

Liberallerin dünyanın hâlihazırdaki gidişatından devletçi kapitalizmleri sorumlu tutmaları ve çözümü liberal insan, toplum ve devlet anlayışının uygulanmasında görmeleri şeklindeki beklenti, idealist bir kurgudur. Batı’da liberaller arasında da bu tartışmalar sürmekte ve ortak kabullerin yorumlanmasında pek çok farklılıklar ortaya çıkmaktadır. Öte yandan, insanlık adına gerçekleşecek çözümlerin bu birey-toplum-devlet sarmalındaki tartışmalar neticesinde çözüleceğine dair inancın Batı-dışı toplumlar için ne ölçüde geçerli olabileceğinin cevapları üretilebilmiş değildir. Varsayımsal olarak, evrensel değerler olarak kabul edilen ahlaki ilkelerin (liberal değerler) yaşamsal tüm pratikleri etkilemesi/değiştirmesi beklentisi, tüm toplumsal-kültürel-dinî farklılıklar/çeşitliliklere rağmen aynı düzlemde buluşması gerektiğine dair görüşlerin (özgürlük, çeşitlilik, çoğulculuk söylemlerine rağmen) bizatihi norm gibi kabullenilmesi, “insan”a ve “doğa”sına ilişkin alternatif görüşlere “tahammül” düzeyinde geçici bir hoşgörü esasına dayanmaktadır. “Bireyin doğası” o derece makbul, o derece kılı kırk yararcasına incelenip gözlemlenmiştir ki, artık bu “doğa”ya ilişkin artı sözler söylemenin, farklı bakış açıları geliştirmenin fazla bir anlamı yoktur! Hatta onlara göre bu farklılıklar “birey” başta olmak üzere insanlığa zarar getirmekte, çatışmaları körüklemekte, savaşların bizatihi sebepleri olarak neşvünema bulmaktadır.

İlginç olan şu ki, liberal tezlerin en özgürce ve karşıtlarınca da en mütekâmil düzeyde tartışıldığı alanlar Batı coğrafyalarıdır. Aynı şekilde bunca insan hakları, temel hak ve özgürlükler, demokrasi ve bunların türevlerine ilişkin tüm insanlığa rol model olarak gösterilen devletler de (her ne kadar liberallerin istediği seviyeye ulaşamamışlarsa da) yine Batılı devletlerdir. Klasik emperyalizm, neo-emperyalizm, Birinci ve İkinci Dünya savaşları (Özellikle ikincisi tamamen güçlü devletlerin çekişmesi yüzünden yetmiş milyona yakın Batılı insanın ölümüyle sonuçlandı.) ve günümüzde İslam coğrafyaları başta olmak üzere yaşanan onca acı, -bilinemezcilik ve nihilizme duçar olmak zorunda kalıp acılar içerisinde kıvranan entelektüelleri ve ‘Bir Başka Dünya Mümkün’cüleri de dâhil ederek- hâlâ insanın doğasına ilişkin Aydınlanmadan mülhem görüşlerin sorgulanabilmesi noktasında Batı insanına gerekli sorgulamaları yaptıramamıştır. Tüm otoriter bağlardan kurtulma anlamına gelen toplum ve devlet görüşlerindeki kazanımların ve Batılı insana günlük yaşamında özgürlükler vadeden görüşlerin büyüsünün kaybedilmesi korkusu, insan üzerinde “ego”nun, “ben”in otoritesini sağlamlaştırdığı, tüm otoritelerin yerine “nefsin otoritesi”nin konduğu, dolayısıyla aslında “birey” üzerindeki toplumsal yargıların ortadan kaldırılması ameliyesinin devlet otoritesini zayıflatan değil, Leviathan’laşma anlamında güçlendirdiğinin görülememesini beraberinde getirmektedir. Bu devlet otoritesi belki kralların yetkilerini elinden almış ama bunları adeta atomize olmuş bireylerin nefislerine nakşetmiştir. Sofistike edilmiş bu güçlü devlet yapısı, bireylerin arzularına teslimiyeti, bağımlılığı ve birey ile bu arzular arasında bir otorite ilişkisi sayesinde görünür olmaktan çıkmıştır. Devlet, aslında liberallerin farzettiklerinin aksine küçüldükçe büyümekte; Batı’da “homojenleştirilmiş birey”lerin hâlihazırdaki devlete bağımlılığı daha fazla artarken; Batı dışında tüm haşmetiyle Batılı insanın nefsî arzularının tatmini ve maksimum mutluluğu için dişleri ve tırnaklarıyla “faydacı”lığın önündeki tüm engelleri yok etmeye çaba göstermektedir. İnsanlığın geri kalanının doğasında varolan saikler harekete geçmiş olmasa, insanlık tüm direnç noktalarını ve umutlarını yitirecektir. Bu meyanda, mesela “Eşit ortamlar oluşturulursa, sürecin getireceği eşitsizlikler adaletsizlik değildir!” şeklindeki liberal ahlaki ölçütün değerini/doğruluğunu ne ile ölçeceğimiz sorunu orta yerde dururken; insanlığın tüm melekelerini dumura uğrattıktan sonra klasik faydacı liberallerin “talihsizi suçlama” (‘Çalışsaydın senin de olurdu!’ yasası) eğiliminin uç noktalara vardırılmasına ve hazların matematiksel ölçümlere tabi tutulup, “Haz duyan acı çekenden daha fazla duygulanımlanıyorsa, davranışı ahlakidir.” şeklindeki yönelimin önüne set çekebilmek de mümkün görünmemektedir? Bu değerleri bünyesinde barındıran Leviathan(lar) tüm haşmetiyle insanlığın önüne dikilmişken; bir Amerikalının mutluluğunun kaç Iraklının acısına eşit olduğunda ahlaki görülebileceği şeklindeki tuhaf sorunun cevabını aramak zorunda kalmak, insan doğasına ve ahlakına ilişkin tartışmalarda “otorite”nin yanlış yerde aranmasından kaynaklanmaktadır.  

Batı’nın kendi hegemonyal alanında ve liberal ahlaki gerekçelerle gerçekleşen bu tartışmaların birey-toplum-devlet üçgeninden çıkarılıp mecranın farklılaştırılması elzemdir. Nitekim tartışma daha en başından yanlış bir platformda yapılmakta, bu da üst yapıdaki tüm tanımlamaları etkilemektedir. Soru öncelikle “otorite” ve “bağımlılık”ın gerçekte ne anlama geldiğinin cevabını elde etmeye matuf bir düzlemde, “Evet, yine önce ‘birey’den başlayarak yapılandırılmalıdır!”

Otoriteleri dışarıda aramadan önce, tıpkı liberallerin insan doğasına ilişkin öngörü, gözlem ve kabullerinde (sanı/doxa) yapageldikleri gibi; içeriden dışarıya doğru, insan nefsi (fıtratı/özü/doğası/donanımı/psikolojisi)nden başlamak üzere, toplumsal, siyasal ve ekonomik alana doğru bir yeniden yolculuğa girişmek kaçınılmazdır.14

Mesela bu konularda ciddi endişeleri ve duyarlılıkları olan David Hume’un bıraktığı (sürdürmeye ideolojik yaklaşımının izin vermediği) noktadan işe başlanabilir:

“Bizde niçin başkalarına karşı bir insanlık veya bir dostluk hissinin bulunduğunu sorarak araştırmalarımızı daha ileriye götürme isteğimiz gereksizdir. Bunun insan doğasında bulunan bir ilke olduğunu tecrübe etmemiz yeterlidir. Nedenler hakkında sorgulama yaparken bir yerde durmamız gerekiyor ve her bilimde bazı genel ilkeler vardır ki biz, bunların ötesinde daha genel ilkeler bulmayı ümit etmeyiz… Biz bunları burada, güvenilir bir şekilde asıl, ilk ilkeler olarak kabul ederiz.”15

Hume’un noktayı koyduğu yer, aslında tam da sorgulamanın başlatılması gereken yerdir!

-Devam edecek…

 

Dipnotlar:

1-Liberallerin genel anlamda “insan”, “bilgi” ve “ahlak”a dair görüşlerinin kökenlerini incelemek için Antik Yunan’a inmek kaçınılmazdır. Burada özellikle Pre-Sokratlar, Sofistler, Protagoras, Epiküros, hatta “Her şey kesindir. Yanılma diye bir şey yoktur; çünkü söylenen şey, düşünülen bir şey olduğundan, varolan bir şeydir.” diyerek bilginin rölativleştirilmesini son sınırlarına dayayan Euthydemos’a kadar inmek gerekir. Bu ameliyenin ardından Adam Smith, David Hume ve haleflerinin “Ahlaki Duygular Teorisi” oluşturma ve geliştirme çabalarıyla, Jeremy Bentham, J. Stuart Mill gibilerinin “Faydacılık” görüşlerinin karşılaştırmalı olarak incelenmesi elzemdir. (Konuyla ilgili olarak Adam Smith’in ‘Ulusların Zenginliği’nden önce yazdığı ve görüşlerinin temelini oluşturan ‘Ahlaki Duygular Teorisi’ adlı felsefi eserine ve Liberte Yayınlarından piyasaya sürülen Hasan Yücel Başdemir’in ‘Liberalizm Ahlaki Temeller’ başlıklı doktora çalışmasına -Türkiye’de alanında bir ilki temsil etmesi açısından- ilk elde müracaat edilmesinde fayda vardır.)     

2-‘Bilgi’nin rölatif olamayacağı, “insanı her şeyin ölçüsü” gören sofistlerden bu yana tartışılmış; hatta Sokrates onların insana ilişkin “sanı(doxa)”larının karşısına “episteme(bilgi)”yi koymuştur. Sokrates’e göre, bireylerin üzerinde bir norm vardır. Aklın da kanunları vardır. Bu kanunlar harekete geçirilerek bu ortak normlara ulaşılabilir. Ama bu emek isteyen pratik bir süreçtir. Yani halkın içerisinde, toplumla iletişim halinde, birliktelik içeren sosyal çabalarla her insanda varolan bu ortak doğrular açığa çıkarılabilir. “Maruf” ya da ahlaktan südur eden ortak iyilikler olarak niteleyebileceğimiz bu çabaya, Sokrat bir amaç olarak bakar. Sofistlerin değer anarşisi olarak ortaya koydukları şeyler ona göre “bilgi” değildir. Çünkü bilgi öğretilmez, yaşanır. Üstelik sofistlerin reddetmiş gibi göründükleri ‘tümel yargılar’a varmayı içerir. Bu yüzden Sokratça ifade edecek olursak “Bilgi, erdemdir!” Erdem ile hakiki bilginin özdeş olduklarını savunur ve bu bilginin ancak birlikte, sosyalleşerek, yaşayarak, ortak tecrübelerle ortaya çıkarılabileceğine inanır. Dogmalar, sanı(doxa)’lar (yani zanlar) ancak böyle gerçek bilgiye ulaşmakla aşılabilir. Sokrat sofistlere, “Mademki tümel yargılara ulaşmak imkânsız, o halde insan nasıl her şeyin ölçüsü olabilir?” diye sormaktadır. (Rahmetli ilim adamı Şakir Kocabaş da her türlü zulme karşı çıkma ile “Bilgi Felsefesi” arasında doğrudan ilişki kurarak, adeta Sokrat’a göndermede bulunmuştu.) Dolayısıyla neyin doğru(iyi), neyin yanlış(kötü) olduğu (neyin husn, neyin kubh olduğu)nun ortaya konması ahlaki kesinlik içerdiği iddia edilen buyurganlıklarla değil, aklın yasalarının işletilmesiyle ortak iyiliklerin ortaya çıkarılmasını içeren bir sosyal-siyasal pratik emek sürecini içerir. (Burada, ‘akl’etmenin bir eyleme süreci olduğu düşünüldüğünde, salih ameller ortaya konmadan ahlakın yeşerip olgunlaşamayacağına göndermede bulunmak da mümkündür.)

3-“İç özgürlük”, liberallerin “merkezî özgürlük” tanımının periferisinde kalan, diğer tüm özgürlük tanımları için kullanılan bir nitelemedir. İç özgürlük tanımı yapabilmek için, önce “mutlak özgürlüğü” kabul etmek gerekir. (Örneğin, “Allah insanı şu konularda özgür kılmıştır.” dediğinizde bu, size ait bir ‘iç özgürlük’ tanımıdır. Bunu söyleyebilmek için önce bu alanın dışında bir ‘mutlak özgürlük’ alanı olduğunu kabul etmeniz; dolayısıyla diğer ‘iç özgürlük’ tanımlarına da saygı göstermeniz gerekmektedir.) Tabii bu tutum sadece özgürlük tanımıyla sınırlı kalmamakta, hayatın her alanına ilişkin “modern ya da postmodern bilimciliğe” dayanma ihtiyacı hissetmeksizin tanımlar geliştirme ve bunlara ahlaki gerekçeler üretme yoluna gidilmektedir. Klasik pozitivist liberaller ya da günümüz Kaos teorisi, Kuantum fiziği gibi (Kuhn ve Feyeraband örnekleri) bilimsel teorilere dayanarak mülkiyet, piyasa düzeni, bireysel haklar gibi savunuları temellendirme arayışı içinde olan istisnaları bir kenara koyacak olursak, liberallerin genelinde bilimsel yargılarla ahlaki yargılar arasında paralellik kurmamak gibi bir tutumları vardır. Mesela David Hume bilimin mantığı ile ahlakın işleyişini birbirinden kesin bir dille ayırmıştır ve bu tavır liberal bir geleneğe dönüşmüştür. Yani bilimciler ne buyurursa buyursun, liberal fikirler vazgeçilmezdir. Bu anlamıyla liberalizm(ler) ahlaki teorilerdir. Von Hayek, Karl Popper, İsaiah Berlin gibi çağdaş liberallere göre ise kesin ahlaki inançlardır. (Başdemir, Hasan Yücel, Liberalizm Ahlaki Temeller, s. 14-16, 260, Liberte Yay, Mart 2009)

4-Liberteryenler, özellikle 1950’li yıllardan itibaren kendilerini, ilkeler konusunda taviz verdiklerini düşündükleri çağdaş liberallerden (Özellikle ABD versiyonu) ayırmak için bu terimi üretmişlerdir. Devletin minimize edilmesi ve toplumsal yargılara ilişkin liberal görüşlerde serdedilen tavizlere karşın, liberteryenler eşcinsellik, uyuşturucu, kürtaj, ötenazi gibi sıradışı olarak görülen konularda yasal serbestîleri savunmuşlardır. 

5-Ahlaki yargı ve davranışlar hazzı elde etme ve acıdan kaçınma için vardır. Ahlak, başkalarının beklentilerine engel olmayacak şekilde arzuların uygun tatminini esas alır. (Başdemir, A.g.e., s. 269) ‘Haz’ ve ‘acı’ konusunda tarihte söylenmiş sözlerden, sanı/kanılardan (doxa) birini oluşturan bu felsefi söylemin neden merkezde yer almak zorunda olduğu cevaplanması gereken sorular arasındadır. “İnsan” üzerine söylenmiş onca sözden birini teşkil eden bu anlayışın kendisini tarih-üstü, beşer-üstü görme eğilimi, liberal ahlaki buyurganlıkların rölatif değil, kesinlik irca ettiğini de ortaya koymakta; buradan mülhem siyasi-sosyal söylemlerin de kendisini neden fikirlerden bir fikir gibi göstermeye çalışırken, aslında diğer fikirlere sadece ilerlemeci bir mantıkla şimdilik “tahammül” ettiğinin de bir göstergesidir.

6-Aristippos, insanın özgürleşmesini savunurken, hayattan tat almasını bilenin bilge kişi olduğunu düşünüyordu. Ona göre ‘iyi’ ‘haz’ idi; yani ‘haz’ ile ‘iyi’ aynı şeylerdi. Hedonizmin kurucusu sayılan Aristippos’a göre maddi hazlar da manevi hazlardan önce gelirdi. ‘Bilgi’ (Bunun mahiyetini 2. dipnotta tartışmıştık.) insanı boş dini inançlardan ve üzücü tutkulardan kurtarır, ona hayatın nimetlerinden en iyi şekilde yararlanmayı öğretirdi. Bireyciliği (individualism) ve faydacılığı (utilitarism) had safhada savunan ama bu arada insanın kendisini zevk içerisinde tüketmeyeceğini, duygularına hâkim olmasını da bileceğini iddia eden Aristippos’un bu düşüncelerinin çağdaş liberaller tarafından nasıl değerlendirildiği önemlidir. Özellikle hedonizmle, insanın kendisini kontrolünün aynı anda nasıl gerçekleşeceği sorusu ve bu kontrolün mahiyeti ayrı bir tartışma konusu olarak önem taşımaktadır. 

7-Bilimsel sonuçlara eşcinsellik konusunda gösterilen bu sadakatin (bilimsel yargıların, ideolojik önyargılarla beslendiği gerçeği bir yana) başkaca konularda gösterilmemesi de manidardır. Mesela insanın içki içme özgürlüğünün olması savunulurken, içkinin zararları ve insanlığı getirdiği nokta itibariyle varılan bilimsel sonuçlar tartışma konusu edilmez. Eşcinsellik konusunda -bilimsel verileri de kullanarak- doğal olana yapılan vurgu, içkinin insan doğasına ilişkin tahribatının ispatlandığı bilimsel verilerle karşılaştırılıp tartışılmaz. Karşılaştırma siyasi özgürlükler, başörtüsü, imam hatipler üzerinden gerçekleşir. Toplumun (ya da cemaatlerin) siyasi özgürlükler konusundaki talep ve duyarlılıklarının testi, eşcinsellik tartışmaları üzerinden yapılır. Bu da “İnsandan sadır olan iyilikleri savunmak, ondan sadır olan her şeyi doğal, doğru, iyi kabul etmekle mümkündür.” anlayışını beraberinde getirmektedir. Bu durumda komüniteryenlerin/sosyalistlerin/Kemalistlerin/İslamcıların görüşlerini yanlışlama şeklindeki temel ilkesel ölçütümüz bireyin arzularının, onun adına konuşanlardan üstün/doğru/iyi olduğu görüşüdür. Ancak bu defa da bu bireyin Müslüman birey, Hıristiyan birey, sosyalist birey olma durumu sorun olarak karşımızda durmaktadır. Kişi, gerçekten seküler, bireyci, hedonist düşüncelere sahip bir liberteryen ise gerçek “birey”dir; değilse üretilmiş toplumsallığın bir parçasıdır! Toplumsallık soyut ve kötücül; birey ise somut ve kendi başına bir değerdir! Peki, o halde liberteryenler cemaatini somut kılan nedir?

8-Oysa sosyolojik analizin daha hümanistçe ve Rachel Corrie tarzı yöntemleri de aransa bulunabilir: “ABD vahşeti ve emperyalist tutkularının karşısında olanca güçleriyle direnen; tüm varlıklarını bu yola vakfeden bu insanları nasıl tanıyabilirim, acaba onlar için yapabileceğim bir şeyler olabilir mi?” sorusu gibi. Bu analiz çabası, kurgusal niyetleri aşıp fiilî gerçekliklerle de daha rasyonel bir ilişki kurmak anlamına gelir!

9-Bu anlayış verili “kanun devleti”ni onaylamak anlamında değildir. Liberallere göre “liberal hukuk” şu an dünya üzerinde hiçbir devlet tarafından uygulanmamaktadır. Ama insanlık geliştikçe, bu liberal anlayış da gelişecek, zihinler dönüşüme uğrayacak, bu anlayışın önündeki engeller ortadan kalkacaktır. Bu gerçekleşmese bile “ideal olan” budur. Buna ne kadar yaklaşılırsa insanlık o kadar kârlı çıkacaktır.

10-Bu beklenti de şu an hâlihazırdaki ulus-devlete olan ihtiyacı gösterir. Ancak liberaller ulus-devletlerin de marazlarını yüklenmezler. Aksine, “ideal liberal-laik-devlet” gelecekte kurulacaktır. Şu anki haliyle soyut ve uygulanamaz gibi görünse de burada da “Buna ne kadar yaklaşılırsa insanlık o oranda kazanacaktır!” anlayışı hâkimdir.

11-Şartların nasıl eşitleneceği, liberaller açısından hâlâ kompleksliğini/karmaşıklığını koruyan kocaman bir soru işaretidir! 

12-Konstrüktivist görüşlerin insanlığı acılara duçar etmesi, liberallere göre konstrüktivizmin bizatihi kendisinden kaynaklıdır. Birey adına karar veren her türlü organizasyon bu anlamıyla suçluluk potansiyelini bünyesinde barındırmaktadır. İnsanlık tarihi de buna şahittir. Ancak liberaller, özellikle Aydınlanmadan neşet eden görüşlerde bu konstrüktivistlerle örtüşmektedirler. Din konusuna bakış (arkaiklik), ilerleme, rasyonalizm, pozitivizm, sosyal Darwinist görüşler vb konularda liberallerin özgün bir duruş sergilediklerini söyleyebilmek mümkün değildir. Bu meyanda mesela haz ve acıdan kaçma düşüncesine ilişkin serdedilen bazı görüşlerin liberallerce nasıl ve hangi kriterlerle terbiye edileceği ve yepyeni konstrüktivizmlere dönüşmeyeceğinin ne şekilde garanti edileceği de soru konusudur.  

13-Kallikles’ten bu yana, haz ve acı konularında temelde çok farklı düşünmeyen sofistler ve yakın çağ filozoflarını düşündüğümüzde, Kallikles’in “Tabiat güçlüye egemen olma hakkını vermiştir. Dolayısıyla adil olan mutlu olamaz, adil olmayan mutlu olabilir.” düşüncesinin modern çağda aşılabildiğini düşünebilir miyiz?

14-Bu yolculuk, liberallerin üçyüzyıllık serüvenlerinde boğuldukları ayrıntılardan çıkmalarına sebebiyet verir mi bilinmez ama bu durum onların da liberalizmin köşeli-ideolojik havzalarından sıyrılıp siyasal konularda gösterdikleri fıtri olumlulukların, dayandıkları liberal tezlerden öte, insan doğasına ilişkin bilmedikleri ya da örtegeldikleri gerçeklerden kaynaklandığı hakikatini gölgelemez. Referans noktalarının liberaller tarafından daha önce belirlenmiş olması, o liberallerin de sonuçta varolan bir ahlak düzlemini eksik-gedik yorumlama çabası içerisinde olduklarının ispatıdır. Ve yine bu ahlaki yapılanmaların kesinlik içerdiği şeklindeki tümel arayışın da aslında bahsi geçen konular farklı olsa da insanlık adına bir ortaklık arayışının göstergesidir. Leviathan’lar adına çözüm öneren ve dünyayı çokuluslu şirketlerin penceresinden gören stratejistleri bir kenara koyacak olursak, liberallerin, otoritelerden bağımsızlık arayışının bizatihi kendisinin ahlaki kökenleri olduğu ama bundan önce bir otorite tanımı üzerinde anlaşmak gereği ortadadır. ‘Birey’e yapılacak en büyük fayda da buradan gelecektir.

15-Başdemir, A.g.e., s. 238.

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR