1. YAZARLAR

  2. Demet Tezcan

  3. Kurumsal, Kişisel ve Kitlesel Bir Tıynet Aynası Olarak Gezi Eylemleri

Kurumsal, Kişisel ve Kitlesel Bir Tıynet Aynası Olarak Gezi Eylemleri

Temmuz 2013A+A-

Adamın biri çölde devesi üstünde giderken karşısına susuzluktan bitap düşmüş biçimde yardım isteyen biri çıkar. Devenin üstündeki adam, su verip yardım etmek için devesinden indiğinde, yardım etmek istediği kişi deve sahibini hızla etkisiz hale getirip deveye binerek kaçmaya çalışır. Devenin sahibi adamın ardından bağırır “Bari bu olayı anlatma, kimse bilmesin!” Deveyi kaçırmak üzere olan adamın merakını celp eder: “Nasıl olsa kim olduğunu bilmiyorum; neden anlatmamı istemedin ki?” Adam, “Bu olay duyulursa korkarım bir gün çölde gerçekten susamış birine insanlar inanmayıp, yardım etmezler sonra!” der. Bu hikâye ile başlamaktan muradım, bir gün çevre, ağaç, şehir, demek istediğinde korkarım ki, bundan böyle herkes temkinli, herkes şüpheli ve hatta öfkeli olacak.

***

Öyle noktaya geldik ki, ağaçlar bir yana tavrımız bir yana, haklar bir yana duruşumuz bir yana, yaşadığımız şehir bir yana biz bir yana düşüyorduk. Hâlbuki ağaç, çevre düzeni, yaşadığımız şehir tüm bunlara bigâne değildik. Hak, özgürlük, hayat tarzı… Bunlardan da bihaber değildik. Ne ki, değerler, durumdan vazife çıkarmak isteyen, içindeki hınç ve öfkeyi sarf edecek yer ararken, aradığı fırsatı bulmuş olan çeşitli grupların, oyunların, planların tozu dumanında kayboldu. Kurt bulanık günü severdi ve gün bugündü.

Cumhuriyet kurulalı beri azınlığı temsil etmelerine rağmen, kendilerini sınıflandırdıkları toplum katmanının en üstünde gören, her türlü zulmü, baskıyı alt katmandakilere reva bilen, ülke yönetiminde ve dizaynında söz sahibi olan laik seçkinci güruh hiç bu kadar kendini edilgen hissetmemişti. Köhnemiş sol devrim romantizmiyle değişen dünya dengelerinden uzak illegal sol örgütler kalkışma için hiç bu kadar müsait bir zemin bulamamışlardı.

Barış sürecine karşı olanlarından sermaye gruplarına, sosyoloğu, sanatçısı, gazetecisi, dış kapının mandalı, odun kıranın hıh deyicisine kadar, havarisi oldukları demokrasinin gereği olarak seçilmiş ama dünya görüşlerine ters duran iktidar karşısında çaresiz muhalifler diyebileceğimiz kesimin tümü meydandaydı. Küskünü, kırgını, kızgınıyla aslında neredeyse Cumhuriyet tarihi boyunca hesaplaşması olanlar da oradaydı aynı zamanda. “Hayat tarzlarına müdahale” söyleminde birleşip ötekileştirdiklerinin “hayat tarzına” karşı bir müdahale kalkışmasına döndü eylem. Ağız dolusu hakareti, küfrü yapmayı kendilerinde hak bildikleri Başbakan şahsında, partisinin kitlesine, aynı inanç değerlerini, dünya görüşünü paylaştığı kesime karşı ayrıştırıcı, aşağılayıcı bir dil kullanmaktan imtina etmiyorlardı.

Söylem ise hiçbir eylemde bu kadar süfli, bu kadar iğrenç, bu kadar aşınmamıştı. Makarna yardımı alanların, para alanların meydanlara toplandığını söylerken (Milletvekili H. Aygün twit hesabından Erzurum’da meydana çıksınlar diye kişi başı 100 lira ödendiğini yazabiliyordu.) “öteki” kesime satılık muamelesi yapmakta bir beis görmüyorlardı.

Tüm karşıt izmler, Vandalizmle kol kola girmeseydi, kaldırım taşları sökülmeyip, ağaçlarıyla, çimenleriyle çevre tahribatı yapılmasa, çevreci eylemciler susmasa ya da savunmasaydı bir kent ve çevre eylemi diyebilirdik. Başörtülü kadınlara saldırılmasa, değer yargıları aşağılanmasa, galiz küfürler eylemlerin olduğu her alana fon oluşturmasa “demokratik eylem” de diyebilirdik.

Söylem ve yöntemi ile bakıldığında her haliyle çelişkiler yumağı idi en başta da aşağılanan, altından ABD oyunu aranan Arap devrimlerine bir öykünme vardı ve ne garip tecellidir ki hep aşağıladıkları o toplumlar şimdi ilham kaynağı, hatta umut oluyordu. “Arap Baharı” için türlü ithamlarda bulunanlar, bu kez Araplardan rol çalıyordu. Onlar başarmışsa bunlar hayda hayda başarırdı. En göze çarpanlarından biri de (Mısır’daki gibi) bir grup namaz kılarken diğerlerinin el ele tutuşup nöbet beklemesi, rol çalmanın, öykünmenin zirvesiydi.

Gezi eylemlerini başlatanların, illegal örgütlerin yakıp yıkması karşısında gerekli, etkin tavrı göstermemesi de polisin gazı kadar olayların yayılmasına çanak tuttu. Hayatında bir kez olsun Gezi Parkına gitmemiş olanların da iktidara muhalefet noktasında birleşmesi ile “Gezi” üstünden ortaya konan nefret söylemi karşısında iktidar tarafında birleşenler olarak toplum ikiye ayrıldı. Polis şiddetine de Vandallara da karşıyım diyebilmek cılız bir söyleme döndü. Çivisi çıkmış bir gidişat ve sapla samanın karışımından müteşekkil argümanlar yumağına döndü. Eylemin çıkış noktası ile alakalı-alakasız (alakasızı yoğunluktaydı) bir tür torba taleplerin öne sürüldüğü, yanlışların doğruları alıp götürdüğü gösterilere dönüştü.

Sosyal medyadaki dezenformasyonla birlikte kötülüğün çığ gibi yayıldığı, başlangıç sebebi de gelişen sonuç da kaybolan bir girişime dönüştü. Videolar, fotoğraflarla yalanın bin türlüsünün bile isteye yayıldığı, en galiz küfür cümlelerinin iç soğutsun niyetine paylaşıldığı, önünde pozlar verildiği bir kirliliğe döndü. Hak ve özgürlük gibi kavramların içinin boşaltıldığı, sözün bol ama hikmetin yitik olduğu, eylemcilerin de eylemin de en hafifiyle çirkinleştiği tüm kaosa rağmen net olan tek unsurun saflar olduğu, ders çıkarılması gereken bir dönüm noktasıydı.

Yerlisiyle, yabancısıyla bir kısım söz sahiplerinin, medyanın, AB’nin, Avrupa Parlamentosunun nezdinde nasıl oluyorsa “devrim, direniş, intikam, diktatör, katliam” söylemleri; kamu düzenini tehdit eden, kaldırım taşlarının sökülmesi, molotof kokteylleri, araçların yakılması, ağaçların yok edilmesi, karşıt görülen insanlara saldırılması, otobüslerin, durakların tahrip edilip kullanılamaz hale getirilmesi, gece yarılarına kadar toplumun gürültülerle taciz edilmesi, küfürlerin en aşağılığına rağmen  “barışçıl, demokratik” olma özelliğinden hiçbir şey kaybetmiyordu bu eylemler. Ne en galiz küfürler, ne ortalığı savaş alanına çevirmek ne de kadınlara saldırmak eylemin duruşuna halel getirmiyordu. Amaçları ilk yola çıkan eylemcileri de eylemcilere yönelik polis müdahalesini de aşsın diye canla başla uğraşanların görülmemesindeki ısrarı anlamak ise mümkün değildi. Ulusal ve uluslararası bir el ovuşturma ve pusuda bekleme söz konusuydu. Uluslararası bir provokasyon birliği oluşmuştu. BBC, CNN Int. vs. gibi yabancı medya organları enformasyon kirliliğinde kendilerini aşmışlardı ve bu kadar enformasyon kirliliğini savaş olan ülkelerde bile başarmış değillerdi. Ya da bu kadar yüzsüzünü henüz sergilememişlerdi. Oysa “Olur böyle kaos ortamlarında, dünyanın her yerinde bu tür eylemlerde eylemciler etrafa saldırır!” argümanını savunanlar aynıyla Başbakan’ın “Olur böyle polis müdahalesi, dünyanın her yerinde polis müdahale için vardır!” söylemini kendileri pekiştirmiş oluyorlardı.

 “Hayat tarzına müdahale” söylemi üstünden hayat tarzına yönelik ötekileştirme, ayrıştırmayla her an pusuda bekleyen kemikleşmiş, köhnemiş bir zihniyetin de yeniden filizlenmek için hareket zemini gözetliyor olduğunu açıkça göstermişlerdi.

Bir tıynet göstergesi idi. Yine sosyal medyanın da yardımıyla sanatçısından, gazetecisine, milletvekiline herkes tıynetini koyuyordu ortaya.

İlk günkü kesintisiz polis müdahalesini kabul etmediğimi beyan etmek isterim. Ne var ki, bizlere hiç polis şiddeti bilmezmişiz gibi davranılmasını da kabul etmemiz mümkün değil.

Ötekileştirdikleri dâhilindeki bize, (üstelik hiçbir taşkınlık yapılmamasına rağmen) hiç polis şiddetiyle tanışmamışız gibi bakmaları polis şiddetini çoluk çocuğumuzla yaşadığımız dönemlere ne kadar kör ve sağır olduklarını gösteriyor. Hâlbuki bu ülkede polisin yöntemi her dönemde aynıydı.

Memurundan öğrencisine, avukatından esnafına, ev kadınından cami cemaatine, kurs talebesine tüm baskı ve şiddet uygulamalarının, terörle mücadele şubesinde yaşananların, gece yapılan ev baskınlarının öykülerini yazsak buradan Avrupa Parlamentosuna yol olur. Canlı yayında 9 saat kesintisiz anlatsak yine bitmez. Ama sadece bir tanesini örneklemeden de geçemeyeceğim işte. Dünyanın en masum, en anlamlı, en sivil itaatsizlik örneği başörtüsü için gerçekleştirilen “el ele eylemi.” idi. Eyleme katılan insanlardan birçok kişi günlerce gözaltında kaldılar, mahkemelerde yargılandılar. Batı medyasının ise o gün de canlı yayın imkânları vardı ama üç maymunu oynamayı tercih etmek insancıllıklarına, özgürlük anlayışlarına halel getirmiyordu.

Yerli, yabancı muhalif kesimlerde bir el ovuşturma bir “bahar” çıkarma iştahasının ne denli kabarık olduğuna şahit olduk bu eylemlerle birlikte.

Geldiğimiz noktada ise birçok yerde yan yana durduğumuz insanlarla bir anda karşı karşıya kaldık. En yakın akrabalardan kapı komşumuza, sanatçısından siyasetçisine, yazarıyla, sosyologuyla şaşırtan, hayal kırıklığına sebep olanlar olduğu gibi hakikatin doğasından bilip hiç şaşırmama durumu da oldu.

“Sen anlamadın mı hâlâ?” durumunu ise uzunca bir süre yaşayacağız gibi gözüküyor.

Her şerde bir hayır vardır hakikatinden yola çıkarak rehavete kapılmış olanların kimliklerine, duruşlarına sahip çıkma konusunda daha bir dikkatli olacağını düşünüyorum. Üstelik bundan böyle dikkat edilecek hususlar salt bunlarla da sınırlı olmayacak gibi gözüküyor.

Karşılıklı olarak farklı düşünceye sahip olduğumuz, farklı düşündüğümüzü bildiğimiz halde insanlığın ve vicdanın ortak paydasında buluşabilmeyi becerdiğimiz kesimler vardı. Şimdi o ortak zeminde buluşabilenler de bir saflaşmayı, ayrışmayı yaşıyor. “Her iki tarafın” da hanesine kaydettiği kazançlar, kayıplar ve çıkardığı dersler olduğu ise muhakkak.

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR