1. YAZARLAR

  2. Abdulhakim Beyazyüz

  3. Kürt Sorununun Muhatabı Tüm Kürtlerdir

Abdulhakim Beyazyüz

Yazarın Tüm Yazıları >

Kürt Sorununun Muhatabı Tüm Kürtlerdir

Temmuz 2014A+A-

Soruşturma:

1-“Çözüm süreci” başlangıcı ve gelişimi itibariyle sağlıklı bir yol izlemiş midir?

2-“Çözüm süreci” bağlamında yapılan ve yapılmayanlara ilişkin neler söyleyebilirsiniz? Burada gördüğünüz eksikler ya da zaaflara ilişkin tespit ve önerileriniz nedir? 

3-Kürt sorununa çözüm arayışları ve PKK ile müzakere olgularının iç içe geçmiş bir görünüm arz etmesi doğal mıdır, bunda bir yanlışlık görüyor musunuz?

4-“Çözüm süreci”nin bilinçli bir program olduğunu varsayacak olursak, başarılı addedilebilmesi için hangi süreçte nasıl bir manzara ile karşılaşmamız gerekir?

5-Kürdistan coğrafyasında PKK ve bağlı unsurların rakip olarak gördükleri ya da kendileri dışındaki örgütlenmelere ilişkin artan baskılarını nasıl yorumluyorsunuz? Bu tutum karşısında bilhassa mağdurlara ne öneriyorsunuz?

6-İslami bir perspektifle var olan sorunu aşmaya yönelik nasıl bir çözüm öneriyorsunuz? Bu kapsamda kısa ve uzun vadede atılması gereken adımlar neler olmalıdır?

1-2) Çözüm sürecinin çok iyi bir şekilde başlamış olduğunu söylemek mümkün değil. Çünkü ortada çözüm sürecinin hedefinin ne olduğu, muhatabının kim ya da kimler olduğu, nasıl bir süreçle ve hangi adımlarla bu işin yürütüleceğine dair net ve açık bir şekilde ilan edilmiş bir çerçeve yoktu. Bu durum Kürt ve Türk çevrelerini daha fazla kuşkuya sevk etti. Ulusçu Kürt tarafı devletin kendisini oyalayacağı ve bazı makyajlamalara karşılık gelecek küçük tavizlerle aldatacağı endişesini taşırken, ulusçu Türk tarafı ise gizli anlaşmalarla ülkenin bölünmesine neden olacak tavizlerin verildiği korkusunu yaşıyordu. Ama itiraf etmek gerekir ki, iki taraf da birbirlerini kabul etme ve birbirlerinin hassasiyetlerini hissetme/önemseme konusunda zaten iyi bir durumda değillerdi. Bu nedenle burada makul ve adalet sahibi insanların kabul edebileceği bir çerçevenin ve açık bir ilanın sürecin işini kolaylaştırmaktan öte zorlayabileceğini hatırda tutmak gerekiyor. Çünkü sorun çok adil bir yol haritasının sadece belirlenmesi değil, bunun aynı zamanda nasıl yürütüleceği meselesidir. Bu çözüm sürecinin asıl mimarları olan Erdoğan ve Öcalan’ın, -kendilerinden kaynaklanan bazı eksiklik ve zaaflarını bir tarafa bıraksak bile- nihayetinde isteseler bile, her istediklerini yapabilecek bir güce sahip olmadıkları da açık bir durum. Erdoğan’ın gücü seçimlerde alacağı desteğe bağlıyken, halkın zaaf, eksiklik ve tepkilerini göz önünde bulundurmama gibi lüksü olamayacağını hepimiz biliriz. Öcalan’ın gücü ise örgütten geliyor ve bu ise PKK’yi kontrolünde tutabilmesini gerektiriyor. Öcalan’ın bunu daha iyi sağlayabilmek için iletişim imkânı talebinde bulunmasının bile ulusalcı kamuoyunda nasıl bir tepkiyle karşılandığını hatırladığımızda işin zorlukları daha rahat anlaşılabilir. Bu nedenle sürecin başlangıcındaki zaaf diye düşündüğümüz şeyler, eğer bilinçli bir planlamanın sonucuysa, başka bir açıdan bakıldığında, bu zaaf gibi görünen durumun sürece yaşama imkânı verdiğini söylemek bile isabetli bir görüş olarak kabul edilebilir.

Sürecin gelişimine gelince; yaşadığımız şartlar dâhilinde çok kötü bir seyir izlemediğini söyleyebiliriz. Erdoğan ve AK Parti tabu sayılan pek çok alanda adımlar attı. Ayrıca bu süreçte Erdoğan’ın işinin daha zor olduğunu da belirtmek gerekiyor. Çünkü Öcalan, askerî bir disipline bağlı bir örgütün başkanı. Bu tip örgütler emirle yürür ve mutlaka ikna edilmeleri de gerekmiyor. Ama Erdoğan’ın durumu çok daha farklı ve zor. Normal şartlarda kendi tarafında gibi duran ama işi yokuşa süren, kendisini her adımında eleştiren ve hatta çeşitli darbe girişimleriyle kendisini yıkmaya çalışan muhalefet başta olmak üzere, birçok kesimi idare etme, razı etme ve kendisine süreci sürdürme gücü veren halkın desteğini arkasında tutma mecburiyetinde. Ayrıca dış güçlerin rahatsızlıklarını ve süreci baltalamaya dönük çabalarını düşündüğümüzde, sürecin gelişiminin genel itibariyle kötü olmadığını söylemek mümkün. Bu başarının da Erdoğan ve Öcalan’a ait olduğunu görmek gerekiyor. Bu sürecin ilerleyişi sırasında BDP’nin iradesiz ve etkisiz olduğunu bir kez daha gördük. Çünkü maalesef BDP PKK’yi değil, PKK BDP’yi ortaya çıkarmıştır. Dolayısıyla BDP sivil kesimi temsil etmesine rağmen maalesef etkili bir aktör olmayı başaramamaktadır. Kandil’e gelince, onların sürece kerhen katıldıklarını ve işi zora sokmayı kendilerine sanki vazife edindiklerini biliyor ve buna denk gelen politikalarına her gün şahit oluyoruz. Militanlarını dışarıya çıkartmayı durdurmaları, sürecin bittiğine dönük beyanları, Kürt gençlerini Kandil’e asker olmaya davet edişleri vb. tutumlar onların bu yaklaşımını net bir şekilde ortaya koyuyor. İmralı ve Kandil’in bunu danışıklı bir şekilde yapma ihtimali olmasına karşın, var olan durumun bundan öte bir şeye karşılık geldiğini görmek gerekiyor.

Diğer yandan sürecin daha da iyi gitmesi açısından şunları söylemek mümkün: Hükümetin attığı bazı adımların arasını çok açmaması, yeni reform ve düzenlemelerle bu konudaki iddiasını daha da güçlendirmesi (örneğin hasta tutukluları salıvermesi, halkın talebine ve referanduma gitme şartına bağlamadan önde gelen bazı illerin adını Kürtçe ve Zazaca isimlerle değiştirmesi, devlet tarafından verilecek bir anadil eğitim takvimi belirlemesi, karakol yapımının öncelenmesinden vazgeçmesi) gerekmektedir. Bunun yanında PKK’nin de süreci boğacak ve ulusalcı kesimlerin ülke bölünüyor paranoyasını artıracak tavırlardan (örneğin yol kesmeler, asker ve sivil insanların alıkonulması, sivillerin içine girip askere ateş etmek vb.) vazgeçmesi gerekiyor. Ayrıca bayrak indirme gibi provokatif eylemlerden, başkalarına hayat hakkı tanımayacağı izlenimini veren muhalif kesimlere baskıdan, tehditten ve cinayet işlemekten vazgeçmesi gerekiyor. (Özellikle İslami kesimlere yönelik saldırıları hatırlayalım.)

***

3) Bu belli bir yere kadar doğaldır. Evet, savaş kiminle yapılıyorsa barış da onlarla yapılacaktır. Bu nedenle silahlı çatışmanın muhatabı İmralı ve Kandil’dir. Ama diğer yandan hükümetin şunu da görmesi gerekiyor: PKK, Kürt sorununu değil, Kürt sorunu PKK’yi doğurmuştur. Dolayısıyla Kürt sorununun muhatabı tüm Kürtlerdir. Eğer Kürt halkının kardeş Türk halkıyla gönüllü bir birlikteliğini sürdürmesine imkân tanıyacak şekilde adalete, hakkaniyete ve gerçekliğe uygun bir çözüm sağlanmazsa, uzun vadeli barış ve kardeşliğin tesisi mümkün olmaz. Bu süreç başarılı olsa ve PKK sorunu çözülse bile, ileriki süreçler adları farklı yeni muhalifler oluşturacak ve iki kardeş halkın kan kaybı devam edecektir. Bu nedenle mutlaka tüm Kürt halkının beklentileri dikkate alınarak meseleye kalıcı bir çözüm niyetiyle yaklaşılmalıdır. Bu çerçevede hükümet, Kürt halkının tümünü kendisine muhatap olarak almalı ve halkın temsilcileri olan kuruluşlar, STK’lar, kanaat önderleri, partilerle beraber bir çözümü gerçekleştirmeye çalışmalıdır.

***

4)Bu sürecin başarılı olması için silahlı çatışmanın durması, tarafların birbirlerini ötekileştirip şeytanlaştırma politikasından vazgeçmeleri, diyaloga girip sorunları konuşmaları, karşılıklı güven artırıcı iyi niyet adımları atılması ve en sonunda bu sürecin somut adımlarla taçlandırılması gerekiyor. Peki, bunlar yapılabildi mi? İleri düzeyde olmazsa bile söylediğimiz şeylerin tümü belirli bir oranda olsa bile yapıldı. Militanlar tümüyle çıkmasa bile, çatışmasızlık sağlanabildi. Bebek katili söylemlerinden Öcalan’ın da meseleyi sağduyulu değerlendirdiği açıklamalarına geçildi. Aynı şekilde devlet tarafından verilmese bile, özel okulların Kürtçe eğitimine olanak sağlandı vs. Öyle ki Erdoğan’a darbe girişimlerinde Kürt tarafı, tavırlarıyla Erdoğan’a destek olma ihtiyacını duyduğunu ortaya koydu. Şüphesiz bu, sürecin belli bazı eşikleri aştığını ortaya koyuyor.

***

5) PKK, kuruluşundan beri hep şiddeti kendisine yol seçmiş bir örgütlenmedir. Bu şiddetten bırakın İslamcıları, sosyalist Kürt ulusalcıları bile çokça çekmişlerdir. Bu minvalde PKK ve kendisine bağlı unsurlar kendileri dışındaki örgütlenmelere çatışmasızlık sürecinden önce de baskı kuruyorlardı, bu baskılar süreç başladıktan sonra da devam etti. Bunun artması veya azalması PKK’nin bulunduğu yerdeki gücüyle alakalıdır. Nitekim daha önce de etkili olduğu Hakkâri’de, Yüksekova’da yaptığı baskı ve zulümler ortadadır. Son zamanlarda bunun daha büyük şehirlere taşınması ve yaygınlaşması biraz da bu sürecin yan yansımaları olarak okunmalıdır. Çünkü devletin KCK/PKK kesimine dönük baskısını azaltışı oranında, KCK/PKK muhaliflerin ve hatta tüm halkın üzerinde şiddet ve baskısını artırma imkânı bulmaktadır. Nitekim bu çerçevede birçok İslami kuruluşa ait yerlere saldırılar yapılmakta, yakmalar, bombalamalar, ölümle tehdit etmeler gittikçe artmaktadır. Ayrıca Van gibi büyükşehirlerde bile vergi adı altında zorla yüksek miktarda haraç toplamalar, inşaat izni vb. hususlarda belediyeler eliyle açıktan yapılan baskılar, halkı batıdaki daha büyük şehirlere göç etmeye zorlamaktadır. Son dönemdeki yol kesmelerin özellikle kendilerine oy vermeyen Bingöl’e dönük bir cezalandırmayı da içerdiğini görmemiz, bölge insanı üzerinde nasıl bir baskı mekanizmasının oluşturulduğunu anlamamıza yardım edecektir.

Bu kısır döngüden çıkmanın yolu ne olabilir? Çözüm süreci sekteye uğratılmadan, PKK’li olmayan halk ve muhalif kesimler nasıl KCK’ya ezdirilmeyebilir? Buna şöyle cevap vermek mümkün gibi duruyor: Bir yandan devlet meşru hukuk içinde kalarak etkinliğini artırır ve hukuka aykırı bir şekilde hareket eden örgüt milislerini caydırıcı bir hızlılıkta hukuka teslim eder, şiddet ve baskı içeren eylemlere hak ettiği cezaları mahkemeler eliyle verir. Böylelikle örgüte ancak meşru sınırlar içinde bir yol açmaya niyetli olduğunu açıkça hissettirir. Diğer yandan haksızlığa uğrayanlar sivil tepkilerini ortaya koyarak, cansız ve dilsiz bir ölü olmadıklarını (çocukları götürülen bazı anneler gibi) gösterebilirlerse, bu, baskının azalmasına dönük bir kapı aralayabilir. Ama maalesef devlet/hükümet böyle bir ferasetten de böylesine bir etkinlikten de uzaktır. Bu nedenle halktan da bu olumsuz ve zor zeminde bir şey beklemek saflıktan başka bir şey olmayacaktır. Dolayısıyla en fazla baskıya ve zulme uğrayan muhalif kesimler bu gerçeğin farkında olarak, örgütlü olmanın avantajını da kullanarak geleceklerini inşa etmenin gayreti içinde olmalıdırlar. Her şeyden önce sadece “İslamcı” muhalifler olarak gücümüzü birleştirmekle yetinmemeli, bu cepheyi her vicdanlı ve erdemli kesimi içine alacak şekilde büyütebilmeliyiz de. Biz muhalif Müslümanlar örgütlü olduğumuz halde harekete geçmez, birlikte hareket etmez, kime yapıldığına bakmadan PKK’nin zulümlerine güçlü bir tepki vermezsek, bu coğrafyalarda inandığımız değerlerle var olma imkânını uzun vadede kaybedeceğiz. Unutmayalım ki, çözüm sürecinin olumsuz yansımalarının yanında, olumlu boyutlarını da yaşıyoruz. Eskisi oranında insanlar tarafgirlik duygularıyla hareket etmiyorlar, tehditler olsa bile öldürmeler yok denecek kadar azaldı, siyasi süreç BDP vb. unsurları da halkı küstürmemek gibi bir noktaya itme gibi bir fonksiyon görmekte. Bu nedenle bu zeminde belli bazı riskleri alıp bize ve halkımıza yapılan haksızlıkların karşısında durmak, yapılan zulümleri deşifre etmek ve bu zulümlerin bir faturasının olacağını hissettirmek gerekmektedir. Bunu yapabildiğimiz oranda zalim taraf kendisine çekidüzen verme ihtiyacını duyacaktır.

***

6) Her şeyden önce ümmet olarak bu sorunu sadece Türkiye coğrafyasında yaşamadığımızı bilmeliyiz. Bulacağımız çözüm ümmet olarak bir arada yaşamamıza imkân tanıyan bir özelliğe sahip olmalıdır. Bu ise ümmetin tüm kesimlerine haklarını veren, farklılıklarını içselleştiren ve bu farklılıklarla beraber, her kesimin kendisine ait hissettiği bir modelle mümkündür. Ulusçuluğun ve ulus devlet ideolojilerinin on yıllardır zerk ettiği düşüncelerin bazı Müslümanları da etkilediğini göz önünde bulundurarak bunu gerçekleştirmenin çok kolay olmadığını da görmeliyiz.

Türkiye özelinde meseleye bakışımız da en temelde ümmet modelinin küçük bir modeli şeklinde olmalıdır. Türkiye, Türk’üyle Kürt’üyle, Laz’ı ve Çerkez’iyle vs. herkesin asli ülkesi olduğunu hissettiği, her türlü özgürlük ve haklara sahip olduğu ve kendisini yabancılık duygusuna kaptırmadığı bir ülke haline gelmelidir. Bu özelliklere sahip bir ülke oluşturma temel hedef olarak belirlenmeli ve buna uygun hak ve özgürlükler politikası izlenmelidir. Müslüman olmamalarına rağmen bunu başaran ülkelerin uygulamaları ve örnekliğinden de yararlanmalıdır. Bu çerçevede gönüllü olarak asimile olmayı kabullenen Gürcü, Pomak, Arnavut gibi kardeşlerimizle eskiden beri kendisini Türk kardeşlerinin yardımcısı ve ortağı olarak gören ve büyüklüğü diğer kesimlerle kıyaslanmayacak Kürtler bir tutulmamalıdır. (Bundan kastımız devletin diğer kardeşlerimize haklarını tanımaması ve istediklerinde anadilleri dâhil her türlü hizmeti vermemesi değildir. Sadece gönüllü asimilasyonu benimseyen kesimlerle, kendisini farklı bir halk olarak gören ve asimilasyonu kabul etmeyen Kürt vb. halkların farklı konumlarının görülmesidir.)

Bu çerçevede uzun vadede ülke adı dâhil, resmi isimlerin hiçbirinde sadece belli bir unsurun adı olmamalıdır. (Eğer bu ülkenin adı Türkiye; havayolları Türk havayolları, milli takım Türk milli takımı ise Kürtler vb. kendilerini nasıl bu ülkenin ana unsurlarından olarak hissedebilirler?) Ülkede yaşayan bütün kesimler kendilerini ait hissettikleri, her türlü haklarına sahip oldukları, farklılıkların doğal bir zenginlik olarak içselleştirildiğini gördükleri, ana kucağı sıcaklığında bir yurtta yaşamanın güzelliğini tadabilmelidirler. Bunun için isteyen herkese anadil eğitimi verilmeli, kendi kültürünü geliştirme desteği sunulmalı, ağırlıklı olarak bulundukları coğrafyalar kendilerinin ismiyle isimlendirilebilmeli, resmi diller çoğalabilmeli, bölgeler arasında hizmet farklılıkları giderilmeli, mümkün olduğu kadar yatırımın tüm ülkeye dengeli yapılması sağlanmalı ve böylelikle her kesimin aleyhine olacak olan farklı ulus devlet kurma olayı ihtiyaç olmaktan çıkarılmalıdır.

Kısa vadede ise anadil eğitiminin devlet tarafından verilmesine dönük bir takvim ilan edilmeli, bunun için gerekli olan alt yapı çalışmaları yapılmalı, hasta tutuklular salıverilmeli, silahlı unsurların silahlarını bırakmaları durumunda sivil siyaset yapabilmelerine olanak veren düzenlemeler yapılmalı, Öcalan’ın sürece daha aktif destek vermesini engelleyen faktörler ortadan kaldırılmalı, kardeş Türk ve Kürt halkı arasında tam bir barış ve kardeşliğin bu ülkeyi nasıl uçurabileceği daha iyi anlatılmalı, bunun için medya, STK ve kanaat önderlerinin harekete geçmesi sağlanmalıdır. Bu arada, bunların yapılabilmesi için İmralı’yla iyi bir iletişim kurarak, onun Kandil üzerinde baskı uygulamasını sağlamalı ve böylelikle Kandil’in süreci zora sokacak provokasyonlarına engel olunmalıdır. 

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR