1. YAZARLAR

  2. Hamza Türkmen

  3. Kürt Sorunu Örtülüyor mu Saptırılıyor mu? -2

Kürt Sorunu Örtülüyor mu Saptırılıyor mu? -2

Nisan 2006A+A-

Irak işgal kuvvetleri, bugün Barzani ve Talabani liderliğindeki Güney Kürdistan ulusal Kürt hareketine, otonomi statüsünde ve geleceğe dönük bir beklentiyle ulus devlet olma heyecanı yaşatıyorlar. I. Paylaşım Savaşı'nda Osmanlı topraklarını işgal eden İngiliz, Fransız, İtalyan kuvvetleri, Yunan Palikaryası karşısında gündeme taşınan Türkçü mukavemet akımına, Türkiye diye belirlenen sınırlarda ulus devlet olmanın bu heyecanını daha önce bahşetmişlerdi. Şimdi aynı heyecanı yaşama sırası ulusal Kürt hareketinde. Bağışlanan armağan, ulusalcılık denilen, batılılaşmayı ve emansipasyonu üreten kurgusal bir duygu. Bu duygu fıtrattan bir yabancılaşma; aynı zamanda Müslümanlıktan ve İslamlaşmaktan bir eksilme veya bir kaçış.

Bilindiği gibi Sevr Antlaşmasını dayatan işgal güçleri, daha sonra Ön Asya'da örgütlenen Türk ulusal hareketini lojistik destekle güçlendirmiş, Misak-ı Milli dediği sınırların Türkçü kadrolara tahsisine imkan sağlamıştı. Ve Türk nizami mukavemet güçleri, işgal güçleriyle hiçbir çatışmaya girmeden, "ulus vatan"ı teslim almış ve peşinden de batıcı inkılapları gerçekleştirmişti. Artık dünkü Türkçü hareket gibi, bugün de Kürtçü hareketin uluslar arası hukuk alanında ulusal bayrak, ulusal marş, ulusal meclis ve ulusal vatan gibi ikonları kullanmasının önü açılmıştır. Kürt halkını uluslaştırabilmek için Kırmançi lehçesi Latin harfleriyle kullanılabilir hale getirilip, Kürt dili ve yazımının, İslami döneme ait birikimiyle bağları kesilmeye çalışılmaktadır. Ulusal Türk devletiyle Türkleştirilmeye çalışılan Osmanlı halkının, İslami döneme ait yazım ve kültürüyle temasının kesildiği gibi, Kürt dili ve edebiyatı üzerinde 1980 öncesi sosyalist Kemal Burkay ekibinin başlattığı alfabeyi Latinceleştirme projesi, şimdi emperyalist işgal güçlerinin koruması altındaki Kuzey Irak'ta Barzani hükümeti tarafından gerçekleştirilmekte ve benzer işlevler için yönetilmektedir.

Ve maalesef ki ulusal Kürt hareketinin emperyalizmle paradigma düzleminde bağına dikkat çekmemiz, Türk veya Arap "milliliğinin" etkisi altındaki bazı dindarlarda "oh" çekme bencilliğini harekete geçirebilmektedir. Kur'ani ölçüyü ve takvayı önceleyen Müslümanlar, kabilevi ve kavmi farklılıkların alt kimliklerle ilgili hayatı renklendiren zenginlikler olduğunu bilirler. Dolayısıyla Kur'ani bilinç ve İslami kavramlarla konuşanlar, Kürt kavminin fıtri kimliğini ve dilini yasaklayan veya asimile etmeye çalışan ulusal baskılara karşı Kürtlerin haklarını savunmayı Rabbimizin işaret ettiği ayetleri savunmak olarak görürler. Karşı çıkacağımız olgu ise, Müslümanların asırlardır süren, Kürtlerin ise Kürt olarak yüz yıllık acılarının istismar edilmesidir. Ayrıca Müslümanların parçalanmış güçlerine özgürlük vermek adına onları batılılaşma ve sekülerleşmeyle eş değer olan uluslaşma bataklığına çeken yerli işbirlikçilerinin istismarcı tuzaklarıdır.

Avrupa Aydınlanma akımının sanayi toplumuyla birlikte seküler temelde ürettiği ulusçuluk/"millilik" akımı, bir kabile veya kavim kültürünü veya toprak parçasını mitleştirerek, efsanelere dayanan bir tarih düzmecesiyle kurumlaştırmış, batıcı bir proje olarak İslam dünyasına ve Batı dışı toplumlara ulus devlet formülüyle sunmuştur. Biz Müslümanlar için ulus devlet projesi, kimliğimizi ve bedenimizi mahkum eden, yasaklar ve dayatmalarla oluşan büyük bir hapishane projesidir. Bilinçli Müslümanlar, bu projenin nelere mal olduğunu, neredeyse bir yüzyıla yaklaşan Türkiye ulus devlet hapishanesinde yaşayarak tecrübe etmişlerdir.

Bu konularda neye ve nasıl karşı çıktığımızın bilinci içinde olmalıyız. Örneğin Türk veya Arap ulusal kimlik kirliliği içinde, Kürt alt kimliği ile ilgili haklı tespit ve taleplere, İslami kavramları da kullanarak karşı çıkan tepkilerin, İslam'dan değil, ulusçuluktan veya ulusal dindarlıktan kaynaklandığı bilinmelidir. Sorunla ilgili yapılan bazı tasniflemeler de önemlidir. Örneğin Türkiye'de yaşayıp da Kürt sorununa duyarlı olmayan dindarları, "Türk Müslümanlar" olarak tanımlamak tamamen ayrımcı ve ulusalcılık kokan bir yaklaşımdır. O zaman 1980'lere kadar Kürt sorununa duyarlı olduğunu bir şekilde ortaya koyamayan Kürt Müslümanları da, "Türk Müslüman" olarak mı tanımlanacaktır? Oysa sorun Türk veya Kürt olmakla alakalı değil, İslami bilinç yetersizliği ile alakalıdır.

Kaldı ki 1970'lerden itibaren Kitab'a yönelmek konusunda bilinçlenen Türkiye Müslümanlarının önemli bir kısmı, kendilerini ırk veya vatandaş temelinde Türk şeklinde tanımlamayı, resmi ideolojinin ulusal bir zulmü olarak görmüşlerdir. Bu insanlar içinde Kürt kavminden olmayan diğer Müslümanlar da vardı, hatta çoğunluğu oluşturuyorlardı. Tabii ki ulus devletler sürecinde oluşan, ulusal din anlayışından koparak, üst kimlik olarak Müslüman adını kabul etme ve yeterli görme şerefine inişli çıkışlı, tartışmalı bir süreç sonucunda varılmıştır. Bu süreç içinde hala ulusal dindarlıktan kopamayan yığınlar gibi, İslami şahsiyetini tamamlayamayan veya İslami aidiyetleri zayıflayan bazı insanların, Türk veya Kürt ulusçuluğuna sapmaları da söz konusu olmuştur.

Bu düzlemde alt kimlik olarak Kürt kimliğini savunmak, Kürt ulusunu ve ulus vatanı savunmak demek değildir. Çünkü İslam'a aidiyetlerimizi ikinci plana iten, ulus ve ulusal vatan savunusu, vahyi ölçülerimizden değil modern ve beşeri ölçülerden kaynaklanmaktadır. Müslümanlar için Kürt kimliği, ulusu ve ulusal vatanı değil, Kürt dilini, bu dille konuşanların yakınlığını ve doğdukları-büyüdükleri yer anlamında memleket olarak Kürdistan'ı ifade etmektedir. Bu tabii ve fıtri olan gerçeğe rağmen, Kürt ulusunu ve Kürt ulusal vatanını savunmak; Türk ulusunu ve Türkiye'nin bölünmez bütünlüğünü, yani Türk vatanını kutsamak gibi İslami ve insani sorumluluktan değil, ulusçu duyguların oluşturduğu cahili tutumdan kaynaklanmaktadır. Bugün Kürt ulusal hareketi nasıl ki Kürdistan'ın diğer ulus devletlerce işgal edildiğini savunuyorsa; Ermeni ulus hareketi de Kürdistan ve Türkiye diye iddia edilen coğrafyanın büyük bir bölümünün Ermenistan olduğunu savunmaktadır. Ve bu tarz modern ve suni ayrışma ve tasnifler, emperyalizmin planladığı sanal çatışma ve çıkar alanlarını oluşturmaktadır.

Ulusçuluk teorisi, kimi mevcut veya üretilmiş olguları mitleştirerek ikonlaştırmaya çalışmış ve bu ulusal ikonlarla bir tür modern dinler oluşturmuştur. Tarihi, sınıflar arası mücadele tarihi olarak okuyan Batı merkezli perspektiften sonra, uluslar arası mücadele tarihi olarak okuyan Batı merkezli perspektif de büyük sapmalara ve yanılgılara neden olmuştur. Çıkar temelli uluslar arası mücadele, bir nevi dinler arası mücadele formu yerine ikame edilmeye çalışılmıştır. Ve insanlar kutsadıkları ulusal bayrak, vatan, devlet gibi mitler için canlarını feda edebilmişlerdir.

Ulusal kimliğin en önemli ibadetlerinden birisi de milli marşlar olmuştur. Esas duruşta gerçekleştirilen bu ibadetin Türk versiyonunda ırk, bayrak, millet ve vatan kavramları yeni ikonlar olarak kutsanmıştır. Dünkü Mahabat Kürt Cumhuriyeti'nin milli marşında da bayrak, Kürt, Kürdistan, Medler, devrim ve kızıl renk kavramları yeni ikonlar olarak kullanılmıştır. Ulusal/"milli" aidiyet ve ödevleriyle, dinî aidiyet ve ödevlerini aynı anda ifa ettiklerini söyleyen İslam-ulus sentezcilerinin varlığına rağmen, Mahabat Kürt Cumhuriyeti'nin Ulusal marşı İslam'la ilgili tüm vurgulardan arındırılmıştı. Güney Kürdistan'da da hakim unsurlar açısından konu, benzer şekilde değerlendirilmektedir. Örneğin KDP Basın Yayın Genel Direktörü Sero Qadır şöyle demektedir:

"Kürt milli düşüncesinde din olgusunun önemli bir yeri bulunmamaktadır. Oysa Arap milliyetçiliğinde din temel bir faktördür. Türk milliyetçiliğinde dinin büyük bir etkisi vardır. Osmanlı döneminde din siyasetin temel argümanıydı. Kemalistler ise din karşıtı bir siyaset geliştirdiler. Şimdi de, Türkçü akımların içinde din irticaî bir unsur olarak bulunuyor. Oysa Kürt milliyetçiliği bu her iki olgudan da uzak durmuştur.

Kürt milliyetçi düşüncesinde din, ne temel bir belirleyen olmuştur, ne de din karşıtı bir anlayış gelişmiştir. Belirttiğim gibi, bu da Kürt toplumunun tabiatından, sosyal realitesinden kaynaklanmaktadır. Çünkü Kürt toplumu ekseriyetle Müslüman olmasına rağmen, tarih boyunca çok farklı dinleri ve mezhepleri kendi içinde yaşatmış ve bu farklı din ve mezheplerle barışık olmuştur. Bugün de Kürdistan'da Zerdüşti inancından tutun Yezidilik, Yahudilik, Hıristiyanlık ve Müslümanlığın çeşitli mezheplerine kadar çok farklı dini inançlar var. Kürt ulusalcılığı da doğal olarak bu farklı dini inançları gözeterek, koruyarak gelişmiştir."1

Kürt toplumunu, belirleyici bir ontolojik varlık olarak kutsayan ve Müslüman Kürt halkı ifadesini örtmeye çalışan bu yaklaşım, Kürt halkının İslam'a olan aidiyetini BOP Projesiyle paralelleşen bir düzlemde tanımlamaya çalışmaktadır. Kürt halkını uluslaştırarak dönüştürdüklerini iddia eden PKK'nın aylık dergisi Serxwebun'daki değerlendirme yazısında da bu süreç şöyle özetlenmektedir:

"1) Sosyal devrim ile toplum gerici bağlardan koparılmıştı. 2) Kültürel devrim ile edebiyattan müziğe, tiyatroya kadar ulusal kültür geliştirilmişti. 3) Kadın devrimi yapılmıştı."2

Kadın devrimiyle ilgili Öcalan da şu notları düşüyordu:

"Özgür düşünce, özgür beyin olarak büyük bir dönüşümü yaşamaya ihtiyaç var. Reel sosyalizm gibi olmamalı. Kadınlı erkekli birlikte yaşanabilir. Bunu herkes de yürütemez. Normal yaşamı yaşamak isteyenler bunu yürütebilirler… Ama büyük özgürlükçü olamazlar. Ancak rahatlayabilirler. Hiçbir konuda kendinizi kandırmayın. Ödenmesi gereken bedel var… Acele etmesinler. Demokratik tartışma olsun, demokrasi gücünü getirecektir. Çok zorlanan bazı kadın ve erkeği tanıyorum. Onlar da normal aşiret ilişkisine göre aile kurabilirler. Ama bunu Parti ilkesi haline getiremezler."3

Kürt halkının kültürü PKK ulusal hareketinde İslam'la ilgili değil, feodaliteyle/aşiretçilikle irtibatlı değerlendirilmektedir. Ve İslamî kabullerle ilgili hiçbir değerlendirme yapılmaksızın, insanların dini değerlerine İslam kültürü olarak değil, aşiret kültürü olarak önem gösterilmektedir. Ve İmralı savunmasında da vurgulandığı gibi, Kemalizm'in Kürtleri modernleştiremediği; ama PKK'nın 15 yıl içinde Kürtleri aşiret olmaktan kurtarıp ulus seviyesine getirerek modernleştirdiği savunulmuştur.

Ulus vatan ve ulus devlet de modern ikonlardandır. Bu konuda Kürtçü hareketin yönlendirmesiyle çokça gündeme getirilen "Sizin devletiniz var ama bizim devletimiz yok" söylemi, bilinçli Müslümanlar için tam bir cahiliyedir. Ama bu cahiliyeyi öncelikle kurulu ulus devletleri dini motiflerle tevil edip içselleştiren Müslüman kökenli Türkler, Araplar ve Farslar yaşamakta ve bilinçsizce yaşatabilmektedirler. Aynı zaaflar, Müslümanların toprakları bağlamında değil, Müslümanların topraklarını bölen modern "ulusal devlet" bağlamında tekrarlanmaktadır.

İnkar veya asimile edilmeye çalışılan Kürt halkının dil ve şa'b özellikleri temelinde kavmi kimliğini savunmanın, hududullah gereği olduğuna işaret ediyoruz. Ancak inkar ve asimilasyon politikalarının zulmünden kalkarak yaşanan acıları bir ulus inşa etmenin mitolojisi ve gerekçesi haline getiren, hududullahı çiğneyen bir özgürlük [emansipasyon] anlayışının ifsadına; bir kavmi, ilerlemeci pagan tarih anlayışı ile uluslaştırmaya/batıcılaştırmaya çalışan sapmalara da işaret ediyoruz. Dolayısıyla bölgemizde oluşturulan ulus devlet projeleri uygulanırken, 80 küsur yıldan bu yana zulme uğrayan Kürt halkının haklarını savunanlar, iki kısımda toplanmaktadırlar. Birincisi Abdüsselam Barzani ve Şeyh Sait önderliğinde olduğu gibi konuya İslami çerçeveden bakanlar. İkincisi konuya Abdullah Cevdet, Mela Cigerhun gibi batılılaşmış seküler aydınların önderliğinde, ulusçu çerçeveden bakanlar.

Bu iki bakış açısı Kürt halkıyla ilgili iki farklı tabloya dikkat çekmektedir. Konuyu İslami çerçevede görenler, Kürt halkının büyük bir bölümünün Müslüman olduğunu, dolayısıyla bu çerçevede bir Müslüman Kürt halkı tablosunun görülmesi gerektiğini öne çıkartmaktadırlar. Konuyu batılı değerlerle ulus temelinde ele alanlar, dünkü TC resmi ideologlarının 5 bin yıllık pagan Sümer ve Hitit kültürlerinden kök aradıkları gibi, 5 bin yıllık pagan Zerdüştlüğe dayandırılan ve İslam'ın alt kimliğe itildiği bir Kürt ontolojik varlığını tabloya oturtmaya ve bu ontolojik varlığı kutsamaya çalışmaktadırlar. Şimdi ulusçuluğun ilahlaştırılması; yani"Varlığını Türk varlığına armağan etme" törenlerini icra etme sırası,"Varlığını Kürt varlığına armağan etme" ayinlerine gelmiştir. Nasıl ki dün Allah demek Arapçılık, Tanrı demek Türk İslamlığı idiyse; bugün de Allah demek Arapçılık, Yezdan demek Kürt İslamlığı anlamına çekilmektedir; hatta bu vurgu, İslam kelimesi de düşürülerek Kürt kültürü olarak algılanabilmektedir.

Bu iki çerçeve, İslam dünyasında yaşanan çatışmaların en gerçekçi iki tablosunu taşır. Örneğin Türkiye Cumhuriyeti, kendini bu ikili çatışma üzerine kurmuştur. Osmanlı bakiyesi halkı İslami aidiyetlerinden uzaklaştırarak, seküler temelde Türkleştirmeye çalışan Türk resmi ideoloji karşısında en ciddi direniş, Müslüman halkın değerlerini savunma refleksleri olmuştur. Ancak ulusal baskı ve laik asimilasyon politikalarına maruz kalan Müslüman halk, Osmanlıdan kalan Kitabi bilinçsizliğinin sonucu, Müslümanlığı resmi ideolojinin alt kimliğine indirgeyen bir ulusal dindarlığa razı olmuştur. Dayatılan ulusallık, bazı dindarlarca içselleştirilmeye başlandığında, Osmanlı mirası olan Müslüman halk/ahali arasında da, haklı olarak Müslüman halklar söylemi ön plana çıkmaya başlamıştır.

Türk rejimi, toplumda en büyük çatışma potansiyeli olarak İslami kimliği görmekten vazgeçmediğini, 12 Eylül 1980 ve 28 Şubat 1997 askeri darbelerinde de bir kez daha ortaya koymuştur. Çünkü rejim kurulduğundan itibaren, Osmanlı bakiyesi ümmet birikimi karşısında seküler temelli ve modernizme yönelen yeni bir ulus inşası amaçlanmıştır. Bu nedenle de Türkiye'deki en gerçekçi çatışma, ulusal aidiyetle İslami aidiyet arasında yaşanmıştır, yaşanmaktadır ve yaşanacaktır.

Türkçü ideologların ve TC rejiminin en çok karşı oldukları olgu, İslam ümmetini yeniden yapılandıracak olan İslami bilinç birikimidir. Bu nedenle mevcut rejim, Tevhidi bilinçlenme sürecini engelleyebilmek için, dini eğitimi engellemekte, başörtüsü yasağını yaygınlaştırmakta, Diyanet Teşkilatı ve ilahiyatçılarla dini telakkileri yozlaştırmaya çalışmakta, kitlesel İslami duyarlılığı inisiyatif altında tutmak için on binlerce "din adamı"nı memur olarak istihdam etmektedir. Ve resmi sistem, fikri ve siyasi alanda filiz veren Kur'ani yönelimler karşısında ön kesmek için, tasfiye etmek istediği tarikatlara ve muharref dini yapılara el altından destek vermektedir. Türk resmi ideolojisinin ve emperyalizmin en çok korktuğu tavır, "Siyasal İslam" dedikleri, yerel ve küresel tuğyan karşısında bağımsız İslami kimlik ve duruş geliştiren İslamlaşma sürecidir. İmralı yargılanmasında Türkiye Kürt ulusal hareketinin lideri Abdullah Öcalan da, TC ile siyasal İslam karşıtlığı konusunda işbirliği yapabileceklerini ilan edebilmiştir.4 Suriye, Irak ve İran Kürt ulusal hareketlerinin de İslami hareketlere ve Kürt kökenli Müslüman önderlere ve oluşumlara karşı tavrı Türk resmi ideolojisinden farklı değildir.

Güney Kürdistan ve Güdümlü Ulusçuluk

Dört ulusal devletle birlikte dört parçaya ayrılan Kürt ulusal hareketi, kendi bölgelerindeki bağımsızlığı öncelerken, Büyük Kürdistan'ı birleştirme idealini de yaşatmaktadır. Bu arada dört bölgeli Büyük Kürdistan'ı5 birleştirme idealinin inisiyatifi, PKK'dan Kuzey Irak'taki yeni Kürt yapılanmasına kaymaktadır. Türk Devleti ve AKP Hükümeti yakın tehlike olarak gördüğü PKK tabanını daha çok zayıflatabilmek için, Güney Kürdistan'ın bölgede inisiyatif almasına kerhen de olsa sıcak bakmakta ve ekonomik-siyasi ilişkilere girmektedir. Bu arada Abdullah Öcalan'ın şahsında PKK'nın yıpratılması amacıyla Güney Kürdistan'ı ve müttefik görülen ABD'yi de öven bazı yazılar ve kitaplar yayınlanmaktadır. Bu kitaplar işbirlikçilik açısından konumları "Apo"dan daha iyi durumda olmayan bazı Kürt ulusalcıları tarafından yazılıyor veya bu isimler adına yazdırılıyor.6

Son üç seneden beri Türkiye'deki Kürt bölgelerinden Güney Kürdistan'a yöneltilen ilgi, bazıları için ezilmişlikten, bazıları için ulusal duygusallıktan besleniyorsa da; bazıları için de sıcak parayla canlanan pazarda pay kapma heyecanından kaynaklanıyor. Bugün Güney Kürdistan'da yeterli bir tarım veya sanayi üretimi yoktur ve yeterli oranda petrol çıkartılmamaktadır. Ama ihtiyaç sahibi her aileye ayda 300-400 dolar nakdi yardımda bulunulmaktadır. Yine bu bölgedeki üniversitelerin ekonomik ve eğitimsel imkanları çoğaltılmakta ve Türkiye'den de öğrenci akımı sağlanmaktadır. Kürt şehirleri adeta büyük şantiyelere dönüştürülmüş ve Türkiye'den birçok inşaat müteşebbisine ve çalışanına iş imkanı sağlanmıştır. Ancak Kürdistan piyasasında bulunan malların çok büyük miktarı Türkiye'de üretilen mallardır. Diğer önemli kısmı da İran'dan gelmektedir.7 Anlayacağımız, sınırlı petrol ticareti dışında ciddi hiçbir geliri olmayan Güney Kürdistan'ın para saçan dev bütçesi, ABD dövizleriyle karşılanmaktadır.

Irak ve Türkiye Kürdistanlarında da lümpen yeni bir zengin sınıfı üremektedir. Türkiye'de Kürt hareketinin kazanımı olarak değerlendirilen 39 il ve ilçe belediyesinin halka konut, ulaşım ve iş yeri oluşturma imkanları sunacak yerde, açtığı ihalelerle yeni bir Kürt burjuva sınıfı oluşturduğu şikayetleri bizzat Kürt hareketinden gelmektedir.

Öte yandan en az 10 sene önce ABD'nin Guam adalarına götürülüp, üst düzey bürokrat ve subay olarak yetiştirilen, Irak'ın işgali ile geri getirilen ve uluslararası literatürde kendilerine CIA Peşmergeleri denilen Kürt hizmetlilerinin, Güney Kürdistan'da şu anki görevlerinin ve rollerinin ne olduğuna dair henüz yeterli bir açıklama ve araştırma yapılmış değildir. CIA kontrolünde eğitilmiş bu 5 bin insanın şu anda Kuzey Irak'ta bulunması ve Güney Kürdistan bütçesinin büyük ölçüde ABD tarafından karşılanması, Kürt sorunu ve Kürdistan ile ilgili bütün tartışmaların üstünde, tartışılması gereken bir konudur. Hal böyle iken Güney Kürdistan'da kendi halkının ajanlaştırılmasıyla oluşturulan bu 5 bin CIA Peşmergesi'nin ve ABD'nin Barzani Hükümeti'ne sağladığı büyük döviz girdilerinin önemi, rolü, bunlarla neyin hedeflendiği, ne Kürt basınında, ne Kürt aydınları arasında, ne Kürt forum, konferans ve sempozyumlarında gündeme alınmamakta, tartışılmamakta; ayrıca gündemden özenle kaçırılmaktadır. Bu konu gündeme getirildiğinde de "Dış düşman algısıyla veya emperyalizm komplosuyla Kürt realitesinin ve Kürdistan'ın kazandığı özgürlüğün üzeri örtülmemeli" gibi demagojik kelime oyunlarıyla konu kapatılmaya çalışılmaktadır.

I. Körfez Savaşı akabinde Irak Kürdistan'ının dokunulmazlığı, Türkiye'de konuşlanan Çekiç Güç tarafından garanti altına alındıktan sonra, İstanbul'da bir Sosyalist Enternasyonel toplantısı yapıldı. Bu toplantıya katılan Celal Talabani, Kürt ulusal taleplerini şu ifadelerle dile getirmişti:

"Kürtlere uluslar arası toplum tarafından verilecek destekle; Kürtler, bölgedeki dengenin geleceğini tehlikeye sokan fundamentalist eğilimler ve diktatörlükler karşısında bu dengeyi korumaya yönelik rol oynayabilirler."8

1987-88 yıllarındaki Enfal Operasyonu, cani Saddam Hüseyin rejiminin Müslüman Kürt halkından 100 bine yakın insanı bombalayarak yada kimyasal silahlar kullanarak katlettiği vahşetin adıdır. Bu operasyonun merkez hedefi, İran-Irak Savaşı'nda Şii ve Arap kökenli Hizbu'd-Dava hareketi ile birlikte Saddam rejimine karşı savaşan Kürt kökenli İslamcı Ensar el-İslam'ın hakim olduğu Halepçe şehri olmuştur. II. Körfez Savaşı'nda da ABD ve İngiliz güçleri ilk önce Halepçe yakınındaki Xomal bölgesinde Komaleyi İslam [Cemaatu'l el-İslam] kamplarını bombalamış ve yüzlerce Müslüman şehit olmuş veya ağır yaralanmıştır.

Güney Kürdistan Başkanı Mesut Barzani, Duhok'da 23 Eylül 2005 tarihinde yaptığı konuşmada, 11 Eylül olayından sonra Şubat 2002 yılında gittikleri Amerika'da, ABD ve Müttefiklerinin Irak'taki rejimi değiştireceklerini anlayıp bu proje içinde yer aldıklarını, 2003'de Irak'ın kurtuluşu için Peşmergenin de çok ciddi bir şekilde savaşa katıldığını, ifade etmiştir. Barzani aynı konuşmada bağımsız bir Kürt devleti istediklerini belirtikten sonra şu vurguyu yapmıştır: "Amerika ve müttefiklerinin Irak'a gelmesi biz Kürtler açısından bir kurtuluştu; bizi vahşi bir rejimden kurtardılar"9 Bu bilgiler, Güney Kürdistan ulusal Kürt hareketinin, İslamcı olan (İslamî talepleri bulunan manasında) Müslüman Kürtleri, nasıl değerlendirdiği konusunu ele alırken kısa bir girizgah olarak değerlendirilmelidir.

22 Ağustos 2005 tarihli Irak Anayasası (Taslak Metni)'nin 2. maddesinin 1. bendi şöyledir: "1) İslam, devletin resmî dini ve yasaların ana kaynağıdır: (a) İslam'ın tartışılmaz kurullarına aykırı hiçbir yasa çıkarılamaz. (b) Demokrasinin ilkelerine aykırı hiçbir yasa çıkarılamaz. (c) Bu anayasada belirtilen haklar ve temel özgürlüklere aykırı hiçbir yasa çıkarılamaz."10 Bu maddedeki gariplik açıktır. İslam, devletin resmi dinidir; ama İslam'ın tartışılmaz kurullarına ve aynı zamanda demokrasinin ilkelerine aykırı hiçbir yasa çıkarılamayacaktır. İslam mı demokrasinin ilkelerine uyacaktır; yoksa demokrasi mi İslam'ın tartışılmaz kurallarına uyacaktır?

Kadirî geleneğine dayanan Talabani'nin KYP'si ve Nakşi geleneğine dayanan Barzani'nin KDP'si, dini aidiyeti ulusal meselelerinde ölçü almadıkları gibi, dindarları da karşılarına almamaya çalışmışlardır. Örneğin Sero Qadır, "Din karşıtı bir çabaya girmeksizin, Barzani'nin öncülük ettiği hareketin yönetiminde yer alan insanların çoğunun dini bir inancı bulunmuyordu; laik, seküler veya gayri Müslim entelektüellerdi" demekte ve "Kürdistan'da siyasi İslam'ın bir geçmişi bulunmadığı gibi, bir geleceği de yoktur" vurgusunu yapmaktadır.11 Yine Qadır'ın ve Kürdistan İslam Birliği Hareketi Genel Sekreteri Selahaddin Bahaddin'in bildirimlerine göre Güney Kürdistan'da kitle tabanı itibariyle birbiriyle irtibatlı; ama temelde farklı üç İslami oluşum söz konusudur.

1 Şubat 2004'de Erbil (Hewler)'de KDP ve KYP'nın parti binalarına eş zamanlı gerçekleştirilen iki feda eylemi nedeniyle Kürt medyası, bütün siyasal İslamcılara yönelik saldırgan bir tavır aldı. Daha sonra Kürt siyasal İslamcı akımların üç ana örgütten oluştukları ve bu örgütler arasında da önemli farklar bulunduğu üzerinde duruldu.

Birinci örgüt Ensar el-İslam'dır. Ensar illegal, silahlı ve ümmet fikriyle hareket eden, batılı ve demokratik değerlere inanmayan bir yapıdır. Ulusal bir tedrisatları yoktur. İkinci örgüt Bizorneweyi [Hareketi] İslamî'dir. Askeri birimleri olmakla beraber demokrasiyi ve seçimleri bir araç olarak görmektedir. Süleymaniye Hükümeti'nde temsilcileri vardır. Üçüncü örgüt ise Yekgirtoyi İslami [İslam Birliği] Partisi'dir. Ufak sol ve milliyetçi partilerle yaptığı ittifak ile seçimlere katılmış ve az sayıda milletvekili çıkartmıştır. İhvan kökenli olan İslam Birliği Partisi, demokratik ve ulusal değerleri benimsemekte, tamamen Kürdistan ve Kürt toplumunun ulusal değerlerine göre hareket ettiğini açıklamaktadır. Ulus projesini "İslam tarihinden, uygarlığından ve Kürt ulemasının İslam alemine yaptığı katkılardan esin" alarak temellendirmeye çalışmaktadır. Süleymaniye hükümetinden de Erbil (Hewler) hükümetinden de yasa gereği maddi yardım almaktadır. "Siyasi işler ile din-diyanet işlerini kesinlikle birbirine" karıştırmadıklarını ifade etmektedirler.12

Sero Qadır, "Siyasal İslam'ı, demokratik sistemin, demokrasi projesinin içine çekmeliyiz" demektedir. İslam Birliği Partisi Genel Sekreteri Selahaddin Bahaddin'in "Irak Kürtleri bu güçlü devletlerin (ABD ve İngiltere) çıkarlarını savunuyorlar. Bu güçlü devletler de çıkarlarını Kürtlerle yaptıkları ittifakta görüyorlar…" ifadesi bile Kürt ulusalcılığının ve ABD'nin BOP Projesiyle amaçladığı Kürtleri İslamsızlaştırma veya Müslümanlığı eksiltme projesinin ne gibi mesafeler katettiğini göstermektedir. Sanki 1940'lı yıllar Türkiye'sinde karşıtına sığınarak var olmaya çalışan Türkiye İslamcılarının yaşam öyküsü, aradan geçen 60 yıldan sonra Irak Kürdistanı'nda filme alınıyor gibidir. Üstelik İslam Birliği Partisi, Türkiye'de aklı selim sahibi olmadığı ve bazı aşırılıklara kaçtığı gerekçesiyle Refah Partisi'ni başarısız bulurken, aynı çizgiden gelen AKP kadrolarını Türkiye'nin ve dünyanın koşullarına uygun ve münasip politikalar izlediği için başarılı bulmaktadır.

Ve en rahatsızlık verici olanı da, egemenlerin, Güney Kürdistan'da terbiye etmeye çalıştıkları siyasal İslamcılara dayattıkları şartları, maalesef ki ayaklarını yere basmadan ve duygusal büyük bir aldanışla, Türkiye'de Müslümanlara ve özellikle de Müslüman Kürtlere ön şart olarak ileri sürenlerin karşımıza çıkmasıdır. Yeteri kadar Kur'ani bilinçlenme ve arınma sürecini tamamlayamayan çabaların, yanlış ve zaaflı uygulamalarını, İslamcılığı bırakmanın mazereti haline getiren bu tür kişiler, bizi Kürtlük ve Kürdistan'ın özgürlüğü adına seküler bir kimliğe ve mücadeleye çağırmaktadırlar. Örneğin bu daire içinde gördüğümüz bir muhatabımıza göre, artık Müslüman Kürtler, siyasetle uğraşırken, Kürt kimliği ile siyaset yapmalılar; dernek, vakıf, sendikal faaliyetler yürütürken, Kürt kimliği ile bunları yürütmeliler.13

Bizce bir Müslüman için bu üzücü yaklaşım, adeta düşmana teslimiyet veya çözülme ile intihar arasında gidip gelen bir çözümsüzlüğün psikolojik halini yansıtmaktadır. Aynı İslamcılığı bırakıp, "Muhafazakar Demokrat" kimliğinin seçilmesi; aynı İslami kimliğin geri çekilip "demokrat", "ulusçu" veya "sivil toplumcu" kimliklere yapışılması gibi.

Dostluğun Ölçüsü Ulus mu İslam mı?

Ulusçuluk, fıtri özelliklerle bağ kurarak duygusal aidiyetler oluşturan bir inançtır. Mitolojik ve kurgusal bir tarih okumasıyla üretilir. Ulus devlete her şeyin üzerinde değer biçilir. Devlete bağlılık siyasal meşruiyetin kaynağıdır. Ulusal sınırlar, ulusal marş, ulusal bayrak gibi sahte nosyonlara gereksinim duyulur. Gereksinim duyulan bu tür nosyonlar, ulusçuluğu duygusal bir inanç haline getiren mitlerdir.

Ulus inşası veya ulusçuluk tamamen seküler temelli siyasal bir senaryodur. Ulusçuluk, egemenlerin elinde ekonomik çıkar ve siyasi inisiyatif elde etmek veya başka bir toplumsal aşamaya atlamak için kullanılan ve kitlelerin bu tür çıkarlar için kontrol edilip yönlendirildiği çok imkanlı bir araçtır. Burjuvazinin ya da sosyalistlerin hedeflerine hizmet eden bu araç, kontrol edilip eğitilmiş ve yönlendirilmiş kitleler açısından, duygusal olarak tamamen bir üst aidiyet bağı olarak algılanır.

Ulusçuluğun zararlı yanlarını törpülemek isteyen bazı eğilimler, etnik ulusçuluk yerine yurttaş ulusçuluğunu ikame etmeye çalışmaktadırlar. Ama ırk nasıl üretilmiş bir mit ise, ulusal sınırlar da üretilmiş mitlerdir. Bu ve benzeri mitler üzerine inşa edilen bir ulusun ve ulus devletin kabulü, bir üst kimlik aidiyetini veya inancını da beraberinde getirmektedir. Bu nedenle dindar olsun veya olmasın, Türk veya Kürt ulusunu ve ulus devletini kabul edip içselleştirenler, seküler bir yapıyı veya inancı da kabul etmek durumundadırlar. Bu insanlar, ulusçuluk duygusunun zararlarını ve aşırılıklarını giderecek arayışlar içinde de olsalar, artık ulusçuluk anaforuna kapılmış Türkçüler ve Kürtçüler konumundadırlar. Sadece dindar veya laik, Kemalist veya Apocu-Barzanici gibi ek sıfatları değişir.

Her şeyin üzerinde değer biçilen ulus devlet veya ulus vatan zarar gördüğünde, muhatap alınanlar için kullanılan "Ya Sev Ya Terket" şiarı, duvarlara yazılmasa da, devlet ricalinin karar masalarında altına imza atılan bir cahili hüküm olarak değişik biçimlerde karşımıza çıkar. Ulusu ve ulus devleti savunanlar dindar, terk etmeye zorlananlar da Müslüman olabilir. Ulus toplumda dostluğu, sevgiyi, üst kimliği oluşturan bağ, ikonlaştırılmış ulusal mitlerdir. Bu bağ, yakîn veya kesinlik ifade eden hiçbir delile dayanmamaktadır. Tamamen duygusal bir bağdır. Geçici dünya telakkileriyle alakalıdır. Çünkü ulus veya "millet" nosyonu, dil ve kavim beraberliği gibi Rabbimizin tanışıklık için araç olarak takdir ettiği aşağıdan yukarıya doğal bir sosyal olguyu değil; egemenlerin eliyle çıkar amaçlı ve yukarıdan aşağıya kurgulanıp düzenlenen ve üst kimlik olarak kendisini dayatan yapay bir sosyal oluşumu ifade etmektedir.

Oysa Müslümanlar için dostluğun, sevginin ve üst kimliğin temeli, insanı ve hayatı yaratmış olan Rabbimizin ilkelerine uyarak gerçekleşen iman bağıdır. Eğer babalarımız ve kardeşlerimiz, küfrü imana tercih ediyorlarsa, Rabbimiz onları dostlar (veliler) edinemeyeceğimizi bildirmektedir (9/23). Yine rabbimizin aidiyet bağı açısından şu ayeti hayati öneme haizdir:

"Allah'a ve ahiret gününe iman eden hiçbir kavmi, Allah ve Rasulü ile hudud yarışına kalkışan kimselerle sevişir bulamazsın; babaları veya oğulları veya kardeşleri veya hısımları veya hemşerileri olsalar bile…" (Mücadele, 58/22)

Yine Yüce Rabbimiz, Allah ve Rasulü ile hudut yarışına girenlere sevgi yöneltenlerimizin ve onlara sır aktaranlarımızın olduğunu bilmekte ve bu tür kişileri sarsıcı bir şekilde uyarmaktadır:

"Ey inananlar! Düşmanımı ve düşmanınızı dostlar yerine tutmayın! Siz onlara sevgi ulaştırıyorsunuz; onlar ise Hak'tan size gelene küfrettiler; Rabbiniz Allah'a iman ediyorsunuz diye sizi ve Peygamber'i (yurdunuzdan) çıkarıyorlardı. Benim yolumda cihad etmek ve benim rızamı kazanmak için çıktığınız halde onlara muhabbetle sır (mı) veriyorsunuz. Halbuki ben sizin gizlediklerinizi de açıkladıklarınızı da, hepsini bilirim. Sizden kim bunu yaparsa doğru yoldan şaşmış olur." (Müntehine, 60/1)

Aidiyet bağları önemlidir. Kabile ve kavim bağı, aşk veya ego bağı, sınıf bağı, ulus bağı, ideolojik bağ ya da inanç bağı. İnsan hangi bağı önceliyorsa, o onun üst kimliği olur. Ve insanlar aidiyet bağlarına göre yaşarlar, mücadele ederler ve ölürler. Ahiret yolculuğunda insanı kurtaracak bağ ise vahyi iman bağıdır.

Ulusçuluk, kendi egosu için her türlü malzemeyi kullanabilir. Çünkü gaybe imanı yoktur. Örneğin şeriat karşıtı Türk ordusu, PKK ile savaşında Kürt halkının İslami aidiyetini istismar edebilmek için, Kürtlerin oturduğu bölgelere uçaklarla şer'i cihad bildirileri atabilmiştir. Zaman zaman da ulusal ideolojiye karşı direnen Müslümanlar karşısında bazı paşalar, Kur'an İslam'ı söylemini tarihselci motiflerle işlemeye kalkışmışlardır. Yine Kürtlerin, ilerlemeci tarih şemasına göre ulus olduğunu ispatlamak için, Kur'ani perspektiften dem vurarak Kur'an'daki dil ve kavim farklılıklarıyla ilgili ayetleri çıkarları doğrultusunda sloganlaştıranlar olmuştur. Ancak bu tür Türkçü ve Kürtçü istismarcılar, gerek Kur'an'ın mesajını ve amacını gündemleştirmek ve gerekse ele aldıkları ayetleri gereğince değerlendirmek konumunda olmamışlardır.

Ulus aidiyeti ile kavim aidiyeti aynı şeyler değildir. Müslümanlığı ile ulus kimliğini birleştiren bir insanla, Müslümanlığı ile kavmi kimliğini birleştiren bir insan arasında zorunlu farklar vardır. Bir insan bilinçli bir Müslüman ise ulus kimliği kabul edemez; en azından ulusal kimliği dayatılmış veya boyun eğdirilmiş bir kimlik olarak algılar. Kendini üst kimlik olarak gören ulus kimlik de, Müslümanlığı ya yok sayar ya da alt kimlik derekesine indirger.

Müslümanlık ile kavmi kimlik arasında önemli bir sorun yoktur. Çünkü kavmi kimlik sosyal bir ilişki zenginliğini ifade eder. Bu zenginlik, Müslümanlaşarak İslami bağ ile taçlandırılabilir. Çünkü sosyal bir olgu olarak kavim, ulus gibi insanların hayatını belirleyen bir üst kimlik değil, insanların ilişkilerini kolaylaştıran sosyal bir yaşam aracıdır. Bu konudaki olumsuzluk, Müslüman bir kavmin, hududullahı aşacak şekilde kendi nefsini egolaştırarak, kavmiyetçilik yapmasıyla ortaya çıkar. Bu da kolektif yanlış irade kullanımını ifade eder.

Batı'da kilise otoritesine karşı çıkan burjuvazi, yeni sanayi toplumunu seküler temelde biçimlendirerek, ulus toplum ve ulus devlet biçimini kurumlaştırmıştı. Bu model, 20. yüzyılın başından itibaren gerek gelenekçilik formunu kullanarak, gerek yeni modernleşme biçimlerini dayatarak Batı dışı toplumlara ihraç edildi. Batılı paradigmaya ait bu seküler devlet ve toplum biçimi, emperyalizm için Batı dışı toplumları hem denetleme hem de kendine benzetme aracı olarak kullanıldı. Özellikle İslam coğrafyasında, ümmet tüzel kişiliği çözüldükten sonra, feodal/kabilevi ilişki ağlarının inisiyatifinde yaşamaya mahkum olan Müslüman halkların zayıflayan bünyeleri, sonra da modernizmin fıtrat düşmanı mikroplarına muhatap oldu. Uluslaşma süreciyle birlikte sınıflaşma sorunu, kadın sorunu, sömürülme sorunu, bireyciliği ve tüketim köleliğini besleyen sorunlar ve ulusal kutsallara tazim gibi sorunlar emperyalizmin Müslüman halkları İslami aidiyetlerinden daha da uzaklaştıran stratejiler olarak karşımıza çıktı ve çözülme daha da yaygınlaştı.

Ulusçulukta, inşa ve yaratma iddiasıyla ontolojik bir sapma söz konusuyken, kavmiyetçilikte araç olan sosyal bir gerçekliği, abartma ve ifsat etme hali söz konusudur.

Pozitivist, dindar veya materyalist bakış açısıyla uluslaşma süreci ve mevcut ulus devletler statüsü içselleştirildiğinde, bu çerçevede Kürt ulusalcıların arzuları da yoğunlaşmıştır. Son yüzyılda ümmet zemininde yeniden örgütlenmek yerine, ulus/"millet" perspektifini kurumlaştıran Türk ya da Arap ulusçuları, Kürt ulusçularının da ulus toplum ve ulus devlet ideallerine zemin hazırlamışlardır. Ancak ümmetin acıları üzerinden bölgesel yeni acılar üreten ulusçuluk, bölge halklarının saadeti için değil, kendi hesapları ve emperyalistlerin çıkarları için çalışmışlardır.

Bugün aidiyetleri ulusçulukla karışmış Müslümanlar söz konusudur. Kimliklerini Müslümanlıkları değil, daha çok ulusal bağları yönlendirmektedir. Müslüman Türkler veya Müslüman Kürtler tarzında önümüze çıkan demagojik ithamların arkasında, İslami adalet ölçüsü değil, ulusal duygusallık asabiyeti yatmaktadır. Türkiye'yi kutsal vatan olarak algılayanlar da; Kürt kimliğinin tanınmasını merhale olarak gören, peşinden Kürt kültürünün ve Kürt siyasal haklarının savunulmasını isteyen yaklaşımlar da bu duygusal asabiyetin etkisi altındadır.

Dindar Türkler de dindar Kürtler de, bir kimlik kirliliği içinde, yeri geldiğinde ümmetçiliği, yeri geldiğinde ulusçuluğu ön plana çıkartan demagojik yaklaşımlar sergilemektedirler. Örneğin bir taraf öbür tarafı ümmetçiliği terk etmekle suçlarken, diğer taraf öteki tarafı yaşanan zulümler karşısında şahitlik iddiasını yerine getirememekle suçlayabilmektedir.

Bu konunun daha iyi anlaşabilmesi için Şeyh Said ve kıyamı hakkındaki taassubi tartışmaya bakmak bile yeterlidir. İslamî tedrisatın yürürlükten kaldırılacağını ve laikliğin dayatılacağını kavrayan Şeyh Said ve arkadaşları, şer'i mahkemelerin yeniden açılması çağrısı ile 13 Şubat 1925 tarihinde bir kıyam başlatırlar. Bu harekette yer alanlar Kürt-Zaza unsurlardır. Hareketin içine Kürdistan İstiklal Cemiyeti (AZADİ)'den bazı ulusalcı unsurlar da karışır. Hareket, Türk nizami kuvvetlerince, 15 Nisan 1925'de bastırılır. 200 küsur köy yerle bir edilir, 10 bine yakın ev yıkılır ve 15 bini aşkın insan öldürülür. Mete Tunçay'ın tespitlerine göre kıyamı bastırmaya yönelik askeri operasyonlar, insan kaybı ve finansman bakımından "Kurtuluş Savaşı"ndan daha pahalıya mal olmuştur.14

Yakalanan Şeyh Said ve arkadaşları, Diyarbakır İstiklal Mahkemesi'nde yargılanmış ve idam edilmişlerdir. Ancak bu mahkemede Şeyh Said-i Piran'ın yaptığı savunma, Kürt ulusalcılarını rahatsız etmiştir. Gerçek ismi Mela Şêhmus olan, "din alimi" olduğu halde daha sonra sosyalistliği seçen, Kürt ulusal hareketinin önemli şairi Cigerhun, Şeyh Said'in bu mahkemede Kürt ve Kürdistan kelimelerini bile telaffuz etmediğine dikkat çekerek hayıflanmaktadır.15 Oysa bu hal doğaldır. Çünkü Şeyh Said bir Zaza veya Kürt olarak, Müslüman olduğu için kıyam etmiş ve mahkemede de Allah ve Şeriat için kıyam ettiğini haykırmıştır.

Ama Şeyh Said Kıyamı'nı Kürtlere has kılıp, onun kıyamını İslami mücadele tarihi içinde Müslüman Türklerce sahiplenilmediğini vurgulayan bir asabiyet de söz konusudur. Oysa Necip Fazıl Kısakürek, Sadık Albayrak, Mustafa İslamoğlu gibi Kürt olmayan birçok Müslüman yazar, Şeyh Said'i gündemleştirmiş ve mücadelesine sahip çıkmıştır.

Kimlik kirliliklerinden birisi de Türkiye'de yaşayan ve Kürt olmayan Müslümanların hepsini, Türk kavramıyla tasnifleme cahilliğidir. Sanki bu yaklaşım, Kürtleri Türkler karşısında taraf kılabilmek için; Türkmenler kadar Arapları, Lazları, Çerkezleri, Boşnakları, Arnavutları, Pomakları, Gürcüleri vd. kavimleri de ulus bazında Türkleştirmeye çalışan Kemalizm ile adeta ortak çalışmaktadır. Müslüman Türkler şu yanlışı yaptı, şu hatayı işledi, şu zaafları gösterdi denilirken; sanki Türkiye'de yaşayan ve Kürt kökenli olmayan tüm Müslümanlar Türklükle aynılaştırılmaktadır. Bu konuda da adeta Nurettin Topçu veya İsmet Özel gibi ulusal dindar kişilerin millilik projeleri vesveselerine, katkı sağlanmaktadır. Sanki Türkiye Kürtleri, diğer Müslüman unsurlarla aynı kültür havzalarından gelmiyorlarmış, sanki zaaflarında ve duyarlılıklarında onlarla asgarî müşterekler taşımıyorlarmış gibi bir söylem kirliliği sergilenmekte ya da ulusçuluk manevrası yapılmaktadır.

İlerlemeci bir tarih şemasının sonucunda değil; ama Müslümanların birlikte olma zindeliklerini kaybettikleri için, istemediğimiz halde Türk ulus devleti kuruldu ve akabinde bir Türk ulusu inşa edildi. Şimdi Kürtleri, aşiret bağlarından kurtararak uluslaştırdığı ile övünen PKK önderliği, Türkiye'yi Anadolu ve Mezopotamya olarak yorumlarken16; öte yanda Güney Kürdistan güçleri, ulus vatan ve devlet ideali ile Kürt aşiretlerini gittikçe uluslaşma sürecine itmektedirler.

Şimdi Kürtlüğü ve Kürdistan'ın özgürlüğünü öncelemeyen bir İslamcılığın, Kürtleri devşirmeye çalıştığını savunan bir yaklaşımla da karşı karşıyayız. Kur'ani perspektifini ve bağımsız İslami kimliğini netleştirememiş bu yaklaşımın dindarlarına göre Kürtlük, artık bir yaşam aracı olmaktan çıkmış, ontolojik belirleyici haline gelmiştir. "Bir Türk dünyaya bedeldir" söylemindeki histeri, şimdi Kürt ulusalcılarına geçmiştir. Bu histeri, ayrıca Kürtlerle ilgili tüm kamusal alanlarda sadece Kürtlerin faaliyet göstermesini arzulayan ilkel bir milliyetçiliğin de etkisi altındadır. Kürt bölgelerini Kürt olmayan Müslümanların İslami faaliyetlerine kapatmak isteyen bu ilkel duygusallık; aynı zamanda güç karşısında taabbüdde bulunuyor ve aynı bölgeleri delik deşik eden işgal kuvvetlerine, ABD'li ve AB'li NGO'lara sevgiyle bakabiliyor.

Ancak her iki tutumla da, Türkiye halklarının ve Kürt halkının, İslami aidiyetleri yok sayılarak veya ikinci kimliklere indirgenerek bir İslamsızlaştırma politikası izlenmiştir. Türk ulusçuluğu oluşturulurken, Meclisin dualarla açılması, ulus kavramındaki seküler izleri örtmek için Kur'an'daki her kullanılışında "din" anlamına gelen "millet" kavramının ulus kelimesi yerine monte edilmesi gibi birçok alanda, İslami değerler ve duygular istismar edilmiştir. Şimdi Müslüman Kürt halkını uluslaştırmak isteyenler de, halkın aşina olduğu İslami kavramlarla oynayarak ikinci bir Kemalizm'i üretmektedirler.

Türk uluslaşması devlet ile Kürt uluslaşması ise devletsiz gerçekleşebilmiştir. Şimdi bir ulus devlete sahip olmak, Kürt ulusçuluğunun öncelikli hedefi haline gelmiştir. Bazı kere bölgedeki Kürt olmayan Müslümanlara, bir Kürt devletinin İslam ümmetini bölmeyeceği ve bir İslam devletini parçalamayacağı; zaten bu olguların olmadığı anlatılmaya çalışılmaktadır. Bazı kere de ümmet olarak niçin ümmetin yetimleri olan Kürtlere sahip çıkılmadığı sorgulanmaktadır. İmal edilen sanki yeni bir kurtla kuzu hikayesidir.

Bu ulusçuluğa bulanmış kimlik kirliliği veya kafa karışıklığı, kendini Türk sayan Müslümanlarda da zaman zaman vatan bağı, devlet, milli marş ve menkıbevi tarih sevgisi gibi konularla veya Türk olmayan Müslümanları "dağlı Kürt", "pis Arap", "hırsız Çingene" tarzında aşağılayan yaklaşımlarla ortaya koymaktadır.

Güney Kürdistan'daki Kürt hareketinin kazanımları ve seyyaliyeti içinde bir sevinç yaşandığı açıktır. Ancak Kürt ulus devleti, I. ve II. Paylaşım Savaşları'ndan sonra bölgemizde ve Batı dışı toplumlarda kurulan devletler gibi, egemenlerin hesaplarına bağlı olarak gündeme gelmiştir. Yerli aktörlerinin çoğu, çift kutuplu dünyanın sona ermesiyle sosyalist bağlantılarını bırakıp kapitalist dünya sistemine entegre olmaya teşne tipler olmuşlardır. Kürt halkına ise sadece ulus devleti yücelten bir aidiyetle, bu sisteme, vatandaşlık bağı ile bağlanmak kalmaktadır. Türkiye'de, Suriye'de, Mısır'da yaşandığı gibi, Kürt halkının kendi kimliğini ve fıtratını zincirleyecek yeni bir kul olma merasimidir söz konusu olan.

İslamsız bir Kürt politikası ile övünç duyan insanlar, yukarıda aktardığımız Tevbe, Müntehine, Mücadele Süreleri'ndeki sevgi, dostluk ve hayatın akıbeti ile ilgili ayetleri akletmek durumunda değiller midir? Allah'ın ayetlerinin hatırlattıklarıyla Kürt kardeşlerimizi uyarmak, acaba Kürt Müslümanları devşirmek anlamına mı gelir? Aynı cahillikleri yaşayan Türk, Arap veya Fars Müslümanları da uyardığımız zaman, acaba onları nereye devşiriyoruz? Kitab'a ve Kitab'a inananların kardeşliğine çağırmayı devşirmelik olarak görenler, kendilerinin nerelere devşirildiklerine bir baksalar. Müşrik ABD'nin yalancı özgürlükler tattırdığı ve ulüfeler dağıttığı için sevinenler ve bu dünya müstekbirini dost tutanlar, acaba Müslümanlık adına mı yoksa ulusçuluk adına mı konuşmaktadırlar?

İşte bu hal, Türk olsun, Arap Olsun, Kürt olsun, İslami aidiyetleri zayıflayan ya da çözülen Müslümanların, Batı paradigmasına ait ve seküler bir üst kimliği ifade eden ulusçuluğa devşirilmelerinin hüzün verici sahnesidir.

Zalimlere benzeyenlere de azap dokunacağının bilincinde olan insanlar, niçin bir azap modelinden başka bir azap modelini çözüm olarak öne çıkartmaktadırlar. Karşıtına düşmanlık yapa yapa, karşıtının modeline ulaşmak, karşıtıyla bütünleşmekten ne kadar farklıdır ki? Kürt sorununun çözümünde kalbini, Kürt devleti heyecanına açan Müslümanlar, öncelikle yaşanmış ve birçok zulümlere neden olmuş Türk, Arap, Fars ulus devlet uygulamalarına bir yenisini katmaktan başka neye hizmet edeceklerdir ki? Ancak bu soru, Mehmet Pamak'ında ifade ettiği gibi, yeni bir ulus devlet kurulacak diye, Kürtlerin gasp edilen haklarını yok saymamız anlamına gelmemelidir.17 Ayrıca bu sorunun ilk plandaki muhatapları, Türk, Fars veya Arap ulus devletlerini meşru gören ulusçulardır.

Kürt halkının yaşadığı acıları ve taşıdığı öfkeyi örtmek ve unutturmak mümkün değildir. Ama bölgemizde bu acıların kaynağını oluşturan egemen güç, şimdi de acıları okşayarak kendine yeni alanlar açmak istemektedir. Barzani'nin Kürt sorunu karşısında ABD'nin tavrının ancak 11 Eylül 2001 yılından itibaren değiştiğini söylemesi manidardır.

Ulus devletler, sürekli karşıtı ulusu kendine rakip görerek varlığını idame ettirmeye çalışır. Şimdi Kürt ulusçuluğu özgür vatan ve hukuki statü peşindedir. En çok karşıtı olduğu ulus ise, Türk ulusudur. Arzu edilen özgürlük, doğrulardan değil, öfke ve nefretten beslenen bir taleptir. Bu öfke seline kapılanların, Maliku'l-Mülk'ü unutarak mülk üzerinde kayıtsız bir özgürlük [emansipasyon] istemeleri, fıtri ve adil bir tutum değildir. Maliku'l-Mülkü tanımayan diğer azgınlarla yapılacak bir yarışta, Müslümanların tribünlerdeymiş gibi o taraf için veya bu taraf için, slogan atmamaları gerekir.

Müslümanlar iki sapmadan birini tercih pozisyonuna düşürülmemelidirler. Özellikle Türkiye'deki Kürt Müslümanların veya diğer Müslümanların, kimliklerinde taşıdıkları zaaflar, köken itibariyle benzerlik arzeder. Önce Osmanlı mirasından devraldığımız gelenekçi ve nakıs dini telakkilerimiz, sonra da kuşatılarak veya itilerek içine düştüğümüz modernist ve ulusalcı kirlilikler. Modern devletin, halkın nakıs dini telakkilerine bile tahammül edemeyen baskıcı, darbeci ve yasakçı zulmünü bütün Müslümanlar yaşadı. Sonra da ulusçuluk zulmü geldi. Kavmi kimliği ve dili reddedilenler de, İslami kimlik yerine ilk okuldan asker ocağına kadar ulusal kimlikle şekillendirilenler de bundan payını aldı.

 Türkiye Müslümanları, diğer coğrafyalardaki kardeşlerinin tevhidi uyanış çabalarıyla tanıştıkça, arızalı ve muharref miraslarından, ayrıca Kemalist dayatmalardan sıyrılmaya ve bağımsız kimliklerini oluşturmaya başladılar. Bu çaba belki 1970'li yıllarda bir avuç insanla gerçekleştirildi. Ama Türkiye'de yaşayan Türk, Kürd, Laz veya Arab kardeşler arasında gerçekleştirildi. Yaşadığımız süreçte Kürt Müslümanlar bilinçliydi de Türk Müslümanlar bilinçsiz miydi? Hayır. Doğu'da da Batı'da da bu bir avuç insanın fikri ve ameli dayanışmasıyla bir İslami uyanış ve bilinçlenme süreci başladı. Müslümanlar tekrar Kur'ani değerleri ve ölçüleriyle buluşmaya ve tedricen Kitabileşmeye başladılar. Ve artık kitabileşmemizin yolunu ne 28 Şubatçılara, ne ulusal tapınçlara kestirtmeyecek bir hat ve istikamet söz konusudur.

 Her türlü acıyı, bilinçsizliğimizin eseri olarak algılamalıyız. İstanbul'daki Müslümanlar bilinçsizdi de Diyarbakır'daki Müslümanlar çok mu bilinçliydi? Bizi, emperyalist politika önce ulusal sınırlarla ayırdı. Şimdi şehir şehir, bölge bölge, kavim kavim ayırmak istiyor. Acılarımız sadece kavmi özelliklerimizle alakalı değil. Bir ulus devlet hapishanesinde yaşıyoruz. İnsanın hapishane yaşamında hangi uzvu acımaz ki? Kadınlarımızın acısı, emekçilerimizin acısı, gençlerimizin ve çocuklarımızın acısı, genç kızlarımızın acısı, düşünce ve inanç yasaklarının acısı birbirinden nasıl ayrılabilir ki? Hepsi bizim kimliğimizle ve özgürlüğümüzle alakalı acılar değil mi? Bu acıları şu hapishanede değil de diğer hapishanede çekmek için mi birbirimizi inciteceğiz?

Ulus devletler bizim istediğimiz değil, dayatılan bir realite. Hangi hapishanede olursak olalım, öncelikli görevimiz, ümmet nüvelerini aynı Kitab'ın sayfalarından kalkarak oluşturmak ve Kur'an nesli halkalarımızı birbiriyle irtibatlandırdığımız bir direniş ve dayanışma zincirine dönüştürmek değil mi?

Küresel kapitalizmin vahşi ve global zulmünü en başat tehlike olarak görüyorsak, hiçbir projemiz Dünya İmparatoru'nun şemsiyesi altında şekillendirilmemelidir. Ancak küresel kapitalizmi, ABD'yi ve İsrail'i önemsemeyenlerimiz olabilir. Ancak biz bu serkeşliği önemseriz ve onları emperyalizmin içimizdeki bayraktarları olarak değerlendiririz.

Dün üretilen tarihi değerleri belirleyici kıldıkları, bugün de Türklük ya da Kürtlük gibi modern değerleri belirleyici gördükleri için Kur'an'ın belirleyiciliğinden ve amacından uzaklaşan insanlara karşı, öncelikle hakkı ve sabrı tekrar tekrar tavsiye etmekten ve adaletin şahitliğini yapmaktan başka gerçekleştireceğimiz bir sorumluluğumuz yoktur.

Dipnotlar:

1- Sero Qadır, "Kürdistan'daki Siyasi İslam Hakkında Bir Analiz", Serbestî dergisi, İstanbul: 2004, s. 17.

2- "Dönem Devrimciliğin Sınandığı Dönemdir", Serxwebun dergisi, Eylül 1999.

3- Abdullah Öcalan, "İmralı Notları", Yeni Özgür Halk dergisi, Eylül 1999.

4- İmralı savunmasının değerlendirilmesi için bkz.: Hamza Türkmen, "Abdullah Öcalan'ın Yeni Tezleri ve Ulusçuluğun Çıkmazı", Haksöz dergisi, İstanbul: 1999, s. 105.

5- 1945'de bazı komisyonlarca hazırlanıp BM'ye sunulan bir Kürdistan haritası uluslararası diplomasinin gündemine girmiştir.

  Ayrıca "17. yüzyıldan 1860'lara" başlığı ile çizilen ve başlıca Kürt Beyliklerini ve Kürtçe konuşulan bölgeleri gösteren ve İngilizler tarafından düzenlendiği anlaşılan 20. yüzyılın ilk yarısına ait eski bir harita, yakın dönem Kürt tarih araştırmalarında en çok kullanılanıdır. Erzincan ve Erzurum şehirlerinin güneyinden Urfa, Cizre, Hakkari'ye kadar uzanan, Suriye'de Kamışlı dahil çok ufak bir bölümü içine alan, Irak'ın Kerkük dahil kuzey doğusunu içine alan, İran'ın Kangavar'dan, Mahabad ve Urimiye'ye kadar uzanan Kuzey Batı şeridini içine alan ve kısmen Azarbeycan ve Ermenistan'a ulaşan bir haritadır bu. Bu harita üzerinde Bitlis, Botan, Hakkari, Bradost, Badınan, Soran, Baban, Mukrıyan ve Ardalan Kürt beyliklerinin yerleri de gösterilmiştir. (Amir Hassanpour, Kürdistan'da Milliyetçilik ve Dil 1918-1985, s. 121, Avesta Yayınları, İstanbul: 2005)

  Güney Kürdistan'a otonomi verildikten sonra harita telakkileri abartılmaya başlanmış ve Suriyeli Kürt gruplarının diğer ulusal Kürt hareketlerinden destek alarak ABD'de Senato binasında yaptığı bir toplantıda basına ve katılımcılara yeni bir Kürdistan haritası sunulmuştur. Bu haritaya göre Kürdistan toprakları, Mersin, Konya, Ankara ve Trabzon'a kadar yayılarak Türkiye'nin yarısından fazlasını, Suriye'nin de yarısına yakınını işgal etmekte; Akdeniz, Karadeniz, Hazar Denizi ve Körfezi kıyılarına kadar uzanmaktadır. (Milliyet, 15 Mart 2006)

6- Bu konuda iki önemli kitap: 1) Selim Çürükkaya, Apo'nun Ayetleri Beyrut Günlüğü, Doz Yayınları, İstanbul: 2005; 2) Şemdin Şakık, APO, Şark Yayınları, Ankara: 2005. (O kitapta beş yıl boyunca hücrede kaldığını ve eline kalem almadığını ifade eden Sakık'ın kitabı kurgulanmış bir ekip çalışmasını ihsas ettirmektedir.) Ayrıca eski sosyalistlere ait www.pdv.com gibi ve eski İslamcılara ait bazı ulusalcı sitelerde bol bol "Müttefik ABD"ye ve Güney Kürdistan yönetimine övgüler yer almaktadır.

7- Abbas Veli, "Parçalanmış Kimlik ve Parçalanmış Siyasetin Nedenleri ve Çareleri", Serbesti dergisi, İstanbul: 2004, s. 17.

8- İsmail Aksu, "Kürt Meselesi ve Ulusçuluk Üstüne", Dünya ve İslam dergisi, İstanbul: 1991, s. 7.

9- Mesut Barzani, "Duhok Edebiyat Festivalinde Yaptığı Konuşmanın Tam Metni", Serbesti dergisi, İstanbul: 2005, s. 22.

10- Serbesti Dergisi, İstanbul: 2005, s. 22.

11- Sero Qadır, a.g.m.

12- Selahaddin Bahaddin, "Siyasi Referansımız Millidir", Serbesti dergisi, İstanbul: 2004, s. 17.

13- Şehmus Ülek, "Kimlikler Anayasal Güvenceye Kavuşturulmalıdır", Forum: Kürt Sorunu ve Müslümanlar içinde, Özgür-Der Yayınları, İstanbul: 2006.

[1]14- Mete Tuncay, Türkiye Cumhuriyeti'nde Tek Parti Yönetimi'nin Kurulması, Yurt Yayınları, Ankara: 1981, s. 161.

15- Naci Kutlay, Türk Siyasal İslamcılığında Kürt Damarları, Beybûn Yayınları, Ankara: 2005, s. 132.

16- Ali Yılmaz, "Önderlik Yaşayan ve Ölümsüzlüğe Varan Halk ve İnsanlık Değerleridir", Yeni Özgür Halk dergisi, Eylül 1999.

17- Mehmet Pamak, İslami Açıdan Kürt Sorunu, İlim ve Kültür Yayınları, İstanbul: 2005, s. 100.

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR