1. YAZARLAR

  2. Ömer Mahir Alper

  3. Kur’an’ın Kaynağı Olarak Vahiy

Kur’an’ın Kaynağı Olarak Vahiy

Haziran 1994A+A-

İnsanı yeryüzünde "halife" olarak yaratan Allah (2/30), ona hakikati ve iyiyi bulma yönünde bazı fıtri özellikleri vermekle birlikte (91/7-10; 7/172-173), rahmetinin bir sonucu olarak insanı kendi zaaflarıyla (4/128; 70/19-21; 17/11) başbaşa bırakmamış; apaçık hidayet yolunu göstermek amacıyla tarih boyunca bazı insanlara iletimde bulunmuştur (4/163-165).

Kur'an-ı Kerim Allah ile insanlar arasında olan bu iletimin üç kategoride mümkün olabileceğini ifade etmektedir: "Allah bir insanla konuşmaz. Ancak vahiy ile, veya perde arkasından konuşur, veya bir elçi gönderip izniyle dilediğini vahyeder. O yücedir; hakimdir. İşte böylece sana da emrimizden bir ruh vahyettik. Sen kitap nedir, iman nedir bilmezdin. Fakat biz onu kullarımızdan dilediğimizi kendisi ile doğru yola eriştirdiğimiz bir nur yaptık. Şüphesiz ki sen doğru bir yolu göstermektesin." (42/51-52)

Bu üç kategorideki iletimin mahiyetinin ne olduğunu biraz daha yakından anlayabilmek için ayette geçen "vahiy" kavramı üzerinde çok kısa da olsa durmak gerekmektedir.

Vahiy kelimesi sözlükte, "işaret etme, yazı yazma, gönderme, ilham, gizli konuşma" gibi anlamlara gelmektedir. (1) Cahiliye şiirlerinde sık geçen vahiy kelimesi etraflıca incelendiğinde kelimenin asıl semantik şartlan şu üç noktada toplanabilir:

1) Vahiy her şeyden önce bir iletimdir. Tabiatıyla bu, iki şahıs arasında vuku bulmaktadır. Fakat burada karşılıklı bir iletimden söz edilemez. Yalnız bir taraftan diğer bir tarafa aktif bir hareket söz konusudur.

2) Bu iletimin sözlü olması zaruri değildir. Yani iletim için kullanılan işaretlerin daima dit işaretleri olması gerekli değildir, ama dil işaretleri de kullanılabilir.

3) Bu iletimde daima bir sırlılık, gizlilik ve özellik vardır. Başka bir deyişle bu tür iletim, esoteriktir. İki şahıs arasındaki konuşma tamamen özeldir. (2)

Şunu hemen ifade etmek gerekir ki, vahyin semantik yapısı hakkındaki bilgilerimiz vahyin gerçek mahiyetini kavramamız için yeterli değildir. Bununla birlikte yukarıdaki açıklamalardan da anlaşılacağı üzere "vahiy" olgusu normal bir konuşma ve iletişim olmayıp, bir gizlilik, sırrilik taşımaktadır.

Kur'an-ı Kerim Allah'ın vahyini sadece peygamberlerle sınırlandırmadığı gibi (28/7), sadece canlılarla da sınırlandırmaz (16/68; 41/12). Fakat her ne olursa olsun ayetlerden anlaşılan Allah'ın vahiy ile yaptığı iletimini dışarıdan bir kimse tarafından duyulması, işitilmesi ve anlaşılması söz konusu olmamaktadır. Bu vahyeden ile vahyi alan arasındaki gizli bir olaydır.

İşte yukarıda verilen, iletimin üç kategorisinden ilki olan "vahy"in diğerinden farkı kanaatimizce buradadır. Zira "perde arkasından" Allah'ın iletimde bulunması, anlaşıldığı kadarıyla sesli, yani bir başka şahsın da anlamasına müsait olabilecek niteliktedir. Çünkü bu kategoride "vahy" değil, perde arkasından bir "konuşma" yapılmaktadır. Ayette "perde arkasından" denmesi konuşanın görünmediği şeklinde anlaşılmaktadır. Bu kategori için güzel bir örnek olarak Allah'ın Hz. Musa ile konuşmasını söyleyebiliriz. Araf Suresi'nin 143. ayeti Hz. Musa'nın tayin edilen vakit geldiğinde kavmini terkedip gittiğini ve Allah'ın onunla konuştuğunu söylemektedir. Yine Nisa Suresi'nde benzer şeyi görmekteyiz: "...Ve Allah Musa ile gerçekten konuştu." (4/164): İlginç bir durum olarak Kur'an Meryem Suresi'nin 52. ayetinde aynı olayı farklı bir ifadeyle anlatmaktadır: "Ona Tur'un sağ tarafından seslendik ve yalnız konuşmak için onu yaklaştırdık." Görüldüğü üzere diğer ayetlerde geçen "Allah'ın Musa ile konuşması"nın keyfiyeti bu ayetle daha bir netlik kazanmış ve konuşmanın "sesli bir biçimde yapıldığı" açıkça ifade edilmiştir. Zira ayette geçen "nada" fiili "bağırmak, seslenmek" anlamına gelmektedir. (3) Böylece "vahy kategorisinin farkı daha iyi anlaşılmış olmaktadır.

Üçüncü kategoriye gelince burada iletim ayette de belirtildiği üzere bir elçi vasıtasıyla olmaktadır. İşte Kur'an-ı Kerim bu üçüncü yolla gelmiştir. Nitekim bazı ayetler bu gerçeği açık bir biçimde ortaya koymaktadır: "Andolsun, o, şerefli bir elçinin sözüdür. Orada meleklerce kendisine itaat edilir, üstelik güvenilir. Arkadaşınız cinlenmiş değildir. Andolsun (Muhammed) onu (Elçi'yi) apaçık ufukta görmüştür. O, görülmeyen şeyler hakkında (verdiği haberlerden dolayı) suçlanamaz." (81/19-24). Yine başka bir ayette şöyle denmektedir: "O vahyedilenden başkası değildir. Çünkü onu güçlü, kuvvetli ve üstün yaratılışlı biri öğretti. Sonra en yüksek ufukta iken doğruldu. Sonra yaklaştı. O kadar ki iki yay arası kadar, hatta daha da yakın oldu. Bunun üzerine kuluna vahyettiğini vahyetti. Gördüğünü kalbi yalanlamadı. Onun gördükleri hakkında onunla tartışıyor musunuz? Andolsun onu Sidretü'l-Münteha'nın yanında önceden bir defa daha görmüştü. Cennetü'l-Me'va da onun yanındadır. Sidre'yi kaplayan kaplamıştı. Gözü kaymadı ve sınırı aşmadı. Andolsun o, Rabbinin en büyük ayetlerinden bir kısmını gördü." (53/5-18).

Ayetler bir yandan Kur'an'ın bu elçi tarafından getirildiğini ifade ederken, diğer taraftan "elçi"nin niteliği hakkında ve peygamberin "vahiy elçisi" ile ilgili olarak yaşadıkları hakkında da birtakım bilgiler sunmaktadır.

Şunu söylemek gerekir ki, vahiy elçisi ile ilgili Kur'an'ın açıklamaları bunlardan ibaret değildir. Nitekim Kur'an; vahyi getirenden Kutsal Ruh (16/102), Güvenilir Ruh (26/193-195) ve Cebrail (2/97-98) olarak da bahsetmektedir. Fazlurrahman, ayetlere dayanarak, peygamberimize gelen vahiy elçisinin tamamen meleklerden ayrı olmadığını bununla birlikte bir melek de olmadığını söylemektedir. (4) Bu görüş tartışılabilir. Bununla birlikte onun vahiy elçisinin ruhani olduğu ve peygambere nisbetinin ise enfüsi (internal) olduğu, (5) dolayısıyla Cebrail'in veya vahiy elçisinin bir dış varlığa sahip olmadığı şeklindeki görüşü (6) kabul edilebilir görünmemektedir. Çünkü Kur'an-ı Kerim Hz. Peygamber'in vahiy elçisine "iki yay kadar ve hatta daha da yakın olduğunu" ve onu gördüğünü bir kaç defa ifade etmektedir (53/5-18; 81/19-24). Ayrıca Necm Suresi'nin 5-18. ayetlerinde Hz. Peygamberin bu görme esnasında vahiy aldığı da belirtilmektedir.

Vahiy ile ilgili bir başka nokta da, Hz. Peygamber'in vahyin muhtevasına bir dahlinin olup olmadığıdır. Öncelikle şunu söylemek gerekir ki, vahiy vakıası tabiatı itibariyle gaybi bir konudur. Dolayısı ile vahyin mahiyetini anlamaya çalışırken "az bir bilgi de verilmiş olsa" kendimizi Kur'an ile sınırlandırmak zorundayız. Çünkü "veri"siz bir yapı kurmaya çalışmak akıl için eğlenceli olsa da, gayba taş atmaktan, zandan ve birtakım spekülasyonlardan öteye geçmemektir. Hatta bazen akli bir yapı kurma adına Kitab'ın bilgileri dahi te'vil adı altında çarpışabilmektedir. Bu yüzden bu noktaya da temas ederken aynı şekilde Kur'an çerçevesini zorlamamaya çalışacağız.

Kur'an-ı Kerim öncelikle Hz. Peygamberin kendisine gelen vahiyden ayrılamayacağını (17/73-75) ve onu kendisinin değiştiremeyeceğini ifade etmektedir: "Onlara açık ayetlerimiz okunduğu zaman bize kavuşmayacaklarını zanneden kimseler; 'Bundan başka bir Kur'an getir veya bunu değiştir.' dediler. De ki: 'Onu kendi tarafımdan değiştirmek benim için imkansızdır. Ben sadece bana vahyolunana uyarım. Şayet ben Rabbime karşı gelirsem büyük bir günün azabından korkarım.'" (10/15). Bununla birlikte eğer bir değişiklik olacaksa bunu yapacak olanın yalnız vahyi gönderen olabileceği de zikredilmektedir (2/106; 3/39; 16/101).

Görüldüğü gibi Kur'an, Hz. Peygamberin, kendisine gelen vahyi değiştirme yönünde bir müdahalesinin olamayacağını açıkça ortaya koymaktadır. Peki elimizdeki Kur'an'ın bu şekliyle oluşmasında Hz. Peygamberin -Allah'ın iradesi doğrultusunda- bir müdahalesi söz konusu mudur? Daha açık bir ifade ile, bazılarının iddia ettiği gibi Allah'ın indirdiği Kitab'ın manası, ruhu yalnızca Allah'a ait de lafzı Hz. Peygamber'e mi aittir?

İslam düşünce tarihinde bu konu tartışılmış, özellikle bazi İslam filozofları (mesela Farabi gibi) vahyin Kur'an'da ifadesini bulan lafzi yönünün Hz. Peygamber'e aidiyyetini ifade/iddia etmiştir.

Farabi peygamberin, kendisinde bulunan yüksek mütehayyile gücü sayesinde Faal Akıl'dan gelen akledilirleri (vahiy) insanların anlayış ve kavrayışlarına göre temsil ve tebliğ ettiğini düşünmektedir. (7) Günümüzde ise bazı müslüman ilim adamları aynı yorum tarzıyla olmasa da Kur'an'ın lafzi yönünün Hz. Peygamber'e ait olduğunu söylemektedirler. Böylece onlara göre Kur'an'ın tarihsel bir yönü söz konusudur ki, özellikle bu, "hukuk" alanında kendisini göstermektedir. Yakın zamanlarda ölen ünlü oryantalist W. M. Watt ise Kur'an'ın vahiy olduğuna inandığını söylemesine rağmen onu kollektif bilinçaltının bir ürünü olarak görmekte "Kur'an'ın lafzi muhtevaları, Hz. Muhammed'in şuuruna, şuur altından gelmekteydi" demektedir. Watt'ın bu açıklaması Kur'an'ın çok boyutlu tarihselliğini ifade etmekte ve ona göre de zaten Kur'an'da tarihi olarak dahi pek çok bilgi yanlışı bulunmaktadır. (8)

Kur'an çerçevesinde meseleye yaklaştığımızda, Hz. Peygamberin yukarıda çeşitli birimlerde zikredildiği gibi vahye bir katkısının olmadığı görülmektedir: "O hevasından (kendinden) konuşmaz (yantigu). Onun konuştuğu kendisine vahyedilen bir vahiyden başkası değildir. Çünkü onu güçlü, kuvvetli ve üstün yaratılışlı biri öğretti." (53/3-5). Ayette "konuşma" olarak çevirilen anlam Arapça "nutk" kökünden gelen "dilin seslerle ifade ettiği ve kulağın duyması halinde gerçekleşen" bir fiil olarak tanımlanmaktadır ki (9) bu, lafzen de, Hz. Peygamber'in tebliğ ettiğinin vahiy olduğunu göstermektedir. Zaten bir başka ayette "Ve eğer müşriklerden biri senden aman dilerse, Allah'ın kelamını işitip dinleyinceye kadar ona aman ver." (9/6) denilirken Kur'an'dan "Allah'ın kelamı" olarak söz edilmektedir. Yine Allah "Yoksa (Muhammed) Allah'a yalan uydurdu mu diyorlar? Allah dilerse senin kalbine mühür basar, batılı mahveder hakkı kelimeleriyle yerleştirir. Şüphesiz o göğüslerin özünü bilir." (42/24) buyurmaktadır. Buradaki "hakkı kelimeleriyle yerleştirir" ibaresinin altını çizmek istiyoruz.

Hz. Peygamberin vahye tabi olduğu, Kur'an kalbine yerleştirilirken ve aktarım halinde tamamen müdahalesiz olduğu konusunda çok çarpıcı bir ayet de Kıyamet Suresi'ndedir: "(Ey Muhammed) onu tekrarlamak için acele acele dilini kıpırdatma, onu toplamak ve okutmak bize düşer. Sana Kur'an'ı okuduğumuz zaman onun okunuşunu takip et. Sonra onu açıklamak bize düşer." (75/16-19).

Ayette geçen "dilin kıpırdatılması", "Kur'an'ın okunması" ve "okunuşun takip edilmesi" vakıası açıkça vahyin lafzi yönüne işaret etmektedir. Hz. Peygamber tebliğci vasfıyla vahyi alıp aktarma konumundadır. Bundan dolayı olsa gerek Tekvir Suresi, Kur'an-ı Kerim için "Cebrail'in sözü" ifadesini kullanmaktadır: "O şüphesiz değerli, güçlü ve arşın sahibi katında şerefli bir Elçinin Sözüdür. O orada sayılan, güvenilendir." (81/19-21).

Dipnotlar:

1- İbn Manzur, Lisanu'l-Arab, (Kahire, thz.), C. 6, s. 4787-4788; Ragıb el-İsfahani, Müfredat, (Beyrut, 1992), s. 858.

2- Toshihiko Isutsu, Kur'an'da Allah ve İnsan, (Ankara, thz.), s. 147-178.

3- İbn Manzur, a. g. e., s. C. 6, s. 4388; Rağıb el-İsfahani, a. g. e., s. 796.

4- Fazlur Rahman, Ana Konularıyla Kur'an, (Ankara, 1993), s. 194.

5- Fazlur Rahman, a. g. e., s. 195.

6- Fazlur Rahman, İslam, (İstanbul, 1992), s. 18.

7- Yaşar Aydınlı, "Farabi'nin Nübüvvet Öğretisi", İslami Araştırmalar, (Ankara, 1988), C. 2, s. 8, Sayı: 8, s. 35 vd.

8- W. M. Watt, Modern Dünyada İslam Vahyi, (Ankara, 1982), Çev.: Mehmet S. Aydın, s. 33-37, 80-84, 150-153.

9 - Rağıb el-isfahani, a. g. e., s. 811.

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR