1. YAZARLAR

  2. Ahmet Ağırakça

  3. Kudüs’ün Kutsallığı ve Son Mirasçıları

Kudüs’ün Kutsallığı ve Son Mirasçıları

Eylül 2003A+A-

Tevhid inancının temel unsuru, Allah'ın vahdaniyetini imanın temeli olarak kabul etmek ve insanın hayatını düzenleyen her hususun vahye dayalı olması gerektiğine inanmaktır. Bu çerçevede iman şekillenince, vahyen Cenab-ı Allah'tan gelen her emir ve nehyi itirazsız kabul edip kutsiyetine iman etmek zaruri bir hal olur. Tevhid inancının genel ilkeleri dahilindeki ibadetlerden önemli bir kısmı zaman ve mekana bağlıdır. İşte bu ibadetler zaman ve mekana bağlı olunca belli zaman ve mekanlar da bu ibadetlerin bir kısmını oluştururlar ve dolayısıyla bazı zaman ve mekanlar ibadetlerin tamamlayıcı unsurları olarak kutsallık özelliğini kazanırlar.

Bu çerçevede ilk insan ve ilk Peygamber olan Hz. Adem(a)'ın dünyaya indirildiği, Havva ile buluştuğu ve yeryüzünde ilk ibadetini yaptığı yerler kutsal sayılmış ve bu yerler önemli ibadetler için mekan kabul edilerek, kutsallıkları nesilden nesile aktarıla aktarıla devam etmiştir. Bize, bugüne intikal eden bazı bilgilere bakılırsa Hz. Adem ve Hz. Havva'nın buluşma mekanları Arafat tepesidir. Kutsallığı da o günden beri devam etmektedir. Daha sonra Hz. İbrahim'in eşi Hacer ile oğlu İsmail'i alıp Bekke/Mekke vadisine getirip bırakmasının ardından susuz kalan anne ve bebeğinin su ihtiyacını karşılamak üzere Cenab-ı Allah'ın hikmetiyle burada fışkıran zemzem suyu; Hz. İbrahim'in oğlunu kurban etme meselesinden dolayı Mina ve Müzdelife gibi yerler mukaddes mekanlar olmuş ve bunlardan Mina, Allah'a yakınlık maksadıyla kurban kesme mekanı olmuştu. Aynı şekilde İbrahim ve oğlu İsmail (a.s) tarafından Allah'ın emri üzerine insanlar için bir ibadet mekanı olsun diye inşaa edilen Kâbe, kutsal bir mabed olarak kabul edilmiştir.

Hz. Musa'nın ilk vahyi aldığı mekan olan Tuva vadisi (Ta-Ha, 20/12) ile levhaları aldığı Tur Dağı, (et-Tur,52/1; et-Tin,95/2), Hz. Davud'un yaptırdığı ve oğlu Süleyman tarafında tamamlanan mabed Mescid-i Aksa ile Hz. İsa'nın doğduğu mekan olan Beytullahm vb. yerler kutsal yerler olarak kabul edilmiştir. Bu gibi yerler meydana gelen olaylardan ötürü kutsal görülmüş ve bu kutsallıkları vahiyle te'yid edilmiştir. Kâbe'nin kutsallığı ile ilgili inanç, Hz. İbrahim devrinden itibaren bu bölgede yaşayan insanlar tarafından devam ettirilmiş ve bu kutsallık daha sonra şirk dönemlerinde bile sürdürülmüştür. Hz. Muhammed (a.s)'ın peygamberliği ile de bu kutsiyet yeniden te'yid edilerek ebediyen, kıyamete kadar süreceğine iman edilmiştir. Rasulullah'ın Yesrib'e hicret etmesi üzerine O'nun talimatıyla sınırları belirlenip 'hicret yurdu' olarak kabul edilen ve peygamber şehri anlamına gelen 'Medinetu'n-nebi' adıyla anılan bu şehir ve burada peygamber ve arkadaşları tarafından inşa edilen ve 'Mescidu'n-nebi' diye anılan mescid bu kutsal mekanlar arasında yer almıştır.

Böylelikle Hz. Adem devrinde kutsallaşan Arafat tepesinden son peygamber Hz. Muhammed ile kutsallaşan Mescid-i Nebevi'ye kadar devam eden bu dönemlerde kutsal kabul edilen mekanlar, semavi dinlerin bütün mensupları tarafından kutsiyetlerine iman edilen yerler olmuştur.

Bütün bu kutsal mekanlar içinde dünya tarihinin son yirmibir asrında üç dinin mensupları tarafından kutsal kabul edilen Kudüs ve Mescid-i Aksa adeta paylaşılamamaktadır. Ancak bu şehrin ve içindeki kutsal mekanların kutsallığı Allah tarafından belirlendiğine göre Allah'ın indirdiği hükümler ve şeraitlerin hükümleri çerçevesinde değerlendirilmesi de yine vahiy gereğidir. Bu şehir ve şehirdeki kutsal yerlerin paylaşılamaması meselesine biraz sonra gelmek üzere son ilahi vahye ve son Peygamber'in Rabbinden aldığı ahkâma dayalı olarak kutsallıklarının en son durumlarını incelemeye çalışalım.

Kudüs, imar edildiği günden beri Şam diyarının merkezi ve başkenti olagelmiştir. Hz. İbrahim ve Hz. Lut (a.s)'ın Filistin bölgesine gelip yerleşmelerinden beri bu bölgenin tümü mübarek kabul edilmiştir: "Biz onu (İbrahim'i) ve (yeğeni) Lut'u alemler için mübarek kıldığımız arza (yere ulaştırıp) kurtardık" (Enbiya, 21/71). Bereketli veya mübarek kılınan bu bölgenin mübarek olarak kabul edilmesinin nedeni, Cenab-ı Allah'ın hikmetiyle meyve ve sebzelerle bereketlendirilmiş olması veya buradan çok peygamber gelip geçmesindendir.

Aynı şekilde, Kuran-ı Kerim'in Mescid-i Aksa'dan söz ederken etrafının mübarek kılındığını ifade etmiş olması da son derece manidardır. "Kulunu geceleyin Mescid-i Haram'dan etrafını mübarek kıldığımız Mescid-i Aksa'ya götüren (Allah) bütün eksikliklerden münezzehtir. O'na ayetlerimizden bazısını gösterelim diye (bu yolculuğu yaptırdık). Şüphesiz ki O, işitendir görendir." (İsra, 17/1). Yeryüzünde inşa edilen ilk mescidin Mekke'deki Mescid-i Haram olduğu bilinmektedir. Bu mescidin Hz. Adem veya ondan sonra gelen evladından birileri tarafından inşa edilmiş, Hz. İbrahim ve oğlu İsmail (a.s) tarafından da bu inşanın yenilenmiş olduğu kaydedildiği gibi, bu baba-oğul iki peygamber'in ilk temellerini atıp ilk defa kendilerinin bu mabedi yaptıkları da ifade edilmektedir.

 Yeryüzündeki ikinci mescidin ise Mescid-i Aksa olduğu Peygamber (a.s)'dan gelen hadislerle anlatılmaktadır. Bazı tarihçi ve yorumcuların kanaatlerine göre Mescid-i Aksa, Hz. Davud (a.s) tarafından inşasına başlanıp Süleyman (a.s) tarafından bitirilmiştir. Bir başka yoruma göre ise, bu mescid Davud (a.s)'dan önce vardı. Fakat onun zamanına gelinceye kadar bina bir hayli hırpalanıp eskidiğinden Davud ve Süleyman (a.s) tarafından yeniden inşa edildiği de belirtilir. Hz. İbrahim (a.s)'dan Hz. İsa (a.s)'a gelinceye kadar bir çok Peygamber bu bölgeden gelip geçtiği ve tevhid inancının kutsallığını onaylandığı Mescidi Aksa'nın burada bulunmasından dolayı etrafı mübarek kılınmış bir bölgedir.

Hz.İbrahim'in bir oğlu kutsal mekan olan Hicaz'da, diğer oğlu bir başka kutsal mekan olan Kudüs ve çevresinde bulunuyordu. Hz. İshak ve oğlu Yakub Filistin ve Kudüs'te hüküm sürerken, Yakub (a.s)'ın oğlu Yusuf'un Mısır'a yarleşmesi ve sonra ailesini yanına aldırmasıyla bu kutsal mekanın yöneticileri bölgeyi tümüyle terk etmemiş, yerlerine salih ve Allah'a itaat eden kendileri gibi iman eden kimseleri görevlendirmişlerdi. Zira bütün kutsal mekanlar Allah'ın hükümlerini yeryüzünde en mükemmel şekliyle uygulayan ve Allah'ın razı olacağı adalet ilkelerine ve tam anlamıyla tevhide bağlı adil ve vahye dayalı bir yönetim tarafından yönetilmelidir. Zira yeryüzüne salih kulların mirasçı olabileceğini Cenab-ı Allah hükme bağlamış ve bu durum adeta bir sünnetullah olmuştur.

"Hani Rabbi İbrahim'i bir takım kelimelerle imtihan etmişti. O da bunları eksiksiz yerine getirmişti. Allah: Ben seni insanlara imam (önder-yönetici) kılacağım demişti. (İbrahim de): "zürriyetimden de" (önderler olsun) demişti. Allah: Ahdim zalimlere erişmez, buyurmuştu." (el-Bakara, 2/ 124). Yani zalimleri asla önder kılmam buyurmuştu cenab-ı Allah. Bu ayetin ve "Andolsun ki Biz Tevrattan sonra Zeburda da :Yeryüzüne benim salih kullarım mirasçı olur" diye yazdık" ( el-Enbiya, 21/105) ayetinin hükmüne göre bu kutsal mekanlar yukarıda yönetimlerinin ilkelerini verdiğimiz adil yöneticilerin yönetiminde olabilir.

Bu çerçevede Hz. Yakup ve Yusuf Mısır'a yerleşmelerinden sonra Kudüs ve Filistin çevresini de kendileri gibi iman edenlerin yönetiminde ve kontrollerinde tutuyorlardı. Ancak Filistin'e Amalikalıların, Mısır'a da Firavun yönetimlerinin hakim olup bu bölgelerde yaşayan insanların tevhitten uzaklaşmaları üzerine Cenab-ı Allah yeni bir peygamber olarak Hz. Musa'yı gönderdi. Musa (a.s) kavmini ve Firavun yönetimini Allah'ın ahkamına uysunlar ve ona ibadet etsinler diye tevhid inancına davet etti. Kendisine iman edenlerle birlikte Mısır'dan çıkıp Filistin'e gitmek üzere yola çıktı. Allah'ın kendilerine verdiği bunca nimetlere rağmen mukaddes topraklara girin denildiği zaman Hz. Musa'ya orada zalim ve zorba bir toplum olduğunu, onlar oradan çıkmadıkça asla mukaddes yer de olsa oraya girmeyeceklerini söyleyip "Sen ve Rabbin gidip onlarla savaşın, biz burada oturuyoruz" diyecek kadar azgınlaştılar. Bunun üzerine Musa, kendisi ve Kardeşi Harun'dan başka kimsenin kalmadığı hususunda Rabbine dua edince bu korkak kitle Allah'ın kendilerine verdiği bunca güzel nimetlere rağmen Allah'ın dinine sahip çıkmadı. Bunu için de Allah onları kırk yıl müddetle Tih Çölü'nde şaşkın şaşkın dolaşmak üzere cezalandırdı ve Musa'ya hitaben "Artık sen de o fasıklar topluluğu için tasalanma" buyurarak kutsal mekanlara fasıkların sahip ve mirasçı olamayacağını bildirdi, ( el-Maide, 5/20-26).

Burada görüldüğü gibi zaman zaman kutsal mekanlara zorba güçlerin hakim olabileceğini, fakat ne olursa olsun Cenab-ı Allah'ın, mü'minlerin bu kutsal yerlere sahip olmalarını istediğini ve buralara sahip çıkmayan korkak kimselerin de fasıklıkla nitelendirildiğini ve Allah tarafından yeryüzünde şaşkın şaşkın dolaştırıldıklarını görüyoruz. Dün de böyleydi bu gün de. Kuran-ı Kerim'in uzun uzun anlattığı Musa kıssasında İsrailoğullarının Allah'a karşı geldiklerinden dolayı fasık ve lanetlenmiş bir kavim oldukları hususunda hiçbir tereddüt söz konusu değildir. İsrailoğullarının lanetlenerek bu kutsal mekanlardan mahrum bırakıldıkları gayet açık bir husus iken ve daha sonraki dönemlerde de birkaç peygamberi öldürüp Allah'a karşı suç işleyen kimseler olarak lanetlenmiş, Allah'ın huzurundan ve bu kutsal topraklardan kovulmuşlardır.

Allah bu kutsal toprakların daima salih kimselerin yönetiminde kalmalarını irade buyurmuş, fasık ve zorbaların hakimiyetine geçen bu toprakların tekrar peygamberlerin veya peygamber mirasçılarının eline geçmesini istediğinden dolayı sık sık bu bölgeye peygamberler gönderip hep onları uyarmıştır. Musa'dan sonra gelen ve İsrailoğullarına mensup bir çok peygamberin içinde Davut ve ardından Süleyman'ın gelip bu topraklarda Allah'ın şeriatıyla güçlü bir devlet olarak hükmetmelerinin sebebi budur. Davud öncesinde de Allah İsrailoğullarını tekrar küfre karşı cihad etme hususunda imtihan etmiş ve onlara Talut'u hükümdar olarak belirlemişti. Fakat yine itaat etmeyip isyan ederek bu mukaddes topraklar uğruna savaşmaktan kaçınmışlardı. İşte bütün bu olaylar çerçevesinde Davud ve Süleyman (a.s)'dan sonra bu kutsal mekan ve toprakların mutlaka mü'min ve muvahhidlerin yönetiminde olması gerektiğini anlıyoruz. Kâfir ve müşriklerin bu topraklar üzerinde velayet hakları olmamalıdır. Özellikle daha sonra Zekeriyya ve Yahya (a.s)'ı öldüren kitlenin bu topraklar üzerinde velayet hakkına sahip olamayacakları açıktır.

Bu olayların ardından Cenab-ı Allah yeni bir peygamber göndererek mukaddes emaneti yeni bir mü'min kitleye miras bırakmayı arzu etti ve İsa (a.s)'ı büyük mucizelerle göndererek İsrailoğullarının yeniden tevhide davet edilmesini istedi. Ancak Tih Çölü'ne girerken gösterdikleri inatlarından asırlarca sonra yine vazgeçmemişlerdi. Hz. İsa'ya karşı çıkıp, getirdiği bütün o büyük mucizelerini inkâr ettiler ve sonunda Zekeriya ve Yahya gibi onu da öldürmek isteyince, Allah İsa'yı onların şerrinden korudu ve kendi katına aldı. Onu asla asmadılar ve asla öldürmediler ancak astıkları adam onların gözünde İsa (a.s)'a benzetildi. Bütün bu olaylara baktığımızda İsrailoğulları kendilerine vadedilen bu toprakların değerini kavrayamamış hep isyan etmiş, peygamberlerin kanını akıtmış ve Allah'ın dinini ve tevhid inancını korumaları gerektiği halde buna yanaşmamış olduklarından dolayı cezalandırılarak ebediyen bu kutsal mekanlara sahip olmaktan uzak tutulmuşlardır.

Hz. İsa ve havarileri Allah'ın dinini yaymaya çalışırken büyük zorluklarla karşılaşmışlardı. Özellikle bu dönemde müşrik olan Roma İmparatorluğu yönetimi muvahhidlere büyük sıkıntılar çektirmişti. Ashab-ı kehf olayı bunun en bariz örneğidir. Ancak Allah, gönderdiği peygamberleri hep böyle öldürüp duran bu zalim kitleyi yine bir başka zalim kitlenin eliyle cezalandırmıştır. Musa (a.s) ve ondan sonra gelen peygamberlere bir çok sıkıntı çektiren İsrailoğullarına Allah Babil hükümdarı Buhtunnassır'ı musallat kılmış, asırlarca süren Babil esaretini onlara acı bir şekilde tattırmıştı. Zekeriyya ve Yahya (a.s)'ı öldürmeleri ve İsa (a.s)'ı öldürmeye teşebbüs etmelerinin ardından da müşrik Roma İmparatorlarını musallat kılmış ve yine onlar için asırlar süren bir başka esaret devri başlamıştı. Bu, İsrailoğullarının kendi elleriyle işledikleri zulmün sonu ve bu zulmün cezasıydı.

 Nihayet son dönem (ahir zaman) peygamberini tüm insanlığa gönderen Cenab-ı Allah, yeryüzünün son mirasçılarını görevlendirmek ve tevhid inancına sahip çıkarak yeryüzünün bütün mukaddes mekanlarına mirasçı olmalarını istemişti. "Biz seni alemlere rahmet olarak gönderdik" buyuran Allah, Peygamberine bu tebliğ görevinin yanı sıra kutsal mekanların emanetini de tevdi etmişti. İşte bu mukaddes mekanların Hz. Peygamber (a.s)'a tevdi edildikleri gün, yukarıda söz ettiğimiz İsra günü idi. Adeta Cenab-ı Allah bu mekanların yönetimini ona vermek üzere bir gece Cebrail'i gönderip onu Burak'a bindirerek Kudüs'e götürmüş ve bütün peygamberlerle buluşturmuştu. Diğer peygamberlerle birlikte İsrailoğulları peygamberlerini görev yaptıkları yerlerde Hz. Muhammed (a.s)'ın huzurunda buluşturup Hz. Muhammed'i hepsine imam kılınması ve Rasulullah'ın onlara namaz kıldırması bütün peygamberlerin en üstünü ve önderleri olduğunu göstermektedir. İşte İsra ve Mirac gününde Hz. Peygamber'in diğer bütün Peygamberlere namaz kıldırması ve onlara imam olması bütün bu kutsal bölgenin artık onun uhdesine tevdi edilmiş olduğunun kanıtıdır. Allah emaneti ve kutsal mekanların nöbetinin bayrağını son peygamberine vererek Mescid-i Aksa'nın ve etrafının onun ve ümmetinin yönetimine bırakıldığını gösteriyordu. Mekke'den alınıp Kudüs'e bir gece yarısı götürülmesinin hikmeti bu olmalıdır. Yoksa mirac olayı Mekke'den de gerçekleşebilirdi. Allah O'nu katına Mekke'den de yükseltmeye kadirdir. Ancak Kudüs'te, Mescid-i Aksa'da böyle bir buluşma ve birlikte ifa edilen böylesi bir ibadetin başka bir anlamı olmamalıdır. Bu bir devr-i teslim merasimi idi. Allah Hz. İbrahim'in bir oğlu İsmail'in mirası olan Mekke ve çevresini onun torunu ve bölgenin sâkini ve mensubu sıfatıyla Hz. Muhammed'e vermişti. Kudüs buluşması da Hz.İbrahim'in diğer oğlu Ishak'ın mirası olan Kudüs ve çevresini de İsra gecesinde yine O'na hediye etti. İslam tarihinde ilk iki büyük mescidin inşa edildiği Mekke ve Kudüs şehirlerinin anahtarları bağırlarında bulundurdukları mescidleriyle beraber son nebi Hz. Muhammed (a.s)'e bu şekilde teslim edilmiş ve kıyamete kadar onun ve ümmetinden salih kimselerin yönetimine verilmiştir.

Yukarıdan beri anlattıklarımızın "ana tema"sı olan husus bu mekanlara yalnız salih ve muttakilerin mirasçı olabilecekleri hususudur. Bu durum İsrailoğulları zamanında böyle olduğu gibi Müslümanlar zamanında da aynen devam etmiştir. İsrailoğullarının tevhide sırt çevirip zulme başladıkları anda Allah bu mekanları ellerinden alıp başka zalimleri de onlara musallat kıldığını yukarıda anlattık. Bu husus İslâmî dönemde de aynen cereyan etmektedir.

Hz.Peygamber (a.s) İsra olayından önce de, Mekke devri boyunca ibadetlerini Kudüs'e doğru yönelerek yapmış, namazda Kudüs'teki Mescid-i Aksa'yı kıble edinmişti. Kudüs'ün Müslümanların ilk kıblesi olması onun İslam dini nazarındaki kutsallık ve önemini bariz bir şekilde göstermektedir. İlk kıble ve İsra ve Mirac'ın mekanı olan bu mukaddes şehir ve içindeki kutsal mescide verilen değer, İslam dininin önemli bir ilkesi idi. Hz. Peygamber İsra gecesinde kendisine emanet edilen bu mescid ve şehre hayatı boyunca önem vermiş ve bu bölgenin önem ve kutsallığına dair bir çok hadis buyurmuştur. Ayrıca Mekke'den Medine'ye hicret ettikten ve İslam devlet ve yönetimini oluşturduktan sonra bu bölgeyi o gün için hakimiyetinde tutan Bizans İmparatoru Herakleios'u İslam'a davet etmiş ve ayrıca bölgeye iki kez ordu göndermişti. Hatta bu seferlerin ikincisi olan Tebuk seferinde bizzat kendisi orduya kumandanlık etmişti. Rasulullah bu faaliyetleriyle ashabına bu şehir ve bölgenin önemini vurgulamış ve mutlaka buranın İslam yönetimi altına alınarak adaletle idare edilmesini anlatıp durmuştu.

Ayrıca İslam'da ibadet maksadıyla yapılan seyahat ve ziyaretlere verilen önem çerçevesinde kutsallığı naslarla belirlenen mekanların Rasulullah tarafından sınırlandırıldığını gösteren hadisler de Kudüs ve Mescid-i Aksa'nın önemini bir kez daha ortaya çıkmaktadır. Hz. Peygamber şöyle buyuruyor: "Üç mescid dışındaki mescidlere ziyaret için yolculuğa çıkılmaz. Mescid-i Haram'a, Benim bu mescidime ve Beytu'l-Makdis'e." Bu hadiste üç mescidin kutsallığı anlatıldığı gibi bunların dışındaki yerlere ibadet maksadıyla ziyaret için yolculuğa çıkılamayacağı bildirilmektedir. Mescid-i Aksa'nın diğer iki mescid ile birlikte anılması İslam'ın ve Hz.Peygamber'in bu mescid'i kutsal bir mescid ilan etmesidir. Yukarıda ifade ettiğimiz gibi, son peygamberden önce gelip geçen peygamberlerin getirdikleri şeriatların, Cenab-ı Allah tarafından ve onun irade ve meşietiyle neshdilmesi ve son şeriatın indirilmesinin sonucu olarak, Mescid-i Aksa ve çevresi İsra gecesinde Hz. Muhammed ve ümmetine devredilmiştir.

Yahudilerin bu topraklara Hz. Musa zamanında sahip çıkmayıp "Sen ve Rabbin gidip savaşınız" diyerek bu kutsal mekanları korumaya yanaşmamalarının sonucu ellerinden alınmış, hatta bu fırsat ellerine birkaç kez geçmesine rağmen aynı isyan ve korkaklığı gösterdiklerinden dolayı artık bu mescid ve çevresi hakkında hiçbir sahiplik iddiasında bulunamayacaklarını Cenab-ı Allah onlara defalarca bildirmiştir. Buna rağmen çağımızda dünyayı fesada boğarak Filistin'i işgal edip bunca insanın kanına girmeleri, boşuna günah çıkartma gayret ve iki yüzlüklerinden başka bir şey değildir.

Diğer taraftan Kudüs'ün son ve haklı mirasçıları olan Müslümanların da buradaki mescidi, Hz.Ömer zamanında İslam toprağı olmasından sonra iki kez başkalarına kaptırmış olmaları salahtan uzaklaşmalarından kaynaklanmaktadır. Yukarıda ifade ettiğimiz şekilde yeryüzüne salih kullar mirasçı olurlar. Fakat salahı kaybedip İslam'a ve tevhide olan bağlılığı bırakıp yanlış yollara sapınca, Allah'ın hikmetiyle bu kutsal mekanlar ellerinden çıkıp Buhtunnassır ve Romalıların eline iki kez geçtiği gibi Müslümanlar zamanında da kendilerinden daha zalim kavimlerin eline geçmiştir. Galiba Haçlı seferleri sırasında ve bu dönemde Mescid-i Aksa'nın, o gün Haçlıların ve bugün Yahudilerin eline geçmesinin hikmeti de Müslümanların İslam'a olan bağlılıklarını bu iki dönemde de kaybettiklerinden kaynaklanmaktadır.

Sonuç olarak kutsal mekanları salih kullar sahiplenirse kutsallıklarına paralel olarak korunurlar. Temennimiz İslam dünyasındaki uyanış ve direniş hareketlerinin gittikçe güç kazanması bu kutsal mekanların tekrar Allah'ın kendilerinden razı olduğu salih kulların eline geçmesidir. Bunun da ilk işaretlerinin görülmeye başlanmış olması bu ümidi daha da arttırmaktadır. İslam dünyasında gittikçe güçlenen Müslümanlar bir gün mutlaka işgal altındaki bu toprakları kurtaracak ve yeniden salih ve mü'minler yeryüzüne mirasçı olacaklardır.

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR