1. YAZARLAR

  2. Rıdvan Kaya

  3. Kudüs Günü ve İslami Sorumluluğumuz

Kudüs Günü ve İslami Sorumluluğumuz

Şubat 1999A+A-

Müslümanlar açısından Kudüs senede bir kez hatırlanan, gündeme alınıp, hakkında konuşmalar, etkinlikler yapılan ve bir sonraki yıl tekrar hatırlanmak üzere bir kenara bırakılan bir konu değildir, olmamalıdır. Kudüs bizim yüreğimizi dağlayan bir sancımızdır. Sürekli kanayan bir yaramızdır. Ve bu yüzden de bizim değişmez gündemimiz olmalıdır.

Her yıl Ramazan'ın son Cuma'sı vesilesiyle bu konuyu daha yoğun birlikteliklerle ele almamız; bu meselemiz, bu derin yaramız etrafında daha bir hassasiyetle durmamız, duyarlılıklarımız ve sorumluluklarımızın altının daha kalın bir biçimde çizilmesi açısından önemlidir.

Kudüs biz müslümanlar açısından her yönüyle büyük öneme sahiptir.

Herşeyden evvel, Rabbimiz Kitab'ında Kudüs'te bulunan Mescid-i Aksa için "ellezi barekna havlehu" buyurmaktadır. Kitabullah'ta "çevresini bereketli kıldığımız" şeklinde vasfedilen Mescid'i Aksa'nın müslümanlann ilk kıblesi ve İsra1 mucizesinin mekanıdır. Resulullah Efendimiz'in bir gece yolculuğuyla Mescid'ül Haram'dan Mescid'ül Aksa'ya yürütülmüş olması ve Kitabullah'ta Kudüs'e yönelik vurgular onun bizler için ilahi bir emanet olduğunu açıkça ortaya koymaktadır.

Yine Kudüs, Hicret'in daha henüz 16. yılında Hz. Ömer tarafından Bizanslıların elinden alınıp, İslam topraklarına katılmış ve bu tarihten itibaren her taşında, toprağında, havasında İslami mirasın işlenmiş olduğu bir şehrimizdir. Bu yönüyle de biz müslümanlar için tarihi bir emanettir.

Ayrıca Kudüs, gerek tüm kitabi din mensupları için taşıdığı önem, gerekse de dünya siyasetinin merkezi demek olan Ortadoğu bölgesinin kalbinde yer alması nedeniyle, yüzyıllardır işgalci ve kafir güçlerin oyunlarına, saldırılarına konu olmuş bir beldemizdir. Ve özellikle de son yüzyılda, İslam dünyasına yönelik emperyalist işgal ve sömürgeliştirme politikalarının odağında yer almıştır. Bu yönüyle de coğrafyamızın bizlere yüklediği mücadelenin, kavganın bir sembolünü oluşturmaktadır.

Kudüs'ün ve Kudüs Günü'nün Anlamı

Kudüs'ün biz müslümanlar için her açıdan önemi açık. Yine bu mukaddes beldenin bugün siyonist çizmeleriyle kirletilmekte oluşunun Ümmet'e yüklediği sorumluluk da gayet açık. Bu itibarla burada uzun uzun Kudüs'ün bir ilahi emanet olarak öneminden; Siyonist işgalin boyutlarından söz etmeye gerek yok. Burada altı çizilmesi gereken husus, daha ziyade bu günün bizler için anlamı ne olmalıdır sorusu üzerinde durmaktır ve yine Kudüs'ün kurtuluşunu İslam Ümmeti'nin kurtuluşundan bağımsız bir olgu olarak görmeyen müslümanlar olarak, hangi noktalar üzerinde yoğunlaşmalıyız sorularına cevap aramak olacaktır.

1-Siyonist İşgalin Meşrulaştırılması Çabalarına Karşı Direniş Bilincini Canlı Tutmak

Kudüs Günü vesilesiyle öne çıkartmamız gereken önemli bir husus, her zemin ve şartta Siyonist işgal olgusuna karşı bilinç ve duyarlılığımızı canlı ve sıcak tutmak olmalıdır. Özellikle 9O'lı yıllarla birlikte içine girilen ve yeni dünya düzeni adı verilen ve aslında Amerikan emperyalizminin dünyayı koşulsuz ve dizginsiz bir biçimde şekillendirme çabasından başka bir şey olmayan mevcut ortamda, bu duyarlılıkların korunması ve artırılması ihtiyacı daha bir Önem arzetmektedir. Bilindiği gibi bloklar arası rekabetin sona ermesi ile birlikte ortaya çıkan gelişmeler neticesinde, Amerikan emperyalizmi tüm dünyayı tamamıyla bir kontrol ağı altına alma yolunda hızlı adımlarla ilerlemiş ve bu cümleden olarak, Ortadoğu'da da geleceğe dönük çıkarlarına uygun olarak 'barış' adı altında bir projeyi dayatmıştır.

Bu dayatmanın sonucu, birtakım tavizler karşılığında gasıp İsrail'in varlığının kabullenilmesi olmuştur. Bölgedeki tüm ülke ve güçler bu dayatmaya muhataptır. Zaten birçoğu işbirlikçi bir nitelik arzeden rejimler, bu projenin gönüllü neferliğini yapmaya dünden razı oldukları için, hiç vakit kaybetmeden siyonistlerle sarmaş dolaş vaziyetlere girmişler; sözde Filistin'in kurtuluşu için mücadele eden Arafat ve şürekası ise bu dayatmayı ucuz birtakım vaadler ve tavizler karşılığında kolaylıkla kabullenmişlerdir. Yaşanan bu gelişmenin sonucu olarak, bugün emperyalistlerin güdümündeki uluslararası kuruluşlar ve medyanın da katkısıyla Siyonist çete hem dünya genelinde, hem de bölgede düne nazaran çok daha 'meşru' bir görüntüye kavuşturulmuştur.

Bu noktada Siyonist işgale karşı çıkmak, İslami kimliğimizin ve imanımızın bir gereği olarak öne çıkmaktadır. Tam yarım asırdır Filistin'de yaşananlar asla unutmayacağımız bir gerçeği önümüze koymaktadır: Siyonist işgal hiçbir şekilde kabullenilemez; hiçbir pazarlık veya karşılığa bağlı olarak normalleşemez. Bu bizim Kur'ani bir sorumluluğumuz olduğu gibi, tarihe, insanlığa, hakk ve adalet ilkelerine karşı da vazgeçilmez bir vazifemizdir. Bu vazifemizi her şartta yerine getirmeli ve işgal olgusuna karşı bilincimizle, yüreğimizle, sözümüzle, bileğimizle, elimizdeki her türlü imkanla sürekli bir karşı durma tavrını geliştirmeliyiz. Unutmamalıyız ki, işgal önce bilinçlerde, yüreklerde boy verir. Bir kere bilinçlere, yüreklere sızmayı başaran işgal mikrobu, zamanla her yere sinmeyi, yerleşmeyi başarır, kalıcılaşır.

Ve maalesef bugün, müslüman olduğunu söyleyen, hatta İslami bir dava peşinde olduğunu iddia eden çevrelerde bile Siyonist çetenin necis varlığını kabullenme yönünde emareler görülebilmektedir. Bu noktada, ülkemiz egemenlerinin siyonistlerle geliştirdiği kirli ilişkilerden sözetmeye gerek bile yok. Onlar varlıklarının gereğini yapıyorlar. Ama bu kirli ilişkinin sadece laik dikta düzeni ile gasıp Siyonistler arasında kalmayıp, çeşitli araçlar ve yöntemlerle topluma, halka da taşınmakta olduğu gerçeğini acı bir biçimde müşahede etmekteyiz. Burada özellikle üzerinde durmamız gereken nokta ise, çeşitli İslami etiketler taşıyan kuruluş ve çevrelerin duyarsızlığıdır. Ve özellikle bu olumsuz gidişatı teşhir etme ve tavır alma konusunda Türkiyeli İslami medyanın hassasiyetinde bir gerileme olduğu görülebilmektedir. Yine geçtiğimiz aylarda, Siyonist İsrail'in Ankara'daki elçiliğinde düzenlediği kuruluş yıldönümü kokteyline, İslami kesimi sözde temsil eden bir partinin milletvekillerinin de katılmış olması, bu konudaki duyarsızlığın nerelere vardırıldığının bir göstergesidir; ve tek kelimeyle utanç vericidir. İşte Kudüs Günü ve benzeri vesileler, bizlerin bu hassasiyetimizi koruduğumuzu, koruyacağımızı ve adaletten ve özgürlükten yana tüm insanlara mesajımızı haykırdığımız vesileler olmalıdır.

2- Birliktelik ve Dayanışma Arayışlarını Hızlandırmak

Siyonist işgal gerçeğini canlı tutma ve ona karşı tavrımızı pekiştirme yanında; Kudüs Günü vesilesiyle altı çizilmesi gerekli bir diğer husus da, bu ve benzeri vesilelerin müslümanlar arasında birliktelik bilincini geliştirme yönünde yapması gereken katkıdır. Bir ve beraber olmak, zulme ve küfre karşı birlikte mücadele etmek, bizlere Kur'an'ın bir emridir. Kaldı ki müslümanlar olarak, sadece Kudüs sorununu gerçek boyutlarıyla kavramamız; bizleri kuşatan emperyalist-Siyonist zincirin ağırlığını hissetmemiz; bu kuşatmayı adeta kalıcı bir esarete dönüştürmeye çalışan yerli işbirlikçi güçlerin sınır tanımaz zulümlerini somut bir biçimde müşahede etmemiz; birlikteliğin, omuz omuza, yürek yüreğe olmanın nasıl bir kaçınılmaz şart olduğunu anlamamız için yeter de artar bile!

Bu itibarla parçalanmış coğrafyamızı yeniden birleştirmeye, bütünleştirmeye, parçalanmış Ümmet yapımızdan başlamamız bir zorunluluktur. Bunu sağlamadan, yani Kuran'ın tasvir ettiği şekliyle "bünyanun mersus" haline gelmeden, yani kurşunla kaynatılmış bir duvar haline gelip, 'uğradığımız saldırıya karşı topluca karşı koyma' bilinci ve eylemini gerçekleştirmeden kurtulmamız mümkün değildir.

3- Yaşadığımız İşgali Kavramak ve Tavır Geliştirmek

Üzerinde çokça durmamız gereken diğer bir husus ise, bizzat yaşadığımız işgali, her an soluduğumuz işgali kavrama ve buna karşı somut tavırlar geliştirme üzerinde yoğunlaşmamızdır. Bu noktada ilk olarak Türkiyeli müslümanlar arasında sıkça rastlanılan ve Filistin'deki işgale karşı net bir tavır almakla beraber, bizzat yaşanılan işgali kavramakta acze düşen insanların içinde bulunduğu çelişkileri ortaya koymak gerekiyor. Her ne kadar özellikle 28 Şubat süreci ile birlikte yoğunlaşan zulümler, bu konuda pek çok insanımızın gözünü açmış, içinde bulundukları hali daha açık bir şekilde anlamalarına zemin hazırlamış ise de, hala ülkemize hakim olan zulüm ve şirk sistemini gerçek niteliğiyle kavrayamayan yığınların olduğunu görebilmekteyiz.

Ülkemizin içinde bulunduğu hal, Filistin'i kuşatan siyonist işgalden temelde farklı değildir. Topraklarımıza ve halkımıza musallat olmuş laik diktatörlük, emperyalizm ve siyonizmin yanında üstlenmiş olduğu işbirlikçilik rolüyle, Ortadoğu'ya yönelik şeytan üçgenini tamamlamaktadır. Ülkemizde cuntacı güçler, irtica adını verdikleri İslam'a ve müslümanlara karşı 'topyekün savaş' açtıklarını her vesileyle açıkça haykırmaktadırlar. İslami yükselişi durdurmak için her türlü zulüm uygulanmakta, İslami kimliklerini ve değerlerini savunan insanlar her fırsatta hakaretlere ve eziyetlere uğramakta, işkence ve baskılara maruz bırakılmakta, en ağır cezalara çarptırılmaktadırlar. Hatta öyle ki, ülkemize musallat olmuş zalimlerin mahkemeleri, kimi zaman neredeyse Siyonistlerin mahkemelerini bile aratır kararlar vermekte ve müslümanları yıldırmaya, sindirmeye çalışmaktadırlar.

Kuşatıldığımız işgale karşı koyabilmek için her şeyden önce net ve berrak bir mücadele bilincine sahip olmalıyız. Mücadele bilinci bize kendimizi, düşmanımızı, ne yapmamız gerektiğini öğretecektir. Bu bilince sahip olmanın biricik yolu ise Kur'an'la irtibattır; doğrudan Kur'an mektebinin öğrencisi olmaktır. Bunu sağlamanın yolu ise Allah'ın kitabı ile aramıza adeta büyük duvarlar ören tarihi, geleneksel, mezhebi önyargı ve engellerin aşılmasıdır. Sahih İslam'la, Resulullah efendimiz ve güzide ashabının örnekliğinde ortaya konulan tevhidi pratikle tanışmaktır. İşte bunu yapabildiğimizde her şey yerli yerine oturacak, Kur'ani kavramlar ve Kur'ani mesaj net olarak anlaşılacaktır. Böylelikle, mücadele gerçekliğini daha net tanıyıp, kavrama imkanı bulabileceğiz. Aynı şekilde tercih yapma aşamasına geldiğimizde direniş ve uzlaşma çizgilerini rahatlıkla tefrik edebilme yetisini kazanabileceğiz.

Tercih yapma noktasına gelindiğinde ilkeli ve tutarlı tercihler yapmak kolay değildir. Sahih bir bilinç ve sürekli bir eylemlilik gerektirir. Yorgun, yılgın ve Rabbimizin yardımından ümidi kesmiş kişilik yapısı, bu aşamada hep tercihini uzlaşmadan, teslimiyetten yana koyar. Kudüs özeline dönecek olursak; Arafat ve Arafat benzerlerini takip ettikleri ihanet çizgisinden dolayı teşhir etmek, mahkum etmek kolaydır, Ama acaba içimizdeki Arafatları teşhis etmek de bu kadar kolay mıdır?

Bu noktada toplumumuza gözlerimizi çevirdiğimizde, sözde İslami iddialar taşıyan, sözde İslami mücadele yürüten nice Arafat'ların bulunduğunu görürüz. Nedir bunları bu hale iten şey? En temelde Kur'ani bir mücadele bilinci ve eylemliliği içinde olmamalarıdır; her rüzgârda savrulmayı alışkanlık haline getirmeleridir. Sahip oldukları imkanları koruma uğruna zalimler cephesinden bir dayatmayla, baskıyla karşılaşıldığında kimliğinden, çizgisinden tavizler verebilmeye yatkın olmalarıdır.

Halbuki tarih müslümanların, imanlarına ve ilkelerine sarıldıklarında nice zalim ve şedid güçleri sarstıkları, telaşa, paniğe sevk ettiklerinin sayısız örnekleri ile doludur.

Nitekim Güney Lübnan'da Siyonistlere kan kusturan İslami Direniş bunun somut bir örneğidir. Yine işgal altındaki Filistin topraklarında İslami Direnişin ortaya koyduğu mücadele çizgisi ve kararlılık bunun bir örneğidir. Ümnıet'in ortak kazanımı sayılması gereken bu tecrübeler, bir kere daha şu gerçeği ortaya koymuştur: Müslümanlar imanlarının gereğini yaptıkları ve iddialarına sahip çıktıkları takdirde, zalimler geri adım atmaya mecbur olacaklardır.

Nitekim ülkemizde de aynı gerçek yaşanmakta değil midir? Son yıllarda düzenin artan baskıları ve dayatmaları karşısında, taşıdıkları İslamilik sıfatını haketmeyen koca koca cemaatler, çevreler, hareketler zalimler karşısında eğilmekten neredeyse kötürüm oldular, felç oldular; bir daha bellerini doğrultamayacak hale geldiler. Ama öte yandan sayıları çok fazla olmayan, büyük büyük tabelalara, binalara, unvanlara sahip bulunmayan, fakat Kur'anî ilkeleri ve bu ilkeleri koruma kararlılıkları bulunan bir avuç başörtüsü direnişçisi bacımız ise zalimlere karşı her şartta direnmeyi sürdürüyor. İşte bir müddettir Bursa'da yaşananlar bu gerçeğin bir teyididir. Bursa'da çoğu çocuk yaştaki başörtülü kardeşimiz bir kez daha, zulme karşı var olmanın, İslami kimliğimizi korumanın tek yolunun direniş olduğunu haykırmaktadırlar.

Bu direniş mesajının dalga dalga tüm İslam coğrafyasından Kudüs'e; Kudüs'ten tüm İslam coğrafyasına yayılmasını Rabbimizden niyaz edelim. Tıpkı Şehid Şikaki'nin dediği gibi:

"Filistin etrafında birliktelik sağlamak tarihin Kur'an'la buluşması ve Mescid-i Aksa'ya doğru siyasi bir coğrafyanın yeniden oluşturulmasıdır."

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR