1. YAZARLAR

  2. Rıdvan Kaya

  3. Keşke Kaybettiğiniz Şey Sadece Seçim Olsaydı!

Keşke Kaybettiğiniz Şey Sadece Seçim Olsaydı!

Nisan 2014A+A-

30 Mart seçimlerinde bir yandan pek çok parti ve aday yerel yönetimler için yarışırken, seçimler ilk kez siyasi parti kimliği taşımayan bir yapı ile iktidar partisi arasında kıyasıya bir mücadeleye de sahne oldu. Gülen Cemaati ile Hükümet arasında yaşanan kavgada son gülen ise AK Parti oldu.

Teselli Arayışları

Gülen grubu tüm stratejisini hükümete ağır bir seçim yenilgisi tattırıp sarsmak üzerine kurmuştu. Bu amaçla çok sert ve kapsamlı bir mücadeleye girişmiş ve taraftarlarını AK Parti’nin hızla inişe geçtiğine inandırmıştı ama seçim sonuçları Gülen Cemaatinin taktiklerinin ve hummalı kampanyalarının Tayyip Erdoğan’ın popülaritesini sarsmaya yetmediğini ortaya koydu.

2009 yerel seçimleri baz alınacak olursa AK Parti oylarını artırmış durumda. 2011 genel seçimlerine nazaran ise 4 puan civarında düşme görülüyor. Burada çok ilginç bir biçimde Gülen medyası teselli kabilinden bir çabayla 30 Mart seçim sonuçlarını ısrarla 2011 seçim sonuçlarıyla kıyaslayarak yorumluyor. Oysa seçim öncesi örneğin Zaman gazetesinde yayınlanan il ve ilçelere yönelik tüm seçim değerlendirmelerinde karşılaştırma için 2009 rakamları veri alınmıştı.

Ve yine manidar bir yaklaşımla aynı medya organları 30 Mart’ta belediye başkanlarına verilen oyları değil, büyükşehirlerde ilçe meclisleri ve illerde ise il genel meclisleri için kullanılan oyları esas alarak partilerin aldıkları oy oranlarını belirliyor. Bu şekilde AK Parti’nin oy oranı % 45.6 değil, % 43.3 çıkıyor. Ve buradan kalkarak AK Parti’nin oyunun % 4 değil, 6 oranında düştüğü tezi öne çıkartılıyor.

Belki biraz garip kaçmakla beraber, bu çabanın hiç de anlaşılmayacak bir şey olduğu söylenemez. Adeta varını yoğunu bir kavgaya teksif edenin, bir tür varlık-yokluk mücadelesine girişenin, bu kadar ağır bir yenilgiden sonra hazmetme güçlüğünü gidermeye yönelik olarak bu tür teselli arayışlarına ihtiyaç duyması doğal sayılabilir. Ama sonuç bu tür teselli ikramiyeleriyle giderilemeyecek kadar açık bir hezimetse avunma çabalarını bir kenara bırakıp neden ve nasıl diye sormak elzem olur!

Öyle ya, AK Parti’nin bittiği, oy desteğinin 2002’de başladığı noktanın altına düştüğü, 31 Mart sabahı yepyeni bir Türkiye’ye uyanılacağı, Tayyip Erdoğan’ın ülkeyi terk etmek zorunda kalacağı ve benzeri bir dizi iddialı cümleleri rahatlıkla dillendirebilen, daha kötüsü kendisini de yakın çevresini de tüm bu saçmalıklara inandıran bir ‘siyasi akıl’la yüz yüzeydik! Ve şimdi o ‘akıl’, “4 puan mıydı, 6 mıydı eksilen?”, “Cemaat oylarının ne kadarı CHP’ye gitti?”, “MHP ile SP’nin oyları ne kadar arttı?” türünden züğürt tesellisi hesaplarla arzı endam etmekte. Tartışılan tüm konular hezimeti örtmeye yönelik ömrü kısa, geçerliliği zayıf mazeretlerden ibaret. Bir müddet sonra mecburen gerçekle yüzleşmek durumunda kalındığında unutulup gidecek şeyler! Ama şunu da belirtelim ki, tüm bu hüsran tablosuna rağmen bir sorgulama süreci yaşanır mı sorusunun cevabı belli: Hayır, hiç beklenmemeli!

Haklı da Değildiniz, Ahlaklı da!

Gülen Cemaatinin sözcüleri biz haklıydık, doğru bir mücadele sürdürdük, esasta yanlış üzere olmadığımız gibi, araçlarda da hata yapmadık, dolayısıyla seçim sonuçları arzuladığımız istikamette tecelli etmemiş olsa dahi yenilmiş sayılmayız iddiasındalar! Oysa ne haklı bir davaları vardı ne de saygın bir mücadele yürüttüler. Bilakis yanlış araçlarla yanlış hedefe yönelen ve seçimleri kazanmış olsalar dahi Müslümanların vicdanında kaybetmeye mahkûm oyuncular idiler.

Öncelikle AK Parti ile giriştikleri kavganın bir fazilet mücadelesi olmadığı gayet açıktı. İddia edildiği üzere odaklanılan hesap Allah’ın dinine sahip çıkmak değil, devlet organlarında Cemaat mensuplarının sorunsuz kadrolaşması ve buna engel çıkartan Tayyip Erdoğan’ın ilk etapta zayıflatılıp, bilahare tasfiye edilmesiydi. Emniyet ve yargıdaki mutemet elemanlarınız vasıtasıyla iki yıl dosya biriktireceksiniz; ardından birbiriyle alakasız hadiseleri birleştirecek ve tam da dershane kavgasının kızıştığı bir vasatta yolsuzluk ve rüşvet operasyonlarına girişeceksiniz! Üstelik de bir yandan bu dosyalar üzerinden ahlak ve erdem söylemleri geliştirirken, bir yandan da Mustafa Sarıgül gibi bir isme destek vereceksiniz! Bunları yapanların ne kadar tutarlı ve samimi oldukları yeterince açık değil mi?!

Bu süreçte Gülen Cemaati adına dillendirilen söylemlere ve sergilenen tavırlara baktığımızda müthiş bir kafa karışıklığına, ölçüsüz bir kavga yürütme tarzına ve ihanet derecesinde vahim eylemlere şahit olduk.

Kimlik Bulanıklığı ve İdeolojik Savrulma

Öncelikle AK Parti ve Tayyip Erdoğan’a karşıt konumlanma sadedinde açıkça laik bir yönelim ortaya konulmuştur. Gerek dâhili, gerek harici egemen güçlerin desteğini alma ya da tüm bu çevrelere şirin gözükme saikıyla Erdoğan’ı ısrarla ‘siyasal İslamcı’ kategorisine oturtan bu tutum, bunun doğal neticesi olarak da kendisini ‘siyasal İslam tehlikesine karşı ittifak edilebilecek güç’ pozisyonuna yerleştirmiştir.1

Daha önceleri Kemalist-ulusalcı çevrelerden duyduğumuz eleştiriler-suçlamalar Gülen medyasının başlıca gündem malzemelerinden birini teşkil etmiştir. Hükümetin dış politikada ülke çıkarlarına zarar verdiği, yalnızlaştığı, devleti maceraya sürüklediği türünden suçlamalar hiçbir ahlaki, insani, İslami değer ve ilke gözetilmeksizin tekrarlanmıştır. İran yüzünden ABD ve AB ile ilişkilerin olumsuz etkilendiği; İsrail ile kavgalı olmanın ülke çıkarlarına zarar verdiği; Mısır’da darbe yönetimine karşı sert tavır almamak gerektiği; Suriye’de Beşşar yönetimiyle uzlaşmazlığın büyük kayba yol açtığı türünden İslami kimlikle ve Müslüman hassasiyetiyle bağdaşmayan tezler fütursuzca sahiplenilmiş, savunulmuştur.

Ümmet Dayanışmasını Hedef Almak

İHH’nın hedef alınması, Suriye’ye giden MİT TIR’larına operasyonlar unutulması mümkün olmayan girişimler olmuştur. Mantık korkunçtur. AK Parti iktidarını uluslararası zeminde ‘teröre destek veren hükümet’ zeminine oturtup, egemenlere dövdürtmek adına bu adımları atanların ümmetten, mazlumlardan yana olma gibi bir dertleri olduğuna kim inanır? İlginçtir, bu adımlar ters tepip Suriye’ye yardımlar hiç olmadığı kadar artınca, bu sefer irtibatlı kuruluşlar üzerinden yardım kampanyalarına hız verme ihtiyacı hissedilmiştir. Mamafih samimiyetsiz tutum burada da kısa sürede sırıtmış, Dışişleri Bakanlığındaki Suriye konulu toplantının sızdırılması ile birlikte kilitlenilen hedefe ulaşmak için feda edilmeyecek hiçbir değerin bulunmadığı ortaya çıkmıştır.

Dışişlerindeki sızdırmanın Gülen grubunca yapılıp yapılmadığı hususunda elbette kesin bir şey söylemek durumunda değiliz. Kendileri bu işle alakalarının bulunmadığını iddia etmektedirler. Ne var ki, sürecin nasıl geliştiğine dikkat edilecek olursa mide bulandırıcı bir durumla yüz yüze olunduğu rahatlıkla görülmektedir. 

20 Mart’ta Samanyolu TV’de CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, Hükümetin seçim öncesinde provokatif bir girişimle Suriye’ye savaş açma hazırlığı yaptığına dair duyumlar aldığını ifade etmiş ve bu iddia bilhassa Gülen medyasında çokça dillendirilmeye başlanmıştır. Ardından 23 Mart’ta Yayladağ sınırı yakınında bir Suriye jeti düşürülünce bu olay üzerinden ‘seçim öncesi savaş provokasyonu’ iddiası çok daha güçlü biçimde tekrarlanmaya başlanmıştır. Aynı süreçte Gülen grubuna yakın emniyet eskileri çok tehlikeli adımlar atıldığına dair ‘tahmin’lerini paylaşmışlardır. Ve tüm bu örgünün ardından 27 Mart’ta Dışişlerindeki görüşmelerin sızdırılması hadisesi yaşanmıştır. Tam seçim arifesinde atılan bu adım üzerinden ‘maceracı hükümet’ algısı pekiştirilmeye çalışılmış, ayrıca en mahrem bilgilerini dahi koruyamayan bir iktidar projeksiyonu üzerinden AK Parti Hükümetine yönelik hırpalama girişimlerine ivme kazandırılmıştır.  

Bu dinleme ve sızdırma işinin illa da Gülen grubunca yapıldığını iddia edebilecek verilere sahip olmasak da gerek bu hadisenin öncesinde takınılan tavırlar gerekse de sonrasında yapılan yayınlar masumiyet karinesinin bir hayli zedelendiğini açıkça ortaya koymaktadır. Ve en acısı da şudur ki, İslami camia nezdinde bu yapının kendi hedeflerine ulaşabilmek için her şeyi yapabileceği, şeytanla bile ittifak kurmaktan kaçınmayacağı imajı pekişmiş, dolayısıyla “Yok artık, bu kadar da değildir!” demek giderek güçleşmiş, adeta imkânsız hale gelmiştir.

İlkesiz İttifak Arayışları

İslami kimlik ve değerlerin korunması, ümmet aidiyetinin gözetilmesi gibi temel ilkeler çok rahat gözden çıkarılabildiği gibi oportünizmde de adeta sınır tanınmamıştır. Geçtiğimiz yaz boyunca Türkiye gündemini belirleyen Gezi kalkışmasını bu yapının nasıl yorumladığı ve yansıttığı ortadadır ama bugün gayet pişkin bir tavırla Gezi güzellemeleri yapılabilmekte, Gezi eylemleri diktatörlüğe karşı samimi gençlerin masum protestoları şeklinde alkışlanabilmektedir.

Bununla da kalınmamış, sırf Tayyip Erdoğan’ı zor duruma düşürmek için Kabataş hadisesi tepe tepe kullanılmıştır. Tayyip Erdoğan hakkında ‘yalancı’ imajı oluşturma adına tüm başörtülülerin sahtekâr konumuna düşürülmesi zulmüne ortak olunmuştur. Kabataş gündemi üzerinden ‘Gezi ruhu’nun ülke çapında başörtülü genç kızları, hanımları nasıl tedirgin ettiği gerçeğinin üzerinin örtüldüğü, her türden vandallığın masumlaştırıldığı görmezden gelinmiştir. Ki o vandallığı daha yakın bir zaman önce ODTÜ’de öğrenci çalışması yaparken sol şirretlikle okulu terk etmek zorunda kalan başörtülü mensupları şahsında bizzat bu cemaat yaşamamış mıydı?

Oportünizm Berkin Elvan hadisesinde de had safhadadır. Düne kadar “Okmeydanı’nı yakıp yıkan güruh” şeklinde tanımlanan çevreler bir anda “halk” olmuştur, “saygı değer yurttaşlar” topluluğuna terfi ettirilmiştir. Berkin Elvan’ın cenaze töreni dolayısıyla sergilenen manzara “Hükümete bir gol de buradan” mantığıyla abartılı bir biçimde sahiplenilmiştir. Cenaze, Alevi kesime selam gönderme vesilesi kılınmıştır. Aynen internet düzenlemesi üzerinden liberallere, HSYK yasası üzerinden AB’ye, Efkan Ala’nın Erzurum’da sarf ettiği sert ve yakışıksız sözler üzerinden MHP’ye selam gönderme yaklaşımında olduğu gibi.

İftiradan medet ummak

Gülen Cemaati yanlış konumlanmış ve yanlış araçlar kullanmıştır. Hükümete vurma çabası içinde ölçü ve adalet gözetmemiştir. Yayın organlarını kenar mahalle dedikoduları seviyesinde sözlerle doldurmaktan çekinmemiştir. Hükümet kadroları içinde çok önemli konumda bulunan pek çok kişinin İran’a biatli casuslar oldukları, muta tuzağına düştüklerinden İran’ın şantajına teslim oldukları ve benzeri iddiaları hiçbir delil olmaksızın tekrarlamaktan çekinmemiştir.2

Bu dedikodularla gündem oluşturma yaklaşımı o kadar ileri noktalara vardırılmıştır ki, iş gelip Tayyip Erdoğan’ın Muhsin Yazıcıoğlu’nu Hayrettin Karaman’dan alınan fetvayla öldürdüğü iftirasına kadar vardırılmıştır.3

Hezimetin Boyutları

Ve sonuç hezimet olmuştur. Bir dizi faktörün etkisiyle ağır, çok ağır bir yenilgi alacağı zannedilen AK Parti büyük ölçüde tabanını muhafaza ettiğini ispatlamış, Tayyip Erdoğan’ın burnunu sürtmeye yönelik hesaplar boşa çıkmıştır. Gülen Cemaati açıkçası büyük bir kumar oynamış ve kaybetmiştir. Sadece AK Parti’nin zayıflamaması bağlamında değil; CHP gibi, MHP gibi partilerin destekçisi durumuna düşmekle de kaybetmiştir. Ve ne gariptir ki, seçimler sonuçlandıktan sonra dahi bu kafa yapısı hâlâ yanlışı sürdürmüş, örneğin, Yalova’da, Antalya’da, Ankara’da CHP’li adayların başkanlık koltuklarına oturmasını destekler yayınlar yapmaya devam etmişlerdir. O CHP ki, kurucusu olmakla övündüğü Kemalist rejimin her türden zulmünün icracısıdır. İslami değerlere düşmanlıkta hiçbir sınır tanımamıştır.

Ne deniliyor? Ama artık CHP çok değişmiş! Mecliste başörtüsü konusunda engel çıkartmamış! Sanki istese çıkartabilirmiş de çıkartmamış! Kemalist kadroların yüksek yargıda etkisiz kılınmaları, darbeci militarist yapının büyük ölçüde tasfiye edilmiş olması gibi gelişmeleri atlayıp CHP’ye “aman ne kadar çok değişmiş” payeleri sunmak kandırmacadan başka nedir ki?

Kendilerinde bir parça güç vehmettiklerinde başörtüsüne kırmızı görmüş boğa misali nasıl saldırdıklarına bir asır önce şahit olmadık, daha dün yaşandı tüm bunlar! 12 Eylül 2010 Referandumunda yargı oligarşisini muhafaza için yırtınan kimdi? Kılıçdaroğlu’nun CHP’siydi! CHP, yani Ergenekon’a avukatlık, Beşşar’a sözcülük yapan Dersimli Kemal Efendi’nin partisi! Başörtülü genç kızları kapı kapı dolaştırıp bu CHP’ye oy istemek cemaat olma iddiasındaki bir topluluğa günah olarak yeter de artar bile! 

Seçimlerin ortaya koyduğu tabloya baktığımızda Gülen Cemaatinin gücünün, çapının, etkisinin çok fazla abartıldığı ortaya çıkmakta. Gülen Cemaati yanlış bir stratejiyle kendisini kantara çektirmiş, kilosunu hesaplatmıştır. % 30’lara ineceğini zannettiği AK Parti’nin aldığı oy oranı karşısında büyük bir hayal kırıklığı yaşamış, ardından AK Parti’nin kayıp hanesine yazılan toplam 4 ya da 6 puanın tümünü kendi hanesine yazma çabasına girişmiştir. Oysa bu orandan ancak 12 yıllık bir iktidarın aşınma payı, seçimlerin genel değil, yerel olması, yolsuzluk ve rüşvet dosyalarının ortalama vatandaşlar arasında meydana getirdiği tepkiler ve daha benzeri bir dizi faktörün etkisi düşüldüğünde kalan bakiye Gülen Cemaatinin toplumsal tabanını verebilir. Ve açıkçası bu yapı için hiç de parlak bir manzara söz konusu değildir.

Bununla birlikte Gülen Cemaatinin tutumunun içerdiği riski, tehdidi, olumsuzluğu sadece seçim sonuçları üzerinden tartışmak yanıltıcı olacaktır. Asıl yenilgi sandıkta değil, İslami camianın gönlünde, vicdanında alınmıştır. Eğer Bosna’dan Suriye’ye, Filistin’den Mısır’a, Bangladeş’e kadar ümmetin çocukları dua ederken siz beddua ediyorsanız; onların sevinci sizin hüznünüz; sizin umudunuz onların korkusu haline gelmişse uzun lafın kısası çok kötü kaybetmişsiniz demektir! Ve tüm bu manzaradan anlaşılan o ki, maalesef siz aslında kendinizi kaybetmişsiniz!

 

Dipnotlar:

1- Örneğin bkz: “ 2011’deki büyük seçim zaferinden hemen sonra öyle de yapmaya başladılar. Fikrî kökeni dışarıdan olan siyasal İslamcılık ne vaz’ediyorsa hepsini gerçekleştirmeye koyuldular. (…) Siyasal İslamcı kökten gelmekle birlikte değiştiğini söyleyerek kendisine paralel bir rotada seyreden Hizmet Hareketine yaklaşan AKP, yeniden siyasal İslamcılığa dönerek bu rotadan kendisi uzaklaştı. Kendi aslî yörüngesine hızla geri döndü…” (Bülent Keneş, “İslami olana karşı siyasi İslamcılık” Zaman, 25 Ocak 2014)

2- Örneğin bkz: “… İran, bizden bildiklerimize, oradayken, evlerindeymiş hissiyatını yaşatabilecek enstrümanlara sahip olduğu için korkuyorum… Akıllı bildiklerimizin kuvve-i gadabiyye ve kuvve-i şeheviyelerine hükmedebildiği için korkuyorum… Şahsi sebepleri olabilir İran’da evde hissetmenin. Beni hiç ilgilendirmez… Fakat benim başbakanım bilmeli ki, o Tahran’da ikinci evinde hissettiği müddetçe, ben kendi vatanımda evimi kaybetme endişesi yaşıyorum…” (Kerim Balcı, “Sadece Türkiye’de evimde hissediyorum”, Zaman, 31 Ocak 2014)

3- Örneğin bkz: “… Geçenlerde Karaman Hoca, yazısının son paragrafında ilginç bir ipucu verdi. “Kamuya (ve bu arada ümmete) ait zararı önlemek için bir şahıs, bölge veya gruba ait zarar göze alınır, sineye çekilir. Siyasette olan selim akıl ve kalb sahiplerine de bu kuralı hatırlatıyor ve örnek olarak merhum şehid Muhsin Yazıcıoğlu’nu dua ile anıyorum.” (Yeni Şafak, 19.12.2013) Normalde böyle bir yazıda siyak sibak bütünlüğü içinde bu son cümleye ihtiyaç yok. Hoca bunu niye kullandı? Merhum Yazıcıoğlu’nun vefat tarihi değil, doğum tarihi de değil. Peki Hayrettin Hoca bu cümleyi niye kullandı? ‘Fail, olay mahalline mutlaka geri döner.’ gibi bir şey miydi bilmiyoruz? Acaba yazısında ifade ettiği argümanlar AK Parti alternatiflerini elimine etmek, ‘etkisiz hale getirmek’ fetvasını içeriyor olabilir mi?...” (Veysel Ayhan, “Çöküşü hazırlayan 3 fetva, 3 vahim sonuç” Zaman, 9 Mart 2014)

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR