1. YAZARLAR

  2. Hamza Türkmen

  3. Kavramların Oluşumunda Kur’anî Açı

Kavramların Oluşumunda Kur’anî Açı

Aralık 2006A+A-

Sosyal bir varlık olan insan için beslendiğimiz, sığındığımız, ilişkiler kurarak yaşadığımız hayat realitesini anlamak ve anlamlandırmak zorunludur. Anlamlandırma çabaları içinde karşımıza alemlerin yaratıcısından iletildiği bildirilen vahyin Kitab'ı çıkar. Kur'an, biz Müslümanlar için bir hayat kitabıdır. İnsan türünü eşya ve olayları isimlendirme, düşünme ve tercih etme kapasitesiyle donatan yaratıcımız olan Allah, bize insan olan ve insan olduğu için de örnek alınabilen elçileri aracılığı ile hayatın amacını, yolunu ve yöntemini vahiy aracılığı ile göstermiş, gaybi alanda da fiziki alanda da ilkeler ve kanunlar bildirmiştir.

Biz vahyin gösterdiği rehberliğe hidayet yolu diyoruz. İnsan olma sorumluluğunu da hem yaşadığımız hayatı tanıma ve hem de yaratıcımız tarafından sunulan vahyi ölçüler rehberliğinde hayatı anlamlandırma eylemliliği olarak görüyoruz. Bu sorumluluk, hem vakıa ile vahyin doğru olarak tanınmasını, hem de bunlar arasındaki sahih irtibatın kurulmasını gerekli kılmaktadır.

Tanıma, anlama ve anlamlandırma çabası kelimelerle veya üst anlamlar yüklenilmiş kelimelerle gerçekleştirilir. Kelimelere yüklenen anlamların doğruluğu ve yanlışlığı, hayatı anlamlandırma çabalarımızı da doğrudan etkiler. Hayatı ve Kur'an'ı anlamada en önemli rolü üstlenen ve dünya görüşümüze veya dini perspektifimize şekil veren kelimeler, kavramlardır.

Dil bilginlerinin ortaklaşan yaklaşımlarına göre kavramlar; yaratılışın, eşyanın ve ilişkilerin anlamını belirleyen kelimelerdir.

Kavramlar -peygamber veya filozof gibi- hem nesne, -cihad veya kutsal savaş gibi- hem davranışların özünü/mahiyetini belirleyen , -istişare veya genel seçim gibi- hem de birbirleriyle bağlantılı niteliklerle ilgili ortak kelimelerdir.

Başka bir tanımlamayla kavramlar, nesnelerin-olayların özünü ve ortak özelliklerini kapsayan genel tasarımlardır; yani nesne ve olayların zihnimizdeki genel tasarımlarıdır. Tasarım ise bilindiği gibi daha önce algılanmış olan bir nesne veya olayın bilinçte sonradan  ortaya çıkan kopyasıdır.

Bir nesne veya olayın (fenomenin) kavramlaşmasında üç aşama söz konusu olmaktadır:

1. Fenomenler (olay ve olgular - vakıa) gözleniyor-algılanıyor.

2. Algılanan bilgi analiz edilip irtibatları ve ortak özellikleri belirleniyor veya sınıflanıyor.

3. Gözlemlenen fenomenleri ifade eden kelimelere üst düzeyden anlam yükleniyor.

Örneğin ot yiyen ve süt veren bir inek vakıa olarak gözlemleniyor/algılanıyor. Onun zihnimizdeki tasarımı tasnifleniyor. Bu vakıanın irtibat ve özellikleri de zihnimizde belirginleşerek beynimizdeki inek kelimesi/vakıası anlam kazanıyor. İnek bir hayvan cinsinin adı iken, bu ameliye sonucunda inek bu adla insanlar için kullanılan bir lakap olarak veya "inekleşme" anlamında kavramlaşabiliyor.

Rabbimiz elçileri vasıtasıyla insanlara, insanların fıtratlarında mündemiç kılınan kapasiteyle ürettikleri kelime ve kavramlarla, yani onların lisanı ile hitap der. Vahiy, bazı kere de insanların ürettiği kelime ve kavramların içeriklerine müdahale ederek kullanır. Vahyin inzal olduğu Mekke ortamında kullanılan "Rab" kelimesini bu konuyla ilgili örnek olarak gösterebiliriz. Rab kelimesi Arab dilinde "terbiye etmek"  "kefil olmak", "malik olmak" ve "efendi" anlamlarına gelmektedir. Vahiy bu kelimeyi kullanımının sağladığı yaklaşık anlamları yönlendirip Yaratıcımız için kullanarak üst bir anlamla yeniden kavramlaştırmıştır. Böylece Rab kelimesi  "Her şeyin Rabbi olan Allah"(En'am, 164) olarak üst düzey bir anlama kavuşturulmuştur. Vahyin içeriğine müdahale ederek anlamı değiştirilen veya yeniden düzenlenen kavramları, Allah katından iletilen kavramlar olarak değerlendirmemiz gerekir.

Her ne kadar kelimeler ve kavramların, dünya görüşümüze veya dinî perspektifimize şekil verdiğini söylesek de, gözden kaçırmamamız gereken husus, kavramların düşüncenin başlangıç noktası olmadığı gerçeğidir.

Müslümanlar için üretilen ve iletilen kavramlar söz konusudur. Üretilen kavramlar, vahye uygun olur veya olmaz. Ama bu kavramlar düşüncenin kelime üzerinde topladığı bir bütüne, bir birliğe veya birleşime dönüşerek oluşur. İletilen kavramlar ise Rabbimizin vahiyle bildirdiği ve üst anlamlar yüklediği kelimelerdir.

Gayb katından iletilen ve insanların ürettiği ve anlayabilecekleri bir lisanla insanlara hitap eden Kur'an-ı Kerim, tüm kelime ve kavramları kapsayan bir sözlük veya ansiklopedi kitabı değil, düşünce ve davranışlarımızda fıtrî ölçüler bildiren bir hidayet kılavuzudur. Kur'an'ın ilettiklerinin veya onayladıklarının dışında da kavramlar kullanmaktayız. Tabii ki hayatın akışı ve zorunlulukları yeni adlandırmaları ve kavramlaştırmaları gerekli kılacaktır. Bunlar Müslümanlar için ya üretilecek ya da uygunluğu söz konusu olduğunda mevcut kullanımlardan ödünç alınacaklardır. Yeni üretilen veya ödünç alınan kavramlar, kelime üzerindeki düşünsel birikimi ifade ederler. Bu tür kavramların kullanılıp kullanılamayacağını, bağlı oldukları düşüncenin şirke mi, yoksa fıtrıliğe mi veya vahyi ölçülere mi yönelik olup olmadığını değerlendirerek karar vermemiz gerekir.

Ayrıca kavramları kategorileştirmemiz de mümkündür. Örneğin:

1. Hacc, futbol gibi "doğrudan gözlenebilir fenomenleri tanımlayan kavramlar."

2. Fizik kanunları veya fıkhi alandaki ruhsat-azimet gibi "çıkarsanmış fenomenleri tanımlayan kavramlar."

Düşüncenin Gerçekliği

Düşünce ve düşünsel iletişim olabilmesi için eşyaya, olgulara, olaylara ad olan kelimelerin veya anlamların olması kaçınılmazdır. Eşya, olgu ve olaylara biz vakıa diyelim. Kelime ve kavramlarımız vakıanın tasarımlarına dayanmalıdır.Vakıasız düşünce olmaz. Vakıa yani var olan bir şey yoksa düşünce olmaz. Vakıasız düşünce ya vehimdir, ya halisünasyondur, ya da mutlak zandır. Oysa Rabbimiz, bir sıfatı da "hak" olan Kitab-ı Kerim'inde  "Zan haktan hiçbir şey ifade etmez"  (Yunus,  10/36) demektedir.

O halde düşüncenin var olabilmesi için, vakıanın önce kavranması/algılanması gerekir. Bu konuda Kitab-ı Kerim sürekli vakıaya dikkatleri çeker. Ya Rabbimizden iletilen kesin gayb haberinin ayetlerine bakılmalı ve akledilmelidir. Ya evrende yaratılan tüm vakıaya/ayetlere bakılarak akledilmelidir. Dikkatleri afaktaki ve enfüsdeki, Kur'an'daki ve evrendeki ayetlere çeken vahye göre, vakıayı üç halde algıladığımız ortaya çıkar:

Ya vakıayı bizzat görürüz.

Ya vakıayı görmeyiz; ama vakıanın duyu organlarımıza yansıyan eserinden haberdar oluruz.

Ya da vakıanın bize kesin haberi ulaşır.

Bize kesin haberi ulaşan vakıanın bir kısmı "müşahade alanındadır", bir kısmı da  "mutlak gayb alanındadır". Müşahade alanında olan vakıanın kesin olduğunu bizzat izleriz (aya çıkılması veya 2003 yılında Bağdat'ın bombalanması gibi) veya tarihi müşahade alanından bize o vakıa hakkında vakıa ile irtibatlı nesillerin veya insanların kesintisiz ve çelişkisiz aktarımıyla kesin haberi gelir (Salat'ı kaç rekat ve kaç vakit ikame edeceğimiz veya Hz. Muhammed'in tebliğ ettiği Kur'an vahyinin bize motomot ulaşması gibi). Mutlak gayb alanından gelen kesin bilgi ise, bize korunmuş olarak ulaşan vahyi bilgi –Kur'an- ile sunulur. (Cinlerin ve meleklerin vakiiliği, ahiret gününün haberi gibi).

Düşüncemizde vakıa ile irtibat, delilli düşünmek demektir. Delili yanlış algılayabilir veya değerlendirebiliriz de. Bu düşünme formuyla ilgili bir yanlıştır. Ama delilli düşünmek konusundaki çaba, insanı vehimden veya mutlak zandan uzaklaştıracak olan en tutarlı davranıştır.

Delilli düşünmek ve delil üzerinden tartışmak veya anlaşmak ise, vakıayı bu üç biçimde algılamayla mümkün olmaktadır. Yani ya vakıa doğrudan, ya eseri eseri sayesinde bilinecektir. Ya da vakıanın kesin haberine ulaşılacaktır. Delilli düşünmek demek, vakıasız düşüncenin olmayacağını bilmek demektir.

Eşyaya Ad Vermek ve Vahyi Hitapta Kavramlar

İlk insanın vakıaya, yani eşya ve olaylara nasıl ad verdiği konusunda iki temel ama farklı yaklaşım söz konusudur:

Birincisi; eşyanın akla yansıması ve tabiattaki seslerin çağrışımıyla isimlendirme gerçekleştiğini savunan iddiadır. Bu tanımın içinde "tesadüf" mevzuu belirginleşmektedir.

İkincisi ise; ad verme işlemini bizi o kapasitede yaratan Yaratıcımız sayesinde gerçekleştirdiğimiz hususudur . Bu konudaki mutlak gayb haberi şudur: "Allah Adem'e bütün isimleri öğretti…" (Bakara, 2/31)

Birinci iddia doğru ise, eşyanın algı gücü bulunan her canlıya yansıması sonucunda her canlının kelime ve düşünce üreteceği söylenebilir. Oysa bu mümkün değildir. Örneğin eşek de tüm hayvan türü gibi canlıdır ve ona da eşya yansımaktadır; ama o algıladığı eşyaya isim veremez ve düşünemez. Eşeğin davranışları içgüdüsel yönlenme ve şartlanmayla alakalıdır.

Eşya ve olaylara ad verme kapasitesiyle yaratılan insan için Muhammed Abduh'un şu tefsiri önemlidir. "Allah, Adem'in nefsine bütün eşyanın bilgisini herhangi bir sınırlamaya ve ayrıma gitmeksizin koymuştur. 'Fücur' ve 'takva'yı da, bütün eşyanın bilgisini edinme gücünü de insan fıtratına ilham etmiştir. Âyette geçen ve isimler anlamına gelen 'esmâ' kelimesinden maksat isimlerin verildiği eşyadır."  Bakara süresindeki söz konusu ayetle ilgili olarak Reşid Rıza da demektedir ki, "Buradan Ademoğlunun bütün fertlerinin daha ilk günden isimleri bilmesi gerektiği sonucu çıkmaz. İnsan fıtratına bilme gücü verilmiştir. Bu bilme gücünün insan türü açısından sabit olması için, insanın eşyayı araştırarak ve akıl yürüterek öğrenmesi yeterlidir."

Anlaşılacağı gibi insanın vakıaya ad verme gücü, üretilebilir bir iştir. Rabbimiz bize doğuştan verdiği vakıayı isimlendirme özelliğimizi kullanarak biz insanlara hitap etmektedir. Vahyi hitap, insanın ürettiği dil ile insanlığa iletilir. Ama Yaratıcımız katından bize iletilen bu hitap, bizim ürettiğimiz bazı kelime ve kavramların anlamını da tashih ederek yeniden kullanabilir.

Vahyi hitap, Kur'an'da belirtildiği gibi "Ağaçlar kalem olsa, denizler mürekkep gene de Allah'ın kelimeleri tükenmez" denilen sonsuz ve yüce Yaratıcıdan gelmektedir. Allah biz insanlara, sonsuz kelimeleriyle, bizim sınırlı ve sonlu olarak ürettiğimiz kelime kapasitemize hitap etmektedir.  Son hitabı da, korunmuş olan Kur'an-ı Kerimdir.

Mekkeli seçilmiş bir insan olan Hz. Muhammed'e inzal olan Kur'an vahyi, Mekke Araplarının yani Kureyşlilerin kullandığı sınırlı dil aracılığı ile tüm insanlığa hitap etmiştir. Vahyi hitap, insanların ürettiği Arapça ile insanlara hitap ederken, kelime ve kavramları dört şekilde kullanmıştır:

1. Çoğu kelimeler/kavramlar, mevcut anlamlarıyla kullanılmıştır. Gök, yıldız, ay, insan, ama, Kureyş, İbrahim, İsa, fil ashabı, İbrahim'in makamı, Kitap ehli, sihir gibi.

2. Bazı kelimelere/kavramlara üst anlamlar yüklenilmiştir. Örneğin "abd=kul/köle" ifadesi, yaratılmış efendilere, yani kullara kulluk etmek anlamından uzaklaştırılmış, kulluğun sadece Allah'a has olacağı gösterilmiştir.

3. Kureyş lehçesinde kullanılan "melek", "cin", "salat" gibi kavramlar örneğinde olduğu gibi, bazı kelimelerin/kavramların anlamları düzeltilmiştir.

4. "Raina" kelimesinin örneğinde olduğu gibi bazı kelimelerin/kavramların kullanılması ise dışlanmıştır.

"Ey iman edenler! 'Râinâ=bizi gözet' demeyin, 'ünzürnâ=bize bak' deyin ve dinleyin…" (Bakara, 2/104) hitabında yasaklanan "raina" kelimesi ilk dönem müfessirlerine göre Yahudilerin hakaret etmek veya edepsizlik yapmak için istismar ettikleri bir kelimeydi. "Yahudilerden bir kısmı kelimeleri, yerlerinden değiştirirler, dillerini eğip bükerek ve dine saldırarak (peygambere) karşı  'işittik ve isyân ettik', 'dinle, dinlemez olası' ve 'râinâ' derler." (Nisa, 4/46)

Kavramların Özü ve Sapmalar

Görüleceği gibi Kur'an'ı anlarken kavramların taşıdığı anlam belirleyici olmaktadır. Hayatı anlamlandırırken kullandığımız tüm kavramlar da bu şekilde değerlendirilmelidir. O zaman kavramlarımızın vahiyle ve fıtratla barışık olup olmadığını tahkik etmemiz gerekir.

Önce; Kur'an'da kullanılan veya Kur'an'da var olup da, daha sonra anlam kaymasına uğrayan kavramlar ele alınmalıdır.

Sonra; vahiyden esinlenerek veya vahiy dışı eğilimlerle hayatın gelişen boyutlarını tanımlamak ve anlamlandırmak üzere üretilmiş birçok kavram ve bu kavramlarla örülmüş birçok yaklaşım, hayat görüşü/ideoloji vardır. Dolayısıyla kullandığımız ve kullanılan kavramların sahihliği üzerinde durulmalıdır.

Tabii ki hayatın anlamını ve amacını doğru kavramak için, hayatın yaratıcısı olan Allah'ın hayat klavuzu olarak yolladığı Kur'an'daki mesajı doğru anlamamız gerekmektedir. Kur'ani mesajın anlaşılmasında da temel araçlar, Kur'ani kavramlardır.

Rabbimiz Kur'an'da Mizan günü Rasulullah (s)'ın Rabbimize kendi kavmini/ümmetini şikayet eder tarzda göstermektedir. Demektedir ki Rasulullah "Kavmim Kitab'ı terk edilmiş olarak bıraktılar".

Gerçekten Müslümanlar, itikatta ve amelde Kur'an'dan oldukça uzaklaşmış veya Kur'an telakkilerini oldukça bulandırmış durumdadırlar. Allah'a hamd olsun ki 1970'li yıllardan bu yana Türkiye'de, evrensel İslami kazanımlarımızın etkisiyle sınırlı da olsa bir öze dönüş ve ıslah çabası başlamış ve Kur'an'ın bütünsel mesajıyla, Kur'ani temel kavramlarla yeni yeni tanışılmaya başlanılmıştır. Vahiyden yabancılaşma ve bilgisizlik halinde yaşanan bu bunalımlı durumun 1940'lı, 1950'li yıllarda İslam dünyasındaki en önemli ve somut tespiti ise Ebu'l Ala Mevdudi'nin saptırılan Kur'anî temel dört kavramı aslına rücu ettirmek veya bu kavramlarla ilgili olarak Müslüman zihinlerindeki yanlış anlamları ıslah etmek amacıyla kaleme aldığı "Kur'an'a Göre Dört Terim" çalışmasıyla gerçekleştirilmiştir.

Kavramlar ya sahip oldukları kültürün, ideolojinin veya dinin özünü taşırlar ve bunların anlatım ve tebliğ araçları olarak kullanılırlar. Ya da anlam yitimine veya kaymasına uğrayarak, dayandıkları kültürün, ideolojinin veya dinin mesajını bulandırma/saptırma aracı haline dönüşürler.

"Batı/Occidental"ın oluşumu sırasında inşa edilen Aydınlanmacı, seküler, ulusçu ve kapitalist paradigmadan önce kavramlar, ya Kur'an'ı/vahyi -yani iletilmiş olanı-, ya da batinî-mistik-muharref değerleri, keşfi, zannı -üretilmiş olanı- esas alarak oluşuyorlardı. İletilmiş olan esasları ve ölçüyü gözetmeden üretilen kavramlar, Kur'an'ın algılanmasını zorlaştırdığı gibi, Kur'anî kavramların bulanmasına da neden olmuştu.

Bugün olduğu gibi dün de Kur'anî kavramlar kadar, Kur'anî bütünlüğü ve ölçüleri gözeterek oluşturulan7üretilen kavramlarımız da önemliydi ve fonksiyoneldi. İslamî esaslardan kalkarak üretilen "şehadet" (Allah uğranda ölmek), "camii" (Müslümanların toplantı yeri), "Sünnet"  (Rasulullah'ın uygulamaları) gibi kavramları bu konuda örnek gösterebiliriz. Kur'an, düşünce ve üretimin ölçüsünü bildirir. Bu ölçülere dayanarak yeni kavramlar üretmemiz kaçınılmazdır. Çünkü sürekli değişmekte ve çeşitlenmekte olan hayatı, üretilen yenilikleri veya farklılaşan boyutları içinde tanımlamamız gerekmektedir. Ancak, gelişen yeni olay ve düşünceleri tanımlayacağız diye İslam adına üretilen tamamen yanlış ve hududullahı aşan kavramlar da söz konusu olabilmektedir. Örneğin:

Allahın yaratışını; aklın veya ruhun suduru yani taşması olarak değerlendiren tasavvufi ve felsefi yaklaşımların; fasık veya zalim imamın arkasında namaz kılınacağını itikad unsuru edinen Eşari ve Maturidi akaid kitaplarının; Deccal, Mesih, İsa'nın nüzulü, Mehdi, miraçta pazarlık, sırat köprüsü gibi İsrailiyat ürünü anlayışların ürettiği kavramların vahiyle hiçbir irtibatı yoktur. Gayb alanıyla ilgili olarak üretilen ama ameli sorunlarımızla da alakası bulunan bu kavramlar, tamamen zanni bir temele dayanmakta ve vehimlerden beslenmektedir.

Batılı paradigma ise bir çok temel kavramı, vahyi inkar eder tarzda üretmiştir. Emensipasyon (beşerin kayıtsız özgürlüğü), maddecilik veya tarihi materyalizm (maddenin ilk müessir olduğu ve ilk var oluşun postulat olarak değerlendirildiği), sekülerizm gibi.

Oluşturulan Kavramlar ve Değer

Anlaşılacağı üzere oluşum açısından kavramları üç bölümde ele almak gerekmektedir..

1. Temel ölçüleri bildiren vahyi kavramlar.

2. Çeşitlenen hayat içinde vahyi ilkeleri veya  eşya ve insan fıtratını kavramaya çalışılarak üretilen kavramlar.

3. Vahyi ilkelerle çelişen maddeci kavramlar (emansipasyoncu, pozitivist, ulusçu) ve ruhçu kavramlar (enalhakçı, reenkarnasyoncu, cinci).

Kur'an temelli hayat bilgimizde bizi ilgilendiren 1. ve 2. bölümde yer alan kavramlardır.

Kur'ani kavramların ve İslam adına üretilen kavramların akidevi ve siyasi sapmalar nedeniyle çok kere içi boşandırılmış ve kavram manaları saptırılmıştır. Örneğin "millet" kavramı. Kur'an'da  kullanıldığı 15 yerde de din ve dinî anlamda  kullanılıyorken, Osmanlı Tanzimatından sonra Batı'da laik temelde oluşturulan "nation" yani "ulus" kavramının karşılığı olarak kullanılmıştır.

 Kur'an'da bazı kavramlar farklı anlamlarıyla da kullanılır. Bu konuyu takip eden disipline  "Vucuhu'l-Kur'an" denilmektedir. Örnek olarak Ümmet kavramı ele alınabilir. Ümmet bir hayvan topluluğuna da, olumlu ve olumsuz anlamda geniş veya dar insan topluluklarına da verilen isimdir. Bu anlamıyla modern bir olgu olan "nation" karşılığı olarak millet değil ama belki "ümmet" kelimesi (Türk ümmeti gibi) kullanılabilirdi.

Kavramların oluşumuyla ilgili 3. bölümde yer alan ve vahiy dışı bir paradigmanın/dinin özünü taşıyan kavramlar ise İslami kimliğimiz ile çatışır. Bunlar kavram indeksimize dahil edilip içselleştirilemez. Laiklik, ulusçuluk, demokratlık, vahdet-i vücutçuluk, cincilik, mezhepçilik gibi. Bu tür kavramların dilden dile lafızları değişebilir. Emensipasyon yerine özgürlük, nation yerine ulus veya ümmet gibi. Ama bu konuda lafızlar değil anlamlar önemlidir.

Kavramların Kullanımında İçtihad

Bir de üretilen kavramlardan kullanımı tartışma oluşturabilen olanları vardır. Teknoloji, iletişim, ekoloji gibi kavramları, bu kavramların araçsal olarak kullanıldığı konularla ilgili henüz daha üst bir anlatım imkanı bulamadığımız için kullanmaktayız.

Bu tür kavramlar, modern veya zorunlu bir hali ifade etmek için kullanılan kaçınamadığımız araçlardır. Eşyayı tanımlamada veya zorunlu bir hali ifade etmede kullanılan bu kavramlar, kavrama yüklenen anlam itibariyle öz/muhteva tartışmasına açıktırlar. "Meclis", "seçim", "devlet", "insan hakları" gibi kullanılan bu tür bazı araçsal kavramların kullanımında kendisini kullanan paradigmanın o kelimeye yüklediği anlam önemlidir. Kendisine yüklenilen olumsuz anlam değiştirilmediği müddetçe, lafız değişse de aslında anlam/kavram değişmemiş veya dönüştürülmemiş olur.

Sosyal anlamda insanlığın ilk çağlardan bu yana ürettiği ve yaygın kullanım alanı kazanan ideoloji, özgürlük, evrensellik gibi kavramlar da bu tür kategoriye girmektedir. Tabii ki bu kavramları batılı paradigmanın kullandığı biçimde, seküler temelde ve vahye aykırı muhtevalarıyla kullanmamız mümkün değildir. Ama kullanımı konusunda içtihadı tartışmalara konu olabilecek bu tür kavramları, yeni kullanım sahalarıyla veya çağdaş sorunlarla ilgili olarak ya da tevhidi mesajdan anladıklarımızı aktarımda ve sosyalleştirmemizde anlatım kolaylığı sağladığı için kullanıyorsak, bu kullanımda özde hata yapmamak için vahyi sınırlara dikkat etmemiz gerekir.

Bu tür kavramların içeriğini mutlaka vahyi bütünlük çerçevesinde tanımlayarak kullanmalıyız. Çünkü kavramların lafızlarından ziyade, anlamları önemlidir.

Örneğin, "ideoloji" kavramı tartışmalı konulardan birisidir. İslam dünyasında "din" kavramının kitleler nezdinde anlam kaymasına ve daralmasına uğradığı dönemlerde, "İslam bir ideolojidir" tarzındaki kullanım öne çıkmıştı. İslam'ın ideoloji olduğunu vurgulayan kullanım, İslam dininin alemşumul/evrensel bir din olduğunu; yani hayatın başlangıcını, mevcut anı ve her türlü ilişkiyi ve hayatın sonu ile ilgili boyutu anlamlandıran bir dünya görüşü anlamına geldiğini ifade ediyordu. Bu kavram Batı paradigması içinde bile anlam değişikliklerine uğrayan araçsal bir kelimedir. 19. yüzyılda "felsefik idealizmi" hatırlattığı için Karl Marks tarafından sosyalizmin anlatımı için kullanılmazken, 20. yüzyılda bu kelimenin dünya görüşü anlamında kullanılmasının yaygınlık kazanmasıyla birlikte aynı materyalist ekolden Vladimir İlic Lenin tarafından sosyalizmin kitlelere takdiminde kullanılmıştır.

"Evrensellik" kelimesi, batılı paradigmanın insan düşüncesini ve üretimini hayatı anlamlandırmada temel belirleyici kılarak kullandığı bir kavramdır. Evrenle ilgili olarak veya bütün insanlığı ilgilendirme anlamında kullanılmaktadır. İslam'ın dünya çapında hidayet yolunu gösteren ölçülerini genellemede Farsça-Arapça kelimelerden oluşan bir terkip olarak "cihanşumul" veya Arapça bir terkip olan "âlemşumul" kavramları gibi "evrensellik" kelimesi de anlatım kolaylığı açısından yeniden kavramlaştırılarak kullanılmaktadır. Ve Müslümanlar evrensel/âlemşumul/cihanşumul ölçülerden bahsettiklerinde vahyî, fıtrî ve eşyanın tabiatıyla ilgili ölçülerden bahsetmektedirler.

"İhtiyar", "azadlık", "freedom", "liberty", "emancipation" gibi birbirini çağrıştıran farklı lisanlardaki kavramları karşılayan kelime, Osmanlıcada "hürriyet" , Türkçede  "özgürlük"tür. Ancak ihtiyar, azadlık, freedom gibi kavramlar fıtrata uygun çağrışımlar yaptığı halde, "emansipasyon" tamamen vahye ve fıtrata aykırı bir kayıtsızlık durumunu ve tutumunu ifade etmektedir. Böyle olunca da "özgürlük" kavramının içeriği tutarlı bir tanımlamayı gerekli kılmaktadır. Hicri ilk yüzyılda "kadercilik" akımı karşısında "ihtiyar" kavramıyla birlikte tercih hakkını, kişinin fiillerinden sorumlu olacağı serbest iradesini kullanmak anlamında veya Abbasiler döneminde Müslüman kölelerin hürriyetleri için kıyamı tarzında veya Farsçada emperyalizme ve Şahlık zulmüne karşı "azadlık" kavramıyla bir baş kaldırma eylemi olarak kullanımların ötesinde "özgürlük" kavramı,  en başta cahili kuşatmadan, vahye ve fıtrata yabancılaşmadan bir arınma/tezkiye eyleminin ve iradesinin karşılığı olarak kullanılmaktadır.

*  *  *

Sorunlarımızı anlama ve anlatmada kullanım kolaylığı sağlayan kavramların, kullanmaya elverişliliği, anlamlarının tutarlılığı veya sahih kriterlerle yeniden belirlenmesi önemlidir. Ancak önemli olan bu görevimiz kadar, diğer hayati bir görevimiz de; anlam ve anlatım imkanı daraltılmış olan Kur'anî kavramlara ve ıslah çabalarıyla ortaya konan ve sahih kriterlere dayanan ama unutulmuş veya çarpıtılmış kavramlarımıza yeniden itibarlarını iade etmek ve kullanım alanlarını canlandırmaktır.

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR