1. YAZARLAR

  2. Hamza Türkmen

  3. İslami Direniş ve Uyanış Hattında Farklılıklar ve Tuzaklar

İslami Direniş ve Uyanış Hattında Farklılıklar ve Tuzaklar

Eylül 2014A+A-

1.

Osmanlı devlet ricalinde İngiliz ve Alman yandaşı paşaların belirginleşmesi; Mehmet Ali Paşa ile Mısır’da, II. Mahmud ile Osmanlı merkezinde başlayan Batı modernleşmesi, vahyî değerlerden kopukluğumuzun veya kopma sürecimizin ilanıydı.

Cezayir’in 1830’da Fransızlar tarafından işgali ile başlayan ümmet coğrafyasının Batılı paradigma tarafından fiziki, siyasi ve kültürel kuşatılmışlığı, iç dinamizmini kaybetmiş bir çöküşün en görünür haliydi.

1900’lü yılların ilk çeyreğinde coğrafyamızda Batı yandaşlığından işbirlikçiliğine evrilen kadrolar oluşmaya başladı.

1906 yılında Hindistan merkezli İngilizlerin Suud hanedanlığında gerçekleştirdiği darbeyle kaftan giydirilen; Edward Lawrence gibi yabancı aktörlerin bölgemizde devşirdiği işbirlikçi şeyhler ve yöneticiler, Batı’nın emperyal emellerine köprü oldular. Ayrıca Osmanlı Devleti tükenirken İttihad Terakki teşkilatının ve Kemalist kadroların, İran’da da şahlık rejiminin başlattığı Garplılaşma akımı zaafa uğrayan ümmet yapısını ve imkânlarını sömürme ve devşirme konusunda dünya egemenlerine altın fırsatlar sundu.

2.

Gerek dış baskılara ve işgallere, gerek içimizden devşirilen Garpzede ve işbirlikçi elitlerin ve yöneticilerin fıtrat ve vahiy dışı dayatmalarına karşı, tüm zaaf ve yıkılmışlığımıza rağmen coğrafyamızda zayıf ama sürekli tepkiler ve başkaldırışlar oldu. Fas’tan Tacikistan’a kadar ümmet coğrafyasında başlayan fiziki tutsaklığımız yanında, kimliksel dayatma ve dönüşme tutsaklığına karşı Şeyh Şamil’in Kafkasya’sından Mehdi’nin Sudan’ına, Ömer Muhtar’ın Bingazi ve Trablusgarb’ından İzzetbegoviç’in Bosna’sına kadar direniş bayrakları hep Müslümanların izzet ve değerlerini yükseltti.

Direnişin birinci kuralı, tüm zaaflara rağmen Müslüman olarak var kalabilmekti. Çözülme sürecinde, ümmet bakiyesi içinden “zaruret-i hamse” kurallarıyla yaşamanın ibadi bilincini taşıyanlar direniş hatlarında saf tuttular. Onur ve izzetini yaşatmak ve ilahi rızayı kazanmak kaygısı taşıyan Müslümanlar tabii ki canlarını, nesillerini, akıllarını, mallarını korumalıydılar; ama en fazla da dinlerini. Ancak “hangi din” sorusunun karşılığına Kur’an’ın muhkem ayetlerini ve aslı Kur’an’da bulunan Rasul’ün (s) uygulamaları olan Mütevatir Sünnet’i tartışmasız ölçü ve hakem olarak koyanlar direnişe, ıslah ve yeniden inşa mücadelesine büyük anlamlar kattılar.

Emperyal kuşatmaya karşı İslami direnişi bir “var kalma mücadelesi” olarak algılayanlar, ümmet vakıasını, dayanışmasını ve İslami duyarlılıkları canlandırmak konusunda tabii ki fonksiyonel oldular. Ancak bu canlılığı dış ifsad ve saldırılara karşı olduğu kadar, iç hastalıklardan da arınma, itikadi ve ameli iç zindelik ve arınmayı sağlamak sorumluluğu olarak ele alan ıslah çizgisi, direniş için vatan, imkânlar ve kavmin korunması yanında daha üst ve sahici sınırları gözetti. Son dönemlerde Şah Veliyullah Dehlevi, Cemaleddin Afgani, Muhammed Abduh, Şihabeddin Mercani, Ebu’l Kelam Azam, Ulema Hareketi, İhvan-ı Müslimin, Cemaat-i İslami, Hizb-ut Tahrir ve Şii Usuli Hareketi, direnişi Kur’an merkezli bir ıslah ve inşa faaliyeti olarak ele alıyordu.

Yani direnişi zaaflarıyla beraber de olsa, mevcut haliyle Müslümanca var kalma hali olarak algılayanlar vardı. Her cihad çağrısına hasbi ve hesapsız koşan Müslüman tebaanın konumu bu algıya işaret ediyordu. Duyarlılığı duyarlılık besliyordu.

Bir de direnişi Müslümanların var olan halini korumak ama mücadele sürecinde de aynı zamanda mevcudu ıslah etmek ve ümmet yapısını diriltmek anlamında yeniden inşaya çalışmak olarak algılayanlar vardı. Yani mücadeleyi hem iç zindeliği kazanmak ve hem de müfsid dış istilayı defetmek olarak anlayanlar söz konusuydu. Duyarlılığı bilinç besliyordu.

O zaman Müslümanların zulüm karşısındaki direnişinde iki hal, iki durum söz konusudur. İlki duyarlılığı duyarlılık besliyordu. Diğeri ise duyarlılığı bilinç besliyordu. Direnişin bu iki nicel ve nitel pozisyonu, kendi içinde yöntem ve yeterlilik tartışmalarını barındırsa da, emperyal güçleri ve coğrafyamızdaki işbirlikçi yönetimleri tedirgin etmeye ve korkutmaya yetiyordu.

3.

Ümmet coğrafyasındaki hâkimiyetini görünür ve görünmez şekilde sürdürmek ve ilerlemeci akaidi nedeniyle Müslümanları Kur’ani bağlarından daha da çözüp “beyaz dünya”ya devşirmek ya da sömürgeleşmeye müsait hale getirmek Batılı egemenlerin stratejik hedefiydi.

Birinci aşamada bireyci, deneyci, akılcı laik bir yönlendirme ile dünyevileşme yaygınlaştırılmak istendi. Batılı paradigmayı biricikleştiren bir eğitim, Batılı tarih ve toplum algısı, Batılı yaşam ve eğlence tarzı, Batılı kalkınma formu resmi ideolojiler haline getirildi ve bu istikametin albenisi dayatılan anlaşmalarla, taltiflerle, reklamlarla parlatılmaya çalışıldı. Liberalinden ulusalcısına, ırkçısından sosyalistine kadar içimizden devşirilen ve çözülen Garpzede insanlarımız bu hattın kuşatması altında kalmışlardı.

İkinci aşamada ise İslami olarak bilinen sahih veya zaaflı değerlerin tahrifi yoluna gidildi ve Garpzede yönetici ve elitlerin bu tür çabaları teşvik edildi. Örneğin:

BM bünyesinde UNESCO eliyle mükerreren yapılan İbn Arabi, Mevlana, Hallac-ı Mansur sempozyumlarıyla İslami modele mistik elbiseler giydirilmeye çalışıldı.

Yine “Ilımlı İslam” tasarımları içinde çok kültürlüğe ve uzlaşmacılığa kapı açan; Müslümanların zaaflarını oluşturan mezhepçi, panteist, modernist veya medeniyetçi din anlayışlarını destekleyen, oluşturan ve asıllayan oryantalist örgütler ve think tank kuruluşları hakikati örten tuzak çalışmalar geliştirdiler. Sadece Louis Massignon’un Fransa’da doktora çalışmalarıyla yetiştirdiği ve ismi parlatılan birçok Garpzede, neo-gelenekçilik çerçevesinde Müslüman entelektüelleri “dinlerin birliği” tezine yönlendirme konusunda saflarımızda gedikler açtılar. Bu bağlamda Protestanlıktan bu yana geliştirilen tarihselcilik yöntemi, ıslah temelli usulu’d-din ölçüleri oturmamış araştırmacıları ve ilahiyatçıları yakinî ve delaleti açık nasslarda bile görelilik hastalığına itti.

Ayrıca emperyalist Batı, kendi işgaline veya hamisi olduğu diktatörlük yönetimlerine karşı geliştirilen direniş hareketlerini, sürekli ajanlaştırdığı kişiler veya hududullahı gözetmeyen dar-sığ görüşlü kahramanların önünü açarak terörize etmeye; bunun üzerinden de İslamofobi ile bütün Müslümanları şeytanlaştırmaya çabalamaktadır. Emperyalist Batı, İslami direniş ve uyanışı “Ilımlı İslam” gibi tezlerle terbiye etmeye; aşırı ve kontrolsüz tepkileri de İslam diye servis ederek sürecimizi şeytanlaştırmaya çalışmaktadır.

4.

Küresel intifada çağrısı Müslümanlar ve adaleti arayan tüm insanlar için küresel bir özgürleşme çağrısıdır. Küresel intifada çağrısı toplumumuzun, topraklarımızın, imkânlarımızın ve kültürümüzün işgaline veya vesayet altında yaşamasına son verme mücadelesine ve bu mücadele şartlarını hazırlamaya bir davettir. İntifada çağrısı kımıldanmak ve silkinmektir; her türlü kirlilikten temizlenmektir; üretkenlik ve doğurganlıktır; yolunu kaybedenlere öncülük yapmak, adalete ve fıtrata yürümektir; güvenliği sağlamak ve düşmandan emin olmak kaygısıdır; umutların tükendiği anda ‘ben varım’ diyebilmektir.

Vahiy düşmanı fiziki ve fikrî işgalcilere karşı gösterilen direniş, var kalmaya ya da var kalarak yeniden inşa hedefini yükseltmeye olan inançtan kaynaklanır. Ancak Müslümanların bu direniş ruhu, bölgesel çözümlemeyi de küresel çözümlemeyi de içinde barındırıyor. Küresel çözümleme içinde de bizleri metot tartışmalarımızı yenilemeye veya sağlamasını yapmaya sevk eden iki hat belirginleşmektedir:

Birincisi ıslah hareketlerinin “Kur’ani Cihad” açılımı.

İkincisi gelenekçi söylemden beslenen “Küresel Cihad” açılımı.

İki açılım da Müslümanlar olarak emperyal kuşatmayı aşmak ve var kalmak istiyor.

Ancak Kur’ani Cihad açılımı, emperyal kuşatmaya tepkisini “Nimet”i niçin kaybettiğimizden kalkarak oluşturmaya çalışıyor. Mağlubiyetimizin hem iç hem dış nedenleri üzerinde duruyor. Kur’ani Cihad açılımı, tutarlı bir tarih ve toplum değerlendirmesi yaparak Muhammed ümmetini tarihî süreçte akaidden siyasete kadar asıllarını zayi etmiş veya bulandırmış olarak görüyor ve her alanda yeniden vahiyle ve fıtratla buluşmanın gayretini gösteriyor. Mücadelesini sünnetullahı gözeten bir merhalecilik içinde kavrıyor ve bu bağlamda tüm resullerin toplumsal dönüşüm örnekliklerini güncelde yeniden örneklendirmeye çalışıyor. İlim edinmek bahanesiyle hayattan kopmuyor, hayata ve mücadeleye de ilimsiz istişaresiz yaklaşmıyor. İntifada sürecinde tüm elamanları ile birlikte aşamalı olarak tahkiki, içtihadı, şurayı ve şahitliği yaygınlaştırmaya çalışıyor.

Küresel Cihad açılımı ise küresel işgale karşı yaygın bir tepkiyi farklı biçimlerde geliştirmeye çalışıyor. Bazısı silahlı direnişle, bazısı mezhebi algılarını yaygınlaştırarak, bazısı da karşıtlarıyla uzlaşıp güç kazanarak mesafe almaya çalışıyor. Ama düştüğümüz halin nedenlerini ciddi bir tarih ve toplum değerlendirmesine dayanarak izah etmiyor. Müslümanların ortak istişari aklını, ıslah hareketlerinin birikimini ve sünnetullahı dikkate almıyor.

Cihadı sadece “kıtal” olarak algılayanlar Müslümanların öfkesini harekete geçirerek ümmete hizmet edeceğini düşünüyor. Adeta Che Guevara’nın “Bir Vietnam yetmez, 10 Vietnam 100 Vietnam” dediği gibi sonucu meçhul ve sünnetullah eksenini gözetmeyen bir romantizmi körüklüyorlar. Küresel Cihadın evrenselci söylemi her ne kadar tarihî rivayetlerle ambalajlansa da sol öykünmeciliğin, savaş fıkhı ise Karmatîlerden bu yana akıp gelen anarşizmin etkisinde. Zira İslami konuları çözmek ve örnek oluşturmakta Kur’an’ın muhkem ölçülerini ve tartışmasız Mütevatir Sünnet’i temel belirleyici edinebilmiş değiller; rivayetçi-taklitçi-ezberci bir birikimi âlimlik sanan bir gelenekçilik içindeler. Bu hal, ümmetin çözülüşüne neden olan ve tahkiki yaygınlaştırmayı engelleyen bir asabiyedir. Epistemolojik olarak tasavvufa ve ritüellerine karşı çıksa da mukallit tıkanıklığını zaman zaman “keşf” veya “rüya bilgisi” iddiası içinde aşmaya ve bu tutumunu bazı gaybi hadisleri itikadlaştırarak meşrulaştırmaya çalışan bir zannilikten de pek kopuk değiller. Küresel Cihad açılımının fetva anlayışı da Emevi ve Abbasi saraylarında oluşan fıkıh ve hadis anlayışlarından pek farklı değildir.

5.

Küresel kuşatmaya karşı direniş ve cihad azmi, ölçüleri ve stratejisi farklılaşan üç eğilim, dini anlama usulleri nedeniyle farklılık içindedirler. Bu direniş çizgilerini üç başlık altında ele alabiliriz.

1- Önce Müslümanları imkânlı kılma

2- İslamlaşma, ıslah ve inşa

3- Geleneksel çizgiyi yaşatma ve geliştirme.

Bu üç tasnif arasında tabii ki geçişler ve sentezler de olmaktadır.

1. İslamlaşmak İçin Reel Siyasette Alan Açma

Ümmet bakiyesinin yaşatılması ve iyileştirilmesi için çabalayan ve imkânlı alanlar açmaya çalışan bu akım, 19. yüzyılda ıslahat çizgisinden; yani genelde Urvetu’l Vuska’dan yerelde de Sırat-ı Müstakim çalışmalarından güç almıştır. Reel siyaset içinde ideal olan için alan açma, yol alma çabalarında Said Halim Paşa, örneklik sergileyen isimlerin ilklerindendir. Sonuç alamasalar da Elmalı Hamdi Yazır, Mehmet Akif, Said Nursi bu çizgide çaba sarf etmeye çalışmışlardır; zaten ağır yıkımlar sürecinde sünnetullaha uygun bir toplumsal dönüşüm modeli hazırlamaya da zamanları olmamıştır.

Ateşten mal kurtarma refleksiyle davranan 1945 MKP söylemi, 1970-1999 MNP-MSP-RP-FP çizgisi, sonra 2002’de kurulan AK Parti süreci; Tunus’ta İslami Yöneliş-Nahda Hareketi gibi, Lübnan’da Fadlallahlı Hizbullah gibi, İhvan’ın Mısır ve Ürdün’de, Cemaat-i İslami’nin Pakistan’da, Hizb-ut Tahrir’in Tunus’ta partisel mücadele girişimleri gibi; Cezayir’de FİS, Fas’ta PJD faaliyetleri de diktatörlük veya yerel ve küresel vesayet sistemleri içinde alan açmaya, bu sistemleri geriletmeye ve Müslümanları imkânlı kılmaya yönelik mücadele tarzlarıydı. Sistem içi araçları kullanarak özgürlük alanlarını geliştirmeye çalışan bu var kalış akım ve partileri tabii ki ideal olanla reel olan arasında dengeyi yakalamak açısından inişli-çıkışlı bir çaba içinde oldular ve oluyorlar.

İhvan’ın öncülük ettiği sosyal yardımlaşmayı ve ekonomik dayanışmayı yükselten insani yardım kuruluşları da ümmet bakiyesinin yaşatılması ve iyileştirilmesi konusunda önemli rol üstlenmektedirler. Türkiye’deki İHH modelini ve benzerlerini de bu çerçeveye iliştirebiliriz.

2. Islah ve İnşa Yolunda İslami Mücadele

Çözülen bozuk Osmanlı sistemi içinde ve daha sonraki adı cumhuriyet, krallık, şahlık, şeyhlik olan kolonyalist diktatörlük rejimleri içinde ümmet bakiyesini yeniden uyandırmak, ıslah ve inşa etmek konusunda Urvetu’l Vuska ve Menar ıslah çizgilerini miras alan ve bu çizgiyi en çok geliştirip sosyalleştiren Hasan el-Benna önderliğindeki İhvan-ı Müslimin hareketi oldu.

Islah çizisi içinde kendini hem usuli hem metodik olarak yenilemeye çalışan İhvan akımı vahyî ilkeleri, vahyin tebliğini ve şahitliğini öncelemek; eğitim ve mücadele alanlarında hududullahı ve sünnetullahı gözetmek konusunda Seyyid Kutup gibi, Raşid Gannuşi gibi, Muhammed Bedii gibi öncülerin zamanla şura içtihatlarına dönüşen yaklaşımlarıyla yenilenme tarzını hep korudu ve destekledi.  İhvan, tüm maddi imkânsızlıklara ve iç tartışmalarına rağmen idamlarla, işkenceler, yasaklar, sürgünler ve zindan hayatı ile engellenemeyen bir sürekliliği ve her fırsat yakaladığında yeniden var oluş hamlesini sünnetullah ve hududullah ölçüleri içinde İslami bir yaşam tarzı olarak sergiledi.

Cemaat-i İslami’nin ve Şia içindeki Usuli Hareketin ve benzerlerinin arayışlarını da İhvan’ın yürüyüş ekseninde okumak gerekir. Vesayet sistemlerinden veya demokratik açılımlardan sağlanan tüm reel imkânlara rağmen ıslah ve inşa çizgisi, karar mekanizmalarını bağımsız ve özgün kılabilmek yolunda resullerin sünnetleriyle uyum içinde olmaya çalışmışlardır. Bu boyutuyla, ıslah ve inşa hareketleri, hayır ve hasenat faaliyetlerinden, duygusal-fedakâr direniş hareketlerinden ve sistem içi ritüelleri gözeten çalışmalardan farklı olarak kimliksel bir özgünlük ve karar süreçlerinde istişari bir bağımsızlık taşımaktadırlar.

Örneğin 2012 Mısır partileşme sürecinde sistem içinde alan açma ve tedricî mücadeleyi reel siyasete taşımak için İhvan-ı Müslimin, Adalet ve Kalkınma Partisi’ni kurup Muhammed Mursi’yi bir grup kadro elamanı ile birlikte başına geçirirken; hareketin reisi Muhammed Mursi ve önemli kadro elemanları İhvan’la birlikte idealleri korumak ve alanı ilkeler çerçevesinde denetlemek için reel siyasetin dışında kaldılar. İdeal olanı da reel olanı da takip eden İhvan kadrolarının birbirlerini denetlemek ve ortak müşkülleri müzakere etmek için 2012-2013 senelerinde sabah namazlarından sonra camilerde karşılıklı istişarede bulunmaları bu hususu aydınlatıcı bir örnektir.

3. Üretilmiş Yorumları Küreselleştirmeye Çalışan Akımlar

İslam algılayışımız tabii ki muhkem Kur’an ayetleri ve Mütevatir Sünnet’i belirleyici gören “sabitelere”; sabiteler ile sorunlarımızı çözmek için Kur’an’ın bütünlüğünden ve kavrayabildiğimiz kadarıyla Rasulullah’ın uygulamalarından çıkarttığımız yorumlara yani içtihatlara ya da “değişkenler”e dayanır. “Sabitelerimiz” genel-geçer ve evrenseldir, “değişkenlerimiz” ise zaman ve mekân şartlarıyla irtibatlıdır, değişen şartlara göre yenilenmek zorundadır.

Ayrıca Rabbimizden iletilenler kesinliği-yakiniliği ifade eder; insanların ürettiği görüş ve içtihatlar ise zaman ve mekânla kayıtlı zanni imkânları ifade eder. Hiçbir üretilmiş yorum ve rivayet, Allah’tan iletilmiş olanın yerine geçemez. Hz. Muhammed’e iletilen ve bağlayıcı olan da Kur’an-ı Kerim’dir. Mütevatir Sünnet’in bağlayıcılığı ise vahiyle usvetün hasene olduğu bildirilen Rasulullah’ın aslı Kur’an’da olan amme/genel bir hükmün uygulanması veya Kur’an bütünlüğü ile ilgili tavırlarının bize yaşayan bir müteselsillik içinde ulaşmasıyla alakalıdır.

Muhkem ve delaleti açık ayetlerin ve aslı Kur’an’da olan Mütevatir Sünnet’in/uygulamaların genel-geçerliği konusunda hiçbir Müslüman direnişçi ihtilaf etmez, edemez.  Aksi takdirde hududullahı çiğnemiş olur.

Muhaddis ve fakih atalarımızın İslam adına üretilmiş olanları bize aktardıklarında sorun ortaya çıkmaktadır. Üretilmiş olan değerlendirmeler, zan kapsamından çıkamayacak olan görüş veya içtihatlardır. Doğruluğu da yanlışlığı da mümkünattan olan zanni rivayetleri, muhkem ayetler ve Mütevatir Sünnet ile eşitleyip mutlaklaştıran yaklaşım, taklitçilik veya mezhepçilik dediğimiz  gelenekçilik sapmasına neden olmaktadır. Bu hal, ilahi olan Tevrat’ın yanına, zanni rivayetlerden ve hahamların dinî yorumlarından oluşmuş Talmut’u koyan; İseviliği ifade eden Nasraniliği, içine pagan unsurlar bulaştırılmış Hristiyanlıkla değiştiren inhiraf hallerine kapı açmaktadır.

İslam ile ilgili değişkenleri, sabitelerin yerine koyarak küresel bir tebliğ faaliyetine koyulan zaaflı İslami yorum algısına Suud hanedanlığından, İran Şiiliğinden ve sivil alanda da Fethullah Gülen hareketinden örnekler verebiliriz.

A- Suudi-Selefi Dinî Algı Taassubunun Küreselleşme Süreçleri

İslam’ı kavramada sorgulamayı ve tahkiki durdurarak dar ve taklitçi bir tevhid anlayışı içinde rivayetçi-saltanatçı bir gelenek izleyen Suudi şeyhlik sistemi, önce dünyaya ve ümmet coğrafyasına Rabıtatu’l Âlemi İslami ve Kuveyt’teki yan kolu olan İFSO ile; sonra da değişik ülkelerden burslu öğrenci topladığı kendi ülkelerindeki şeriat üniversiteleri ile açılım kaydetti.

Suudi saltanatı, Emevi-Abbasi geleneği gibi ıslah çalışmalarının hem usuli hem yöntemsel istikametine ve kâmil şura talebine karşıdır. Bu karşıtlığını, ıslah çizgisinden beslenen Cezayir’deki FİS’in, Tunus’taki NAHDA’nın, Mısır’daki İhvan-ı Müslimin’in kazanımları karşısında açıkça diktatörlük rejimlerinden yana tavır alarak da sergilemiştir.

1964’te Suudi Arabistan Kralı olan Faysal bin Aldülaziz, rivayetçi-saltanatçı bir sistem içinde ABD ve İngiltere’yi razı ederek veya onlarla paralelleşerek Rabıtatu’l Âlemi İslami’yi kurdu ve -hangi niyetle olduğu araştırmaya muhtaç olmakla birlikte- bu tarihten sonra Mevdudi, Seyyid Kutup, Malik bin Nebi gibi öncü kişilerin ıslah ve inşa çizgisine hizmet eden kitaplarını İFSO aracılığı ile farklı dillerde yayınlayıp dünyaya dağıttı. Petrol kaynakları konusunda da farklı politikalar izlemeye çalışan Kral Faysal, 1974 yılında bir saray içi darbeyle öldürüldü. Ancak Suud hanedanlığı, ilk başlarda Ulema Hareketi, İhvan, Cemaat-i İslami hareketlerinin cazibesinden yararlanma eğilimi içinde olmakla beraber, bu istikameti yönlendiremediği için olsa gerek daha sonraları ıslah ve inşa hareketlerini fiilî olarak karşısına aldı. Bu ikircikli eğilim, daha sonra ilgi uyandırdıkları ümmet coğrafyasında kendi rivayetçi-saltanatçı anlayışlarını taşıyan selefi çizginin yaygınlaşmasına neden oldu.

Türkiye’den örnek verecek olursak: 1960’lı yılların sonu ve 1970’li yılların başında Türkiye’deki İslami cemaatler henüz Osmanlı enkazının kirlerinden ve Kemalist sistemin zulüm ve baskılarından kimliklerini arındırabilmiş değillerdi. O yıllarda en önemli cemaatler ve kanaat önderleri mezhepçi ve Bâtıni anlamda sufi bir kültürü taşırken; aynı zamanda sağcılaşan, milliyetçileşen, ulusal devleti savunan kimlikleriyle sistemin kirlerine bulaşmışlardı. İşte bu süreçte gerek Sırat-ı Müstakim ekolünü yeniden canlandırmaya çalışan veya İhvan, Cemaat-i İslami ve Hizb-ut Tahrir kültürü ile bir uyanış hamlesi yapmak isteyen çok az sayıda müteşebbis-tebliğci Müslümanın yardımına Kuveyt merkezli İFSO’dan koli koli hatta tırlarla gelen Mevdudi’nin, Seyyid Kutup’un, Malik Bin Nebi’nin, Nedvi’nin vd.nin kitapları yetişti. Ve bu kitaplar daha sonra müstakil çeviriler olarak Türkiye İslami yayıncılığına ivme kazandırdı.

Bu tür dolanımdaki kitapların çoğu zaman kendilerine çevrilmiş olarak takdim edildiğini Hilal Yayınları editörü rahmetli Nihat Armağan beyan ediyordu. Bilgilenme ile başlayan uyanış sürecinden sonra tartışılan nasıl bir cemaat ve yöntem takibi konularıydı. İşte yine bu süreçte Suudilerin desteklediği selefi veya hadisçi âlimlerin “Nebevi”, “Rabbani”, “Tevhidi” metot kitaplarının çevirileri sökün etti. Daha sonra da hadisçi-selefi hidayet kitapları...

Ve sonra…

Selefi içerikli kitap ve söylemler konusunda derinleşenlerden ilim öğrenmek isteyenler şeriat öğrenimi için Suudi Arabistan üniversitelerine burslu olarak devşirilirken, silahlı cihada katılmak isteyenler de yine Suudilerin silah yardımı yaptığı Afganistan direniş saflarına gidebilirlerdi. Ve Türkiye’deki tevhidî uyanış süreci gerek kendi iç zaafları gerek 28 Şubat darbesi nedeniyle örselenince, ilmî selefiler de cihadi selefiler de çaresiz insanların çaresi olmaya çalıştılar.

Cihadi selefilik süreç içinde Suudi inisiyatifinden kopsa da genellikle ilmî selefilikle aynı kültürel kaplardan beslenmektedir.

B- Şiileştirici Algı Taassubunun Küreselleşme Süreçleri

İran’da medrese içindeki usuli çizgi, üniversitedeki Ali Şeriati türü siyasi ve İslami sorgulama süreçleri, Şah zulmüne karşı diğer milli ve sol muhalefet sonuçta 1979 İran Devrimi’ni gerçekleştirdi. Devrim’in ümmet coğrafyasında en fazla heyecan uyandıran yanı, Devrim’i İslamileştirmek isteyen akımın 1944 Daru’t-Takrib çalışmalarına atıfta bulunması, meydanlarda tevhidî evrensel şiarları haykırması, “La Şiiyye La Sünniyye Vahde Vahde İslamiyye” sloganının meydanlarda yaşatılabilmesi ve vahdet namazları gibi heyecan uyandıran olumluluklardı. Bir de komünist parti TUDEH kapatıldığında, Ahbari-Safevi Şiiliğini tasfiyeye yönelik “TUDEH Kapatıldı Sıra Hüccetiyye’de!” sloganıydı.

İran Anayasasına “Bu anayasa İsna Aşeriyye’ye göre tanzim edilmiştir ve bu madde değiştirilemez!” maddesi konulduğunda, canımız sıkılsa da konuyu toplumsal gerçekçilik ve tedricilik anlamında yorumlamıştık. Ama daha sonra, İmam seçilmiş olan Ayetullah Humeyni’nin Gorbaçov’a yolladığı mektupta dünya insanlığını İslam’ın sabitelerine değil de İbn Arabi ve Molla Sadra felsefesine çağırınca iç kırıklıklarımız daha da arttı.

Daha sonra İran’a gönül verenler İmamları diliyle “Enel Hak davulunun tokmağı” olmaya davet edilmeye; Vahhabiliğin sabitelerimize aykırı uçlarına karşı çıkılacağına, onun İngilizler tarafından kurulduğu komplocu söylemine mezhepçi bir yaklaşımla ağırlık verildiğine tanık olduk. Ve İslami İran’ı, artık İran’ın İslami ve ulusal menfaatleri adı altında takip etmeye ve kendisine “siyasi olarak biat” eden Sünnileri nasıl Şiileştirmek için çalıştığını ve İran siyasasına giderek Hüccetiyye’nin nasıl da egemen olduğunu üzülerek izlemeye başladık. Ve 30 yıllık süreç içinde Türkiye’den Kum medreselerine gönderilen binlerce Müslüman gencin Şiileştirilmesini de…

İran da Suudilerin Sünni dünyada selefi akaidini yaygınlaştırmak için izlediği aşamalı yolu adeta etüt edip, tatbik ve taklit etmeye başladı. Bugünkü Suriye İslami direniş grupları arasında birleştirici rol oynayan ve ıslah çizgisiyle bütünleşmiş bir kanaat önderinin, Şam’da İran Şiiliğinin takip ettiği tebliğ süreçleriyle ilgili aktardığı bilgi şudur:

Devrimden sonra Hafız Esed’le ilişkilerini geliştiren İran, Dımeşk’te bir kültür merkezi açtı. Suriye’de İhvan kitapları ve özellikle Seyyid Kutup’un kitaplarının basım ve satımı yasaktı. Şam’daki İran Kültür Merkezi, merkeze uğrayan ve isteyen herkese Seyyid Kutup’un Mevdudi’nin Arapça basılmış kitaplarını vermeye başladı. Hatta bu kitaplardan dağıtmak için fazla fazla alınabilmiş. İran’ın yayınladığı bildiriler dışında bir-iki sene sonra bu sefer Ali Şeriati, Mutahhari, Mustafa Çamran gibi kişilerin İslami açıdan daha genel, fıtri ve sünnetullahla ilgili kitapları yayınlanmaya başlamış. Daha sonraki aşamalarda sıra, çağdaş Şia kültürünün dahisi kabul edilen âlimlerin kitaplarındadır ve daha sonra da Şii hidayet kitapları…

Aslında bu öykü, Türkiye için gönüllü yayıncıların teşvik edilme süreçleri ile de ilgili ve geçerlidir. İlkin 1980’lerin başında Düşünce ve Aylık Dergi yayınlarından Ali Şeriati’nin kitapları; sonra Beheşti, Muhammed Sadr, Mutahhari ve Talegani kitapları ve sonra da Şii fıkhını ve akaidini öğreten hidayet kitapları... Sonunda Suriye’de katliam yapan ırkçı-Batıcı Baas rejiminin İran’ın Şii-ulusalcı çıkarları için yardımına gönderilen mankurtlaştırılmış Şii fedailer…

C- Gülen-Hizmet Cemaatinin Küresel Alanda Makes Bulması

1970’li yıllardan itibaren merkezinde Sünniliğe dayanan ve keşf kültürüne açık sufi bir eğitim örgütlenmesi olarak belirginleşen Fethullah Gülen hareketi, kendini eğitim alanında hizmet veren bir akım olarak kurumlaştırdı. Ancak 28 Şubat 1997 darbesine kadar Türkiye egemenlerine sığınmacı bir refleksle var kalma ve gelişme imkânını yakalayan cemaat, bu tarihten itibaren küresel güç odaklarına sığınan bir stratejiyi benimsedi.

Süreç bu hareketi Protestan bir yaklaşımla “milli dindarlık” anlayışından küresel güçlerle yürüyen bir dindarlık anlayışına sürükledi. Eğitim ve ticaret alanında 160 ülkede teşkilatlanma gücüne ulaşıldı. Böylece uzlaşmacı bir dille sadece Türkiye değil dünya kazanılacak ve İslam ideolojilerden arındırılmış olarak bir ritüeller ve keşfe dayanan hikmetler dini olarak dünya pazarına sunulacaktı. Dünya pazarında böyle bir din ihtiyacı var mıydı bilmiyoruz ama küresel kapitalizmin ümmet coğrafyası için “Ilımlı İslam” denilen böyle uyutucu ve bağlayıcı bir din algısının yaygınlaşmasına ihtiyacı vardı.

İslami “değişkenler”i “sabiteler” noktasına yükselten bu hareket, elemanlarını merhale merhale mistik inanışlar ve sıcak bir örgütlenmeyle adanmış ve fedai bir hale getirebiliyordu.

Cemaat, kurtarıcı manevi bir güç olarak inanılan Mehdi ile eşdeğer görülüyor, dolayısıyla hareketin maslahatı ve büyümek için hareket elemanları tavizkâr olmaya meyilli olarak yetiştiriliyordu. Örneğin Hukuk Fakültesini kazanan tesettürlü bir Cemaat öğrencisi, mezun olduğunda mevki sahibi olmasını engellemesin diye başörtüsü serbestisinin sağlandığı bu ortamda bile başını “Allah rızası için” açmaya teşvik edilebiliyordu. Bu teşvikler mevki kazanabilmek için namazını gizlemeye ve gerekirse içki içmeye kadar uzanıyordu. Görevlendirme icabı namazını terk eden bir Cemaat mensubu, bu davranışını “Gelecek nesiller namaz kılsın diye ben kılmıyorum!” ifadeleriyle sanal bir motivasyona itekleniyordu.

Gülen Cemaatinin son “Paralel Yapı Örgütlenmesi” süreçlerindeki elemanlarının yerel ve küresel alanda ajanlaşma noktasına nasıl gelebildikleri; ancak Cemaat elemanlarına telkin edilen takiyye metodunun ileri aşamalarını gözlemleyerek izah edilebilir.

6.

Islah ve inşa hareketleri dışında, Müslüman dünyada küreselleşen gelenekçi, neo-gelenekçi veya cihadi akımların en büyük zaafı, Kur’an akaidi ve Kur’ani akaid ölçüleri yerine, tarihî kelami rivayetleri ve kitapları ölçü edinmeleri; problem çözerken İslami sabiteler yerine indi yorumlarını asıllaştırmaları, mezheplerinin ve mezhebî içtihatlarının asabiyesini aşmamış olmalarıdır.

Oysa küresel kuşatmaya cevap verme azmi, Kur’an merkezli bir ıslah, dirayet, hikmet çizgisinden kopmamalıdır. Bu konuda ıslah ekolünün dirayetli geleneği, istişareye ve müzakereye en açık istikameti göstermektedir.

İhvan’ın Libya kolu âlimlerinden Bekir el Beşir, geçen sene gerçekleştirdiğimiz diyalogda mücadele tarihleriyle ilgili şu veciz cümleyi kurmuştu: “Bizler Cemaleddin Afgani, Muhammed Abduh, Reşid Rıza, Hasan el-Benna, Mevdudi, Takiyyuddin Nebhani, Seyyid Kutup çizgisini takip eden ıslah ekolüyüz; çizgimizin eksiklerini aşıp kendimizi şartlar karşısında yenileyerek geleceğe yürüyoruz.”

İtikadi, siyasi ve metodik alanlarda sorunları aşmak için önce neyin “sabite” neyin “değişken” olduğunun bilincinde olunmalıdır ve sonra da olayları değerlendirirken adalet ve nesnellik çizgisinden sapılmamalıdır. Gerisi yaşayan şehitlerden olabilmektir…

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR