1. YAZARLAR

  2. Hamza Türkmen

  3. İslamcılık Üzerinden İslam’a Ayar Verilebilir mi?

İslamcılık Üzerinden İslam’a Ayar Verilebilir mi?

Ağustos 2015A+A-

1980’li yılların sonunda yüksek tirajlı haftalık Nokta, Yankı ve Tempo dergileri bir hafta İslamcılıkla bir hafta da erotik konularla ilgilipeş peşe kapak ve dosyalar hazırlarlardı. Çünkü iki konunun da meraklısı ve alıcısı çoktu. Bir taraf uyanan Türkiye’nin, bir taraf çözülen Türkiye’nin fotoğrafıydı.

Şimdi İslamcılık tartışmaları, gelenekçilerden küresel kapitalizmle ittifak yapan, bir nevi Protestanlaşma süreci yaşayan neo-nurcu Fethullah Gülen Cemaatinin Zaman gazetesi kaptanlığında gündeme sürülüyor. Tiraj sağlamak için değil, İslami algının saptırılması amacıyla gündemleştiriliyor. Yani bu tartışma gündeminde hakikatin aranması söz konusu değil; söz konusu olan Gülen Hareketinin dışındaki İslami kazanımların tezyifi ve tahfifi. Özellikle de bu manipülasyon AK Parti bahane edilerek yapılıyor.

Zaman’da 2012 yazındatartışmaya açılan İslamcılık, Ali Bulaç’ın müspet gayretiyle “İslam’ı itikadi-siyasi bütün üniteleriyle hayata ve nefislerimize hakim kılma mücadelesi” olarak takdim edilmiş ama liberalinden ulusalcısına kadar tüm yazar kadrosu tarafından bu yaklaşım eleştirilmiş, maceracı ve marjinal bulunmuştu. Ve Marks Weber tarzında asıl olanın ekonomik ve eğitimsel kalkınma olduğu, “bu tür kalkınmanın kutsal olduğu” tezi ön plana çıkartılmıştı. Yani bu tartışmanın İslamlaşmaya götürecek ilmî yönü, dinin sekülerleştirilmesinden yana olanlarca susturulmaya çalışılmıştı.

Ali Bulaç, Mümtaz’er Türköne ve Ekrem Dumanlı arasında 2015’in yaz mevsiminde İslamcılık tartışması yeniden köpürtülmeye çalışılmıştır. Bu sefer İslamcılık tartışmalarıyla karşımıza küresel kapitalizmin çıkarlarıyla paralelleşen bir söylem çıkmıştır. Bu yeni tartışmada Ali Bulaç’ın İslamcılık perspektifinin de maalesef ki neo-nurcu akım tarafından törpülendiği anlaşılmıştır. Aynı mevkutede daha iki seneye kadar gizli ajandasını ifşa etme kurgusu içinde AK Parti’nin İslamcı olduğu işlenmişti. Ama yeniden gündeme getirilen yeni tartışmada Bulaç, İslamcılığın 2002 yılında durdurulduğunu, Mümtaz’er Türköne de 2002 yılında aslında tasfiye edilip bittiğini işlediler.

Şimdi 2002 yılında durdurulduğu veya bittiği ilan edilen İslamcılık iyi bir şey miydi; yoksa kötü bir şey mi? İslamcılığın tanımı neydi? İslamcılık tanımını kim, hangi kimlikle veya hangi aidiyet perspektifiyle yapıyordu? Kim nerede ve hangi tarafta durarak bu tartışmaya katılıyordu?

2002 yılı bize AK Parti’nin kuruluş anlarını hatırlatıyor. Demek ki bu parti, İslamcılık tartışmasını açan Gülenci kalemlere göre İslamcıları partiye eklemlemişti. Kendi devşirilmişliklerini örten ve küresel kapitalizmin himaye şemsiyesi altına sığınan Zaman ve yazarları, kendi konumlarını unutup bazı çözülmüş kimlikleri bahane ederek, AK Parti’nin devşirdiğini iddia ettikleri İslamcı denilenlerleaynı zamanda devleti meşrulaştırdığını ve devlet kademelerinde onların önünü açarak kriptolaştırdığını işlediler.

Peki, bu İslamcılık tartışması Zaman yazarları için yapıcı-uyarıcı bir eleştiriye mi, yoksa fitneci-koğucu bir tarza mı tekabül ediyordu? Dün İslamcılığı savunan Bulaç içinse bu tartışma, eğer “Kâinatın İmamı”ndan onay gelirse, İslamcıların dağıldığını ve devşirildiğini iddia ederken sadece eteğine tutunduğu Cemaatin mi İslamcı kaldığını deklare edecekti yoksa yeni hayatında İslamcılık bir anlam ifade etmediği için kendinide İslamcılıktan müstafi addedecek bir ön hazırlık mı yapıyordur?

Dönme, devşirilme, kimlik değiştirme erozyonu 28 Şubat sürecinden bu yana o kadar yaygındı ki!  İnsan “Bu çıkış da böyle birtezgâhınhazırlığı mı?” sorusunu çözümleme ihtimalleri arasına katmadan edemiyor!

Bu tartışmanındeğerlendirmesi bizleri tabii ki polemik avcılarının tuzağına düşürmemeli. Bu tartışma gündemiyle paralel olarak yaptığımız değerlendirmeler, Türkiye’deki İslami/tevhidî uyanış sürecini, üretilen ve olumlu olarak kullanabileceğimiz kavramlarla birlikte bir kez daha genç nesillere ve idraki zinde olanlara hatırlatma imkânı olarak görülebilir.

Diğer bir yaklaşımla üç yıl önce yapılan ve Bulaç’ın olumlanacak İslamcılık tanımı yerine, kendisini sufi gelenekle veya Türk-İslam dindarlığı ile kayıtlayan kişilerle birlikte Gülen camiası dışındaki duyarlı Müslümanları lekeleme yarışına giren bu kampanya ile polemiğe girmek, insanı israf kavramı ile buluşturur.

Türkiye İslamcılığından Tevhidî Uyanışa

Türkiye’de faşizm olarak belirginleşen Batıcı-Kemalist ideoloji İslam’a ve Müslümanlara yönelik yasaklar ve sürgün politikalarından ve katliamlardan sonra Osmanlı yorgunu İslami potansiyeli iyice sindirmişti. Osmanlı Devleti’nin son döneminde İttihad-ı İslam ve İslamcılık ifadeleriyle yeşermeye başlayan veya ibadi olan dinî heyecan ve uyanış hamlesi Cumhuriyet rejiminin 1924-1945 dönemi uygulamalarıyla adeta yerle bir edilmişti.

Sığınılan Anglo-Sakson ekseninin zorlamasıyla 1945’li yıllarda çok partili sisteme adım atıldı. Bu sürecin ilk onlu yıllarında İslami aidiyetleri sindirilmiş ve ulus kimliğini mezcetmeleri için yönlendirilmeye de devam edilen dindar kitlelerin gözünde üniversiteye gidip de namazını ikame eden gençler çok önemliydi. Üniversitede okuyan ve namaz kılan gençler -ne dediği pek dinlenmeksizin- bir nevi “veli” veya “keramet ehli” muamelesi görürdü. Çaresizlik içinde ümit kıvılcımları oldukça abartılırdı.

Görece özgürleşme süreci gibi algılanan 1945 sonrası dönemde İslami çabalar, çoğunlukla yasakçısına, yani milli ideolojiye sığınılarak gerçekleşti. Ama bu yıllar için karşıtına sığınarak var kalmaya çalışan ve bildiği kadarıyla eklektik de olsa İslami bir dünya tasavvurunun özlemini taşıyan insanlara resmi ideolojinin yapıştırdığı “mürteci, ham softa, gerici, yobaz” gibi sıfatlar yanında “İslamcılık” ifadesi daha makuldü. Anayasa Profesörü Tarık Zafer Tunaya “İslamcılık” tanımının teorisini “müesseseler ihdas edecek bir fikir ve inanç sistemi” ifadesine dayandırmıştı.

60’lı, 70’li yıllara gelindiğinde Müslümanların üzerine serpilen ölü toprağı ufalanmaya başladı. Sıkıştırılmış kimlikler ve öfke kendini ifade edecek alanlar aramaya başlamıştı. 1961 Anayasasının sağladığı görece özgürlük ortamından Batıcı sol ve sosyalist hareketler kadar olmasa da Müslümanlar da en başta ümmet coğrafyasının birikimine ulaşmak konusunda yararlanmaya çalışmıştı. Potansiyelimizde kıpırdanmalar başlamıştı. Ama asli kökleriyle henüz buluşamamış bir fidanın şiddetli esen rüzgâra mukavemeti ne kadar olabilirdi?

Asli köklerle irtibat geliştirememek büyük bir sorundu ve millilik, sufilik, mezhepçilik, Osmanlıcılık gibi fıtri ve vahyî olandan uzaklaşmış köklerle de ancak suni veya eklektik kimlikler oluşabiliyordu. İşte köksüzlük ve kuşatılmışlık içinde millici ve devletçi reflekslere bulanmış da olsa bu yeni İslami uyanış hamlesininçabalarından Kemalist asker ve sivil bürokrasi oldukça rahatsız oldu. Kullanılan dinî duygular, kontrolden çıkmaya cüret etmeye başlamıştı.

Kemalist sistemin seçkinleri İslami kaygılar taşıyan büyüklerimizin gayretlerini hep aşağılayıcı ifadelerle itham ettiler. Bu ithamlarla beraber İslam’ı itikadi, ibadi ve siyasi boyutuyla anlamaya ve anlatmaya çalışan müminlerin sıfatı ve yönelimleri devlet arşivlerine İslamcılık olarak geçti. Biz buna “Türkiye İslamcılığı” diyebiliriz.  Zaaflı ama temel kaygısı İslami.

Türkiye’de yerelde rahmetli Akif, Elmalı, Halim, Naim, İskilipli çizgisinin dayandığı metodoloji keşfedildikçe ve ıslah hareketlerinin ürünü olan ıslah önderleriyle birlikte İhvan-ı Müslimin’in,  Cemaat-i İslamiyye’nin, Tahrir’in, Ulema ve Nahda hareketlerinin birikimi ile tanışılmaya başlanınca, 70’li yılların ortalarından itibaren hikmet erbabı bazı öncü gençlerin zihninde şimşekler çaktı. Ve ilk defa “Biz mezhepçi değiliz, batini değiliz; biz sağcı, milliyetçi, devletçi değiliz; biz sadece Müslümanız” diyen ve bu konuda da öncelikle Kur’an’a tutunmaya yönelen (22/78) diri bir İslami uyanış akımı doğdu. Bu akım yeniydi, birikimsizdi ama son derece hasbi ve çalışkandı. Ekin meseli gibi, fide gibi yeni yeşeren bu hamle Tunaya’nın tanımıyla “İslam’ın kurumlarını yeniden ihdas” etmeyi önceleyen partili partisiz Müslümanları büyük ölçüde etkiledi.

Bu hamle aynı zamanda asli köklerini arıyordu. Bizi “nimet”ten uzaklaştıran metodolojileri aşıp İslami kavramların doğrusunu, Kur’an’ı ve Resulullah’ın uygulamalarını anlama usulünü ve vahyî mesajın nasıl güncelleşeceği sorusunun cevabını arama ve kavrama cehdi habire filizler veriyor.

Temayüz etmesi açısından 1970’li yılların ikinci yarısından itibaren özgün olarak Müslümanca yeniden var olma çabaları; katillerin barikatlarıyla engellenen Sırat-ı Mustakim, Sebilurreşad çizgisindeki ıslah kaygılarından ve büyük bir fetret döneminden sonra, tüm imkânsızlıklara ve içeriden taassubi barikatlara rağmen; ilk defa gündeme geliyordu. Çorak toprak yeşeriyordu. Bu asil bir sürecin başlangıcıydı. Bu yüzdende bu sürecin yükünü çeken ve ayakta kalan mensupları, bu uyanış hamlesine “Türkiye Tevhidî Uyanış Süreci” dediler.

Türkiye ismini ve sınırlarını, bizi kuşatan küresel egemenler belirlemişti. Tevhidî Uyanış Süreci en başta ümmet kimliğimize yönelen dayatmalara boyun eğmeme çabasının, kimliğimizi fıtrat ve vahiy ekseninde arındırma coşkusunun adıydı. Bu sürecin taşıyıcıları kendilerini İslamcı, Kürt veya Türk İslamcı, Radikal veya Siyasal İslamcı gibi dışarıdan yakıştırılan kavram ve terkiplerle tanımlamadı. Kendilerine sadece “Müslüman” dediler. Bölgeselliği ifade etmek için de “Türkiyeli Müslümanlar” terkibini kullandılar.

Türkiye’deki Tevhidî Uyanış Süreci, büyük ölçüde dinî kimliklere sıçrayan muharref değerlerden, gelenekçi ve modernist kirliliklerden temizlenme çığırıydı. Kendisi yeni, hayat yolunda acemi ama etkisi büyük bir çığır ve çağrıydı. Ve bu çağrı Türkiye ve bilebildiğimiz kadarıyla 300 yılık son Osmanlı tarihinde dışa açık enbüyük İslami dalgaydı. Bu dalga 1985-1995 yıllarında son 300-400 yılın en nitelikli yeni İslamlaşma açılımıydı. Halkın gelenekçi İslami duyarlılığı en çok bu dönemde ıslah olabildi. Dindar ailelerin çocukları üniversitelerde ilk kez bu dönemde müstakil İslami kimlikleriyle arzı endam edip etkinliklerde inisiyatif sahibi olmaya başladılar. Müslümanlar en çok bu dönemde okudular, araştırdılar, ürettiler ve en çok bu dönemde şehir şehir, ilçe ilçe eski vakıflar gibi çalışan İslami kitabevlerine sahip oldular. Dünyadaki ıslah hareketlerinin birikimi parça doğrular tarzında da olsa en çok bu dönemde başlayan yarım-yamalak çevirilerle ve sözlü aktarımlarla öğrenilmeye başlandı. Düşünce dergisi, Aylık Dergi, Malatya Hatip Erzen çizgisi; akademik hayatta da Tayyip Okiç’in, Muhammed Tanci’nin, Muhammed Hamidullah’ın rehberlik yaptığı gençlerin ürün ve çabaları bu akımın bire bir muhatap olduğu beslenme vasıtalarıydı.

Kısa zamanda küllerinden yeniden doğan sinerji, büyük ölçüde tasfiye edildiği düşünülen İslam’ın bütününe Müslümanların besledikleri aidiyet duygularıydı. Tüm badirelere ve yaşanan zaaflara rağmen bu duyguyu yeni nesillere doğruları ve yanlışlarıyla beraber çok zor şartlar altında taşıyan, tabii ki gelenek olmuştu. Asıllarla buluşma cehdi, gerek Tevhidî Uyanış Sürecinin yeniliğinden kaynaklanan birikimsizliği ve acemiliği nedeniyle; gerek gelenekçi-taklitçi kesimimizin asıllara yönelen bu hamlenin medenileştirilerek meczini sağlayamayan asabiyesi nedeniyle sağlıklı bir diyalog geliştiremedi. 70’li yılarda başlayan karşılıklı didişme tavrı oldukça azalsa da bugündevam etmektedir.

İslami bilinçlenme sürecimizin muhtemel kazanımlarını engelleyebilmek için İslami kimlik karşıtı resmi ideoloji de gelenekçi asabiye de paralelleşen bir karalama ve itham kampanyası başlatmıştı. Ahmed Davutoğlu’nun “Din Tahripçileri”, H. Hilmi Işık’ın “Reformistler”, “Vahhabiye Nasihat” türü kitapları, Necip Fazıl’ın “Rapor” adlı dergilerinin bazı sayıları ile yaydıkları iftira ve hakaret dolu söylemleri, devletin 12 Eylül rejimiyle birlikte M.E.B. “Tebliğler Dergisi” ile İslami uyanışa katkı sağlayan kitapları yasaklama furyası, 2. Şube’nin ve MİT’in takibat, sorgu ve işkenceleri paralel çalıştı.

Kemalist devlet ve Beyaz Türkler de asabiyesini aşamayan gelenekçi kesimler de aynı notaların güftesini dillendirdiler: Önce “kökü dışarıda”, sonra “siyasal İslam”, daha sonra “radikal” veya “radikal İslam”. Ve sonunda gelenekçi sufi Müslümanlarla ve bazı Türkiye İslamcılarıyla “uyumluluk” ittifakı oluşturulurken; sorgulayan ve İslami hareketi savunan dindarlara ve Tevhidî Uyanış Sürecinin olumluluklarını paylaşanlara “İslamcı” denmeye başlandı.

Üretilmiş bir kavram olarak İslamcılık, İslam’ın bütünlüğünü ve şer’i ölçülerini savunmak azmindeki geleneksel cemaatleri de niteliyordu, tevhidî uyanışı da. İslam’ı bütün olarak kavrama ve yaşama idealizmini ifade ettiğinde tanım muhtevasının bir aykırılığı yoktur. Bu anlamda ha Müslim, ha muslihun, ha İslamcı densin. Bu husustaki tartışma kavramın literal yapısıyla ilgilidir. Önemli olan İslamcılık ya da Müslümanlık algımızı kitabileştirebilmek, zaaflardan arındırabilmek, nefsimizi ve hattımızı vahiyle arındırabilmektir.

Artık “Ben İslamcı değilim!” demek, yaygın olarak “Ben Müslümanım, beni tağuti devlete ve Kemalist sisteme karşı çıkıyor, şeriatı istiyor diye suçlama!” anlamına gelen bir ricat’ı ve ötekine şirin görünme sığınmacılığını ifade ediyor. “Ben Müslümanım, İslamcı değilim!” söylemi 28 Şubat sendromundan kurtulamayanların düştüğü en önemli zilletlerden birisidir. Müslümanlığını liberallerle, milliyetçilerle, gelenekçilerle, enalhakçılarla, tarihselcilerle, hatta solcularla paylaşan bu acziyet; İslami direniş ve bilinç havzalarına yeni veya eskiden terkettikleri paydaşlarını ve onları yeni dostlar edinen kirli gözlükleri ile bakan nahoş tavırların taşıyıcıları oldular.

Ama terk edilen İslamcılık veya Hicri 4. asırdan beri kullanıldığı bilinen “İslamiyyin” hâlâ Ortadoğu’da da Türkiye’de de gündemin birinci maddesi. Bu istikametin imtihanını kaybedenler,  inişler çıkışlarla ilerleyen bu yürüyüşün istikametini terk edenler bile, gündem oluşlarını o eski birikim ve hatıralarına borçlular.

Duruşu dışarıda olan güçlülerin karalamak ve tezyif etmek için ele aldıkları İslamcılık tartışmaları ve eleştirileri; aslında bir eksiği ve yanlışı giderip düzeltmek için değil, Müslümanları tahfif etmek ve İslami olanı azaltmak için yapılmaktadır. Bazıları da HDP gemisinde, Gülencilerin limanında, oryantalistlerin mutfağında Ebu Leheb’in ateşine odun taşımaktadır.

AK Parti İslamcı Değil, İslamcılığa Saygılı

“Türkiye İslamcılığı”, politik arenada ve iktidarda namaz kılan insanlar istiyordu; ufku buna yetiyordu. Sistemi değiştirmekten ziyade, sisteme Müslümanları monte ederek Osmanlı siyasasının iflasıyla kesilen süreci, ulus devlet kimliği ile yeniden canlandırmayı hedefliyordu. Dün İslami aidiyetler saltanat sistemi altında yaşatılmaya çalışılmıştı. Şimdi İslami olarak bilinenler, ulus değerler ve kurumlar şemsiyesi altında yaşatılmak isteniyordu. Bu talep, İslam’ı feodal dönemin geri adetlerinden olarak gören Batılılaşmacı ulusçuları rahatsız ettiği için travmatik olaylar ve çatışmalar yaşandı.

İslam’ı ulus değerlerle mezcetme İslamcılığı; yani Türkiye İslamcılığı, devletçi ve millici kirlilikleri de normalleştiriyordu. Kötü olan İslami kimliğini terk ederek devlete devşirilmemekti. Bu nedenle devlettin gizli veya açık elemanı olanların kimliğini satıp satmadığı tartışmaları 70’li, 80’li, 90’lı yıllarda çok önemliydi. Ayrıca İslami kimliğini vahyî ölçülerle ıslah edememiş bir İslamcının, şer’i özlemlerle birlikte ulusalcılıkla sentezlenen varlığı Kemalist devlet için tehlike olarak görülürken, Tevhidî Uyanış Süreci açısından da matah bir konum değildi.

İslami mücadele veya İslamcılık, reel siyaset sahnesinde siyasi angajmanlara kilitlenmemeliydi.

Bu realiteyi 70’li, 80’li yıllarda yeşeren Türkiye’deki İslami uyanış süreci içindeyken idrak eden ve yaşanan pratiklerden dersler çıkartan partili veya partisiz az sayıda basiretli insan ve çevre bugüne taşıyabildi. Bu tecrübi birikime göre, kuşatılmışlığımız sürdüğü müddetçe “reel siyaset” ile “ideal siyaset”in alanlarını ne kopartmak, ne iç içe geçirip bütünleştirmek hatasına düşülmemeliydi. Zaten bu birikim, Türkiye’deki İslami uyanış sürecinin birikimsizlik ve acelecilik ile yaşadığı en önemli öncelikli hedef yanlışlığının acısını çok fazla yaşadı.

Milli Görüşçü kanat MNP-RP çizgisi içinde “demokratik” yolla; tevhidî kimliğe yöneldiğini vurgulayan kanat da “devrim/revolution” yoluyla iktidarı ele geçirip yukarıdan aşağıya, ideal toplumu inşa etmeyi hedefliyordu. ‘Sünnetullah’la, süreç içinde de bazı aşırı hareketlerde görüldüğü üzere ‘hududullah’la çelişen bu acilci ve iktidar merkezli İslamcılık veya strateji, daha 28 Şubat 1997 darbesiyle karşılaşmadan tıkanmaya başlamış, büyük ölçüde de darbeyle birlikte dağılma sürecine girmişti.

İslam’ı veya İslamcılığı reel politikaya eklemleyerek kilitlememe bilincine ulaşan ıslah çizgisi pratik hayatın içinde gücü yettiği oranda her türlü cahiliyyeye, yerel ve küresel zulüm ve sömürüye karşı çıkarken, kitleleri uyandırıp bilinçlendirecek usuli ve fikrî alt yapı çalışmalarını önceledi.

İslam’ı ve İslamcılığı reel politikaya hapsetme yanlışını gören siyasilerden Tayyip Erdoğan ise daha İstanbul Belediye Başkanlığı yaparken fıkhi birikimi olan mümtaz kişilerle konumunu ve mevcut Anayasal yapı içinde alan açmak için yapılabilecek siyasetin nasılını müzakere ediyordu.

Islah çizgisi darbe döneminde varlığını darbecilerin politikalarına direnerek ve kamuoyu oluşturarak ortaya koydu. Küresel kapitalizmin 1 Mart 2003 Asker Tezkeresini tıkayan protestoların da en ön saflarında bu çizginin şahitleri vardı. Bu çizgi, Cenin katliamından Gazze direnişiyle bütünleşen adımlara; Ant tapıncından Milli Güvenlik dersinin militarist boyutuna; NATO esaretinden küresel kapitalizmin sömürüsüne; Kur’an öğrenim yaşını sınırlayan faşist ihlallerden ana dil yasağına kadar hak ve adalet istemlerini kamuoyunda belirleyici kılmaya çalıştı. Islah ve basiret hamlesi bu açılımlarıyla İslami muhalefet ruhunun romantik ve şaz ütopyalara savrulmasını engellemeye çalıştı. Mücadelenin mücadele içinde vahiyle bilinçlenerek ve aşama aşama kazanılacağını gösterdi ve ilmihalini yenileyerek de göstermektedir.

Erdoğan ve daha sonra Ahmet Davutoğlu’nun katılımıyla güçlenen reel siyaset içindeki dindar kadro, yaşanmış tecrübelerden dersler çıkartarak mevcut Anayasal sistem içinde yapılacak siyasetin İslamcılık olamayacağını 2002 yılında fiilî olarak ortaya koydu. 90’lı yılların ikinci yarısında iktidar hedeflerini kaybeden partili ve partisiz İslamcıların belirginleşen zaaf ve yanlışları AK Parti kuruluşundan önceydi. Yani AK Parti, İslamcıları raydan çıkarmadı ve peşine takmadı. Çünkü İslamcılık yapmadı. Aksine kendi raylarından çıkmış ve inhiraf psikolojisi taşıyan ve öncelikli hedef boşluğu ve çözümsüzlüğü yaşayan eski İslamcılara fıtri özelliklerini harekete geçirecek imkânlar kazandırdı.

Dolayısıyla Türköne’nin “2002 yılında İslamcılık bitti!” vurgusu en başta tarih yanlışı taşıyan kibirli bir lafazanlıktır ya da bağımsız kimlikli Müslümanlara duyulan nefretin “İslamcılık” kurgusuyla ifade kalıbına dökülmesidir.

Bulaç’ın “2002 yılında İslamcılık durduruldu!” ifadesi de ya yaşanan sürecin içinde süreci okuyamama zaafına ya da Gülen camiasının çıkarlarını ve İslamofobik Batılıları memnun etmeye dönük bir demagojiye dayanmaktadır. Çünkü Bulaç bilir ki, dergi arkadaşı Yalçın Akdoğan’a önce “Muhafazakâr Demokrasi” diye bir kitap yazdırılmış ve 2004 yılı Ocak ayında İstanbul’da yapılan uluslararası kimlik sempozyumunda da AK Parti “İslamcı” olmadığını ve gizli ajanda taşımadığını ilan etmiş, tüm üyelerinin öğreneceği şekilde Muhafazakâr Demokrat kimliğini beş maddede deklare etmiştir. Böylece Bulaç, İhsan Eliaçık, Kenan Çamurcu gibi arkadaşlarıyla 2003 yılında “Bilgi ve Düşünce” dergisinde seküler ve liberal temelde üretmeye çalıştıkları “AK Parti’ye Yeni İslamcı Proje”leri karşılıksız kalmıştır. Bu eski İslamcıların İran, Gülen ve sol sığınmacıları gerçekten Anayasal bir kuruluş olan AK Parti kurmaylarının “Bu sistem içinde İslamcılık yapılamaz; ama çevrenin ve dindarların düşünce özgürlüğü, hukukileşme, insan hakları bağlamında önleri açılabilir ve ülke derin yapılardan arındırılabilir” yaklaşımlarını bile vakii planda değindirebilecek bir idrak düzeyini yakalayamamışlardır. Ya da konuya başka projelerin adamları olarak ön yargıyla yaklaşmışlardır.

İslamcıların kriptolaşmasını değil; asıl bu eski İslamcıların istikametimizi hangi nedenlerle terk ettiklerini sorgulamamız gerekir. Değer erozyonuyla mı; yoksa şantaj, tehdit veya rüşvet gibi nedenlerle mi ray değiştirilmiştir?

Ve bu insanlar İslamcılık eleştirilerinde ıslah çizgisinin doğrularını çalarak kendi özelleri veya iltisaklı oldukları merkezleradına heder etmektedirler.

AK Parti bir kitle hareketidir. İdeal olanı değil reel olanı gözeterek pragmatik bir politika izlemektedir. Ama kendine seçtiği misyon, Türkiye’de ve ezilen halkların ülkelerinde özgürlük alanları, hukuki ve ekonomik imkânlar oluşturmak hedefiyletakdirle karşılanmaktadır. Zaten bu başarısı nedeniyle yerel ve küresel vesayeti rahatsız etmektedir. Bu kazanımlarını da İslamcılık adıyla değil, hukuki, idari ve ekonomik iyileştirmeleriyle elde etmektedir.

Peki, iktidarın yanlışları yok mudur? Tabii ki olacaktır; çünkü AK Parti menfaati ön plana çıkartan bir kitle hareketidir. Bu tür bagajlarıyla beraber halkın ve ümmetin hoşlanacağı iyileştirmeler yapabilmektedir.  Ama İslamcılık eleştirileri üzerinden iktidar karşıtlığı yapanlar, küresel iktidarların tezlerini savunur pozisyona düşmektedirler.

Halka ve ümmete düşman olmayan AK Parti’nin yanlışlarını eleştirmeyi daha büyük yanlışlar yapan odaklara eklemlenerek değil; ancak ıslah ekolünün istişari ve bağımsız zemininde durarak ve dayanışarak gerçekleştirmek mümkündür. Anarşist bir söylemin yıkıcılığı ile değil, hakikate tanıklık yapmaya çalışan toplu şahitliğin öz güveni içinde. Bu cehdi gösterenlere bile “bazı STK’cılar” diyerek Batılı paradigmanın söylemini diline pelesenk eden öykünmecilik, nesnellik değildir; olsa olsa birilerinin tahfife dönük tetikçiliğidir ya da denge duygusunun erimesidir.

AK Parti’ye İslami Kılıf

Siyaset, yabani veya biçimsiz olanı ve zorunlu ilişkileri edeplendirip fıtri olana uygun olarak yönlendirmek, sevk ve idare etmektir. En başta vahyî ve fıtri ölçülerle kendi nefsimizi, Yaratıcımızla ve ötekilerle olan ilişkilerimizi; yani özelden genele kadar kaçınılmaz ilişkilerimizi vahyî ölçülerle çözümlemeye "ideal siyaset" diyebiliriz.

İdeal siyaset, ideal Müslümanlarla ve ideal bir kitlesel arka plana dayanılarak yapılabilir. Oysa bizler dağılmış bir ümmetin çocuklarıyız ve cahilî sistemlerin kimliksel tutsağı olarak yaşıyoruz. Müslümanlar için, cahilî ortamın imkânlarından yararlanarak yasaklara ve bazı kere de dayatılan ritüellere susarak veya boyun eğerek özgürlüklere ve çevreye alan açma mücadelesine de “reel siyaset” denilebilir.

İdeal olan reel olandan kopuk değildir;  reel olan verili siyaset sahnesinde yer almayı tercih edenler ise ideallerle bağlarını koparttıklarında veya askıya aldıklarında sahnenin efendileri tarafından figüranlaştırılırlar.

İdeal siyasetin ilk hamlesi hayatın içinde hakka tanıklıktır. Önce İslami şahsiyetlerin inşası ve bu şahsiyetlerin şura zeminindeki birliktelikler; yani şühedalık görevini her türlü zulüm, haksızlık ve şirk anlayışı karşısında üstlenme bilinci ve tavrıdır. Bu görev vahyin üst ölçü ve değerleri dururken, beşerî Anayasaya bağlılık ritüelini yerine getirerek olmaz. “La ilahe illallah” bilinci içinde muhalefet ve hakka tanıklık ekseninde özgün duruş şartları oluştura oluştura gerçekleşebilir. Bu çizginin varlığı, reel siyaset denizinde yelken açan Müslümanlara da işaret feneri olur.

Reel siyaset içinde rol alan Müslümanlara düşen ise vesayetçi, rantçı, pragmatik ilişki ve ritüelleri aşabilecek bir birikim ve eminlik hali içinde olmalarıdır.  Tebaanın ve Müslümanların güvenlik ve temel ihtiyaçlarının karşılanmasına katkıda bulunma, kimliklerin kendini anlatabileceği özgürlük ortamını sağlama çabasını birinci gündem yapmayan dindar siyasetçilerin konumu ancak aldanışlarının kat sayısını yükseltir.

AK Parti hareketi öncülerinin başarısı büyük ölçüde Türkiye tarihi içinde Erbakan’ın akim kalan koşuşturmalarından sonra, bazı alanlarda ideal siyaseti gözettikleri izlenimini oluşturmalarında ve reel siyaseti haklar ve özgürlükler konusunda en iyi değerlendiren ekip olmalarındadır.

Ancak AK Parti tüzel kişilik olarak yapabildiği tüm iyileştirmeleri İslam adına değil, demokrasi kuralları içinde insan hakları ve hizmet ideali ile gerçekleştirmektedir. AK Parti’nin kimlikler için oluşturduğu imkân ve vasattan Müslümanlara nispetle, maalesef ki, Kürt ulusalcıları ve Batılılaşma tercihini derinleştiren Alevilerin önemli kısmı çok daha fazla yararlanmaktadır.

Bu arada AK Parti’nin reel siyaset içindeki yürüyüşünün formülünü çözemeyen bazı İslamcı cemaatler ve “ulema”, ortaya çıkan özgürlük ortamı içinde kendi birikim ve stratejilerini yenileyeceği yerde, AK Parti ile İslami mücadelenin gerçekleştirildiği hayaline ve romantizmine kapılabilmekteler; hatta ortaya koydukları icraat ve söylemlerine İslami kılıflar uydurmaya çalışmaktadırlar. Bu eklemlenme AK Parti’nin istismarından değil, Tevhidî Uyanış Süreci ile tanışan Müslümanların “Türkiye İslamcılığı”ndan bilinçaltlarında kalan ve arınılamayan tortulardan kaynaklanmaktadır.

Bu zaafları en iyi bilen ve bu bilgiyi alttan gelen dalga aldatmacasıyla Gülen Cemaati için çalıp kullanmaya çalışan Bulaç gibiler, İslami hareketlilik hasbiliğini taşıyan kardeşlerimizi uyarıp ıslah istikametini tahkim edeceklerine, güçlü ama zaaflı yollara eklemlenme kolaycılığını seçmişlerdir.

İslamcılık Biter mi?

İslamcılık ifadesi, ıslah çizgisi için araçsaldır. Birçok İslamcılık tanımı yapılabilir. İster Osmanlı-İT İslamcılığı olsun, ister Türkiye İslamcılığı olsun, ister Türkiye’de asıllara yönelen şahitlik temelli İslami veya tevhidî uyanış sürecine İslamcılık densin hepsinde küffara karşıtlık, şeriata bağlılık vardır. En ideal İslami oluşumlarda bile rastlanabilen zaaf ve yanlışlar olabilir. İslam ve İslamlaşma zaten yanlışlardan arınma ve hicret etme çağrısıdır. Ama bu çağrının bileşenlerinden olmak yerine, İslamcıların yanlışları üzerinden “zaaflar sosyolojisi” yapan, yanlışları ıslah etme tutumunu teşvik etme yerine, yanlışları düşmanlara servis etme ahlaksızlığını yaşayanların nidaları çok önemli değildir. Korunmuş olan muciz kitabımız Müslimlerin arasında bulunduğu sürece, onun mesajını yaşamlaştırmak isteyenler de hep olacaktır.

Bizler 1924-1945 yıllarında yasaklarla, sürgünlerle, idamlarla sindirilmiş bir ümmetin torunlarıyız. Bizim dedelerimiz yaptırımlı yasaklara rağmen en sindirilmiş durumlarda bile gizliden gizliye Kur’an’ı koruyabilmek için 40 bine yakın hafız yetiştirdi. Şimdi biz o hafızların çocukları açıp baktığımızda “o nazmı celilin yaprağına” onu Rabbimizin bizleri “zulumattan nura çıkartmak” için gönderdiğini ve onun bize bir hayat nizamı önerdiğini bugün çok daha güçlü ve kitlesel olarak öğrenebiliyoruz. Bu nedenle deGülen okullarının dindar öğrencileri sekülerleştirici başarı büyüsüne rağmen, ilk defa Osmanlı ve Türkiye tarihinde 1 milyon 250 bin civarında imam hatip taliplisi oluşmuş durumdadır.

Önemli olan İslamcı densin veya İslamlaşma densin suların mecrasına aktığıdır. Ve önemli olan İslamcılık eğilimi ile İslam’a yönelen duygusal aidiyetleri ve Batılı paradigmadan ayrışma trendine girenzihinlerimizi, asılları ile buluşturup hayatı bu fıtri ve vahyî ölçülerle okumalarını sağlamak. Vahyî bilinç düzeyi yükseldikçe inşallah ideal siyasete de tanıklık yapacak genç öncülerimizin meyveleri oluşacaktır.

İslamcılık bitti veya donduruldu iddialarına önemli reddiyelerden birisi de Hayrettin Karaman’ın cevabıydı. O ki, çocukluğu“İslam’ın üst kimliği öldü” denilen 1945 öncesinde geçti. O ki, Kur’an’ın bir türlü elinden tutulduğu zaman nasıl şifa kaynağı olduğuna, çorak toprağın nasıl yeşerdiğine şahitlik yapanlardan. O şöyle diyor:

“Dünya yüzünde Müslümanlar var oldukça, adına İslamcılık deyin, demeyin İslam davası ve bu davanın sahipleri var olacaktır. Dava, İslam’ın hayatın bütün alanlarında var olması, İslam din ve medeniyetinin en uygun üslup içinde dünya insanlığına sunulması, Müslümanların bir şekilde birleşmeleri ve dünyada adil bir düzenin hâkim olmasıdır.”

Rabbimiz günleri insanlar arasında döndürmektedir. Yeter ki, bizler Allah’ın yardımına layık olalım. 

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR