1. YAZARLAR

  2. Kelim Sıddıki

  3. İslam Devrimi: Kazanımlar, Engeller ve Hedefler

İslam Devrimi: Kazanımlar, Engeller ve Hedefler

Mart 1991A+A-

Geçenlerde, iki hafta kadar İran'da bulunma şansını elde ettim. 1400. hicri yılbaşı ve İslam Devrimi'nin birinci yılı kutlamalarına katılmak için ümmetin her kesiminden çağrılan 300 misafirden biri de bendim. Grupta Polonya'dan bile bir gazeteci vardı. Ona İslam Devrimi hakkında ne düşündüğünü sorduğumda bana bunun bir sınıf devrimi olmadığını söyledi. Kendisi, İslam Devrimi'nin bu yönünden yakınıyordu. Bu da gösteriyor ki, İslam Devrimi'ni diğer devrimlerden farklı bir yere oturtmamız ve neleri ihata ettiğini tam olarak anlamamız gerekiyor. Bunun için verilen surenin büyük bölümünde İslam Devrimi'ni tanımlamaya çalışacağım. Ayrıca İslam Devrimi'nin gerçekleşmesinde rol oynayan unsurların tesbitini ve tayinini yapmaya çalışacağım.

Öncelikle "Devrim" kavramının genel kullanımıyla ilgili yanlışlıklardan zihnimizi arındırmamız gerekir. Saray devrimi, hükümet darbesi, tüketici devrimi, transistor devrimi, teknoloji devrimi, artan beklentiler devrimi vb. ile ilgili olarak hep devrim kavramı kullanıldı. Kısacası gelişigüzel kullanılan bir kavramdır devrim. Bu dinleyiciler huzurunda İslam Devrimi'nin bu tür devrimlerden olmadığını isbat etme gereğini hissetmiyorum. Mevcut düzene veya zulme karşı yapılan isyan veya bir ayaklanma olarak tanımlanabileceğini de zannetmiyorum. Fransız Devrimi, kardeşimiz Ali Efruz'un işaret ettiği gibi, Fransız monarşisinin taşkınlık, savurganlık ve zulmüne karşı yapılmış bir devrimdir. Sınırlarını çizen ise burjuvazidir. İslam devrimi anlamında bir devrim değildir bu. Devrim sıfatını kazanan yüzyılımızın iki büyük olayı da 1917'de Rusya'da ve 1949'da Çin'de olan Markşist devrimlerdir. Bu iki olayla İslam Devrimi arasındaki temel fark şudur: Bu iki olayda da devrimi oluşturan ideoloji batıda doğup gelişmiş bir ideolojidir. Marksizm, Rus İmparatorluğu'na veya Çin halkına eskiden de yabancıydı şimdi de Lenin Rusya'da iktidarı Rus ordusunu ve Rusya'nın kurulu düzenini mağlup ederek değil de, Komünist Parti'nin Bolşevik grubuna liderlik ederek ele geçirdi. Hem Rus ordusu hem de Çarlık Rusyası I. Dünya Savaşı'nda zaten yenilmiş Ve zayıflamıştı. Lenin'in yapması gereken bütün iş herhangi bir gücün mevcut olmadığı bir kaos ortamında iktidarı ele geçirmekti. Benzer bir şekilde Çin'de II. Dünya Savaşı'nda gücünü yitirmişti. Komintang Pekin bölgesi dışında kontrolü yeterince elinde bulunduramıyordu. Mao Çin'e tatbik etmek için yeni bir Marksizm türü icad etmek zorunda kaldı. Unutmamamız gereken başka bir şey de klasik Marksist modelde devrim için gerekli görülen şartların ne Çin'de, ne de Rusya'da oluşmadığıdır. Her iki ülkede de şatlar yerel liderliklerce yaratılmıştır. Rusya'da Lenin, Çin'de ise Mao tarafından. Bir başka deyişle Marksizm'i, adı geçen devrimlerin gerçekleşmesi ve bu iki ülke şartlarına uyması için "millileştirmek" zorunda kalınmıştır, iki ülke halklarına devrimleri kabul ettirmek için milyonlarca insan katledilmiş ve tarihin daha önce kaydetmediği büyük bir zulüm gerçekleştirilmiştir. Bu olay İran İslam Devrimi'ne tamamen terstir. Burada devrim halkın bir bütün olarak gerçekleştirdiği bir olgudur. Burada halkı devrimci bir konuma getiren değerler sistemi, yaklaşık 1400 yıldır İran'da mevcut olan İslam'dır. Başka bir deyişle diğer devrimler, yabancı bir ideolojiyi ithal edip yerel halkın gırtlağına tıkıyorlardı, İran'da sistemi oluşturan, halkın 1400 yıldır yaşattığı İslam, mevcut iktidarlara karşı rüşdünü ispatlayabilmiştir. Bu bağlamda, İran emperyalizmi çok haşmetliydi ve gayet modern bir orduya sahipti. Şimdiye kadar yeryüzündeki en büyük süper güç tarafından destekleniyordu, önemli olan bir diğer nokta da İslam Devrimi'nin gerçekleştiği andaki dünya ikliminin çok farklı oluşudur. O sırada dünya siyasetine evrensel, global emperyalist sistem hakimdi. Emperyalist sistem yekpare bir sistemdir. Emperyalist sistem kapitalisttir, sömürgecidir ve genel bir bütünlük arz eder. Diğer bir deyişle, dünyadaki diğer rejimler uluslararası emperyalist güçlerin hakimiyeti altındadır. Onları destekleyenler fakir ülkelerin zenginleriyle birlikte zengin ülkelerin zenginleridir. Dünya emperyalist sisteminin durumu bundan ibarettir. Arkaplanı böyle olan bir dünyada, ümmetin bir bölümü dünya emperyalizmi tarafından desteklenen dahilî zulme karşı İran'da bir devrimle kıyama kalktı. Bu asla unutulmaması gereken çok önemli bir noktadır.

Şimdi de sizlere iki medeniyet çatışması dediğim şeyi kısaca açıklamaya çalışacağım. Ferdi takvaya önem veren bir din olan İslam geniş halk kitlelerinin daima ilgisini çekmiş, çekmeye de devam edecektir. Fakat İslam, Peygamberimizin (s) Mekke'den Medine'ye hicretiyle başlayan bir medeniyeti de meydana getirmiştir. Peygamberimiz, (s) tarafından Medine'de kurulan bir medeniyet. Fakat İslam Medeniyeti köleci veya bağımlı bir medeniyet olmadığı gibi tarihin asıl seyrinden uzak, takipçileri tarafından evlerinin bir köşesinde gerçekleştirdikleri bir uğraş da değildir. Peygamberimizin siretiyle birlikte İslam, hakim bir medeniyet haline geldi, İslam Hz. Muhammed hayattayken Arap yarımadasının hakim medeniyeti konumuna ulaştı. Kısa bir süre sonra İslam, zamanın süper güçleri olan Fars ve Bizans imparatorluklarım mağlup edip tarihin en büyük medeniyetini kurmak için harekete geçti. Bu İslam medeniyeti bin yılı aşkın bir süre dünyanın hakim medeniyeti olarak kaldı. İslam medeniyetinden önce yerel medeniyetler hüküm sürmekteydi: Antik Çin Medeniyeti, Hind Medeniyeti, Mısır Medeniyeti gibi. Bir de şu çok meşhur Yunan Medeniyeti vardı. Belki Yunan Medeniyeti'nin İskender'in fetihleriyle global bir medeniyet olmaya çalıştığı iddia edilebilir, ama evrensel bir boyut kazanan tek medeniyet vardır, o da İslam Medeniyeti'dir. İslam Medeniyeti bir kez kuruldu, bin yılı aşkın bir süre hakim, dinamik ve gelişerek devam etti.

Son iki-üç yüzyıl zarfında İslam medeniyeti zayıflatılmıştır. Kabul etmeliyiz ki bu medeniyet tarihi çöküş aşamasına gelmiştir. Aynı dönemde yükselme konumunda olan ise Avrupa medeniyetiydi. Bu da dinamik bir medeniyetti. Fakat aynı zamanda saldırgan, acımasız, bencil ve kişiliksizleştirici bir medeniyetti. Çünkü çok olumsuz değerleri üzerinde taşıyordu. Fakat maalesef Batı medeniyetinin Avrupa'da zuhur etmesi ve Avrupa'nın daha önce Hıristiyan medeniyeti hakimiyetinde olmasından yola çıkarak, müslüman düşünürler bunun bir Hıristiyan medeniyeti olduğu gibi yanlış bir fikre saplandılar. Aslında, Avrupa dünya yağmacılığı misyonu gereği Hıristiyanlığı terkederek Reform, Rönesans ve meşhur Aydınlanma süreçlerinden geçmiştir. Hıristiyanlık millileştirilmiş, parça parça edilmiş herbiri farklı bir başpiskoposa sahip müstakil kiliseler oluşturulmuştur. Yani Hıristiyanlık kullanılmış, etkisizleştirilmiş ve bir kenara atılmıştır. Bundan dolayı din o zamanın Avrupa'sında hiç bir role sahip değildi. Batı medeniyeti ve onun gelişim süreci Hıristiyan değer sisteminden tamamen uzaktı.

Bu arada, Batı Avrupa başka bir çeşit devrime, mal ve hizmet tarzını değiştiren Endüstri Devrimi'ne şahit oldu. Sömürgecilik ve merkantilist geleneğin birleşimiyle Avrupa sonsuz kaynaklara ve batılı insanın global yağmacı misyonunu sürdürmesi için gereken bir güce sahip oldu.

Müslüman düşünürler, batı medeniyetini bir Hıristiyan medeniyeti telakki etme hatalarına rağmen şöyle düşünüyorlardı: Herşeyden öte Hıristiyanlık İslam'ın tamamlanmamış bir şeklî değil mi? İsa İslam'ın da peygamber değil miydi? Herşeye rağmen Hıristiyanlar bizim yarı kardeşlerimiz değiller mi? Bu onları Batı medeniyetini İslam medeniyetinin sapmış bir şekli olarak görmeye şevketti. Böylece Batı medeniyetini benimseyip dilini, kültürünü, bilimini ve felsefesini öğrendiler. Sözün kısası İngilizler'den fazla İngiliz, Avrupalılardan fazla Avrupalı oldular. Bu şekilde Batı medeniyetini kuşatıp onu İslamileştirebileceklerini zannettiler. Bu İslamileştirme virüsü hala müslüman zihinleri terketmiş değil. Biz batı medeniyeti ile uzlaşma yolları ararken Batı medeniyetinin bize yaptığı neydi? Batı medeniyeti kültürümüzü iğrenç bir şey olarak yansıtmaya başlamıştı. Bizim bayat tarzımıza ve kültürümüze saldırıyordu. Kısacası mahkum edilmiştik. Dilimizi, öğretilerimizi, bilimimizi, felsefemizi ve yaşam tarzımızı yok etmeye çalıştılar. Siyasi güç ve üstünlüklerini kullanarak halkımızı İmha etmeye ve ülkelerimizde oluşturdukları sömürgeci elitler vasıtasıyla bizi sürekli olarak sömürmeye çalıştılar. Bugün zannediyorum Batı ve biz bir tek şeyin farkına vardık, biz onların farkına vardıklarını anladık onlar da bizim anladığımızı biliyorlar, ki dünyada insanoğlu için yanşan yalnızca iki medeniyet vardır. Bunlar da Batı medeniyeti ve İslam medeniyetidir. Demek ki mücadele sadece İran'daki bir devrimden ibaret değil. Mücadele hem İslam medeniyetinin hem de Batı medeniyetinin ulaşmaya çalıştığı global medeniyet mücadelesidir. Eğer biz kendi köşemize çekilip, orada İslam şeriatına göre yaşamaya çalışırsak eminim ki bu Sam Amca'nın çok hoşuna gidecektir.

Benim görüşüme göre İran İslam Devrimi batı medeniyetinin İslam eliyle ilk mağlup edilişidir. İran İslam Devrimi'nin başarısına karşı gösterdikleri tepkiden bunu rahatlıkla anlayabilirsiniz. Bu, İslam'ın ve bütün müslümanların nihai dünya medeniyeti kurma yolunda yeniden dirilişinin ilk belirtisidir. İslam bu başarıyı uzun bir aradan sonra en olmadık bir yerde, İran'da gerçekleştirdi. Çünkü batı hakimiyeti İran'da zulmün, emperyalizmin en ileri ve acımasız noktasına ulaşmıştı. İran'ı en umulmadık bir yer olarak nitelememin sebebi, İslam'ın orada mevcut olmaması değil de, bizim İran dışından oradaki İslami hareketin gücünü idrak edemeyişimizdi. Aynı zamanda İran tahakkümün en şiddetli olduğu bir toplumdu. Belki de şimdiki Suudi Arabistan hariç, hiç bir toplum Şah dönemi İran'ı kadar şiddetli bir kontrol ve baskı altında kalmamıştır. İşte İslam Devrimi'ni bu genel çerçeve etrafında değerlendirmenizi tavsiye ederim: Nihai dünya egemenliği için mücadele çerçevesinde kardeşimiz Ali Efruz'un "hak" ve "batıl" mücadelesi olarak belirttiği işte budur. Mücadele hiç bir zaman durmamıştır. Fakat bir anlamda, değişik bir görüntü altında yeniden başlamıştır. Artık yeni durumda, biz de sayı kaydetmeye başladık. Şimdiye kadar bütün sayıları kendi sahalarında onlar kaydetmişti, çünkü oyunu hep onların kurallarına göre oynamaya çalışıyorduk. Ve eğer bir başkasının oyununu oynarsanız devamlı karşı taraf kazanır. Bu mücadelede durum çok dehşet vericidir, İslam cephesinde bir milyar müslüman olarak biz kırk veya daha fazla ulus devlete bölünmüş ve dünyanın her yerinde azınlık durumundayız. Bir şahdan kurtulmuşuz ama yaklaşık 39-40 tanesi daha hala tahtlarında oturuyor. Tarihi deneyimlerimizden ilham alan son derece kuvvetli bir motivasyona sahibiz. Güçlü bir geçmiş ve aynı ölçüde asil ve yüce bir gelecek özlemine sahibiz. Allah'ın yüklediği bir misyonu taşıyoruz. Biricik örneğini Peygamber (s)'in oluşturduğu bu misyon, Allah'ın arzında hayrın ikamesini ve şerrin defi görevini içine alan bir dünya görüşünden kaynağını alır. Batı medeniyeti ve emperyalizm bize karşı büyük bir cephe oluşturmuş durumda. Bu düelloda biz yerde yatan ve ayağa kalkmak için çabalayan kişileriz, onlarsa tepemizde dikilip kalkmamızı engellemeye çalışan kötü adamlar. Bundan dolayı bizim çabamızın daha büyük olması gerekiyor. Çünkü biz yatış konumundayız ve ayağa kalkmak istiyoruz, onlar ise ayakta duruyorlar ve sırtları yere getirilmeli.

Karşı karşıya olduğumuz durum işte budur. Bir hamleyle bu sahnenin dışına çıkmamız sözkonusu olamaz. Önümüzdeki güçlükleri idrak etmemiz çok önemli. Medeniyetimiz hala 300 yıllık bir kesintinin ızdırabını çekiyor. Bu yüzyıllar boyunca tarihte etkin ve belirleyici konumda değildik. Tarihimiz sömürgeci-emperyalist sistem tarafından yazılıyordu. Kısacası biz tarihin kurbanlarıydık. Bu kesintiden sonra ne zaman yeni bir model toplum oluştursak, yeni bir İslami model zuhur etse, göreceğiz ki oluşturduğumuz ilk model basit bir model olacaktır. Bir başka deyişle, kurduğumuz ilk model tam bir başarıya ulaşamayacak. Bunu bir kişinin felce yakalandıktan sonra iyileşmesine benzetebiliriz. Bu esnada felçli kişi yürümeyi tamamen unutmuştur. Yürümeyi en baştan tekrar öğrenmek zorundadır. İşte medeniyetimizin durumu da buna benziyor. Bundan dolayı İran'ı her yönüyle eksiksiz bir İslami hareket modeli olarak görmek isteyen kardeşlerimiz bilsinler ki, bu sadece ilk modeldir. Bu yalnızca tecrübi bir modeldir ve işlevsel olarak dünyada mevcut diğer modellerden daha az becerikli olabilir. İran'da ve diğer Ülkelerde kuracağımız ekonomik sistem, sosyal sistem, sosyal güvenlik sistemi, belki de bütün diğer sistemler, şu anda dünyada var olan gayri İslami sistemlerden daha az yeterli olabilir. Bir süre için böyle olacaktır, çünkü sistemlerin işlemesi esnasında oluşan tecrübelerin biriktirilmesi ve bunların en yüksek performans düzeyine çıkarılması için belli bir zaman gerekir. Bundan dolayı, sistemlerin kuruluş ve en yüksek performans düzeyine getiriliş aşamaları boyunca, nisbeten eksik bir sistem olacağız. Bizi alçaltmak isteyenler ve içimizden bazıları, suçlayıcı parmaklarıyla işaret edip diyeceklerdir ki: Bu sistem İngiltere'deki, Fransa'daki, Almanya'daki, Amerika'daki, Sovyetler Birliği'ndeki, Çin'deki veya diğer herhangi bir yerdeki sistemler kadar iyi değil. Hepsinden önemlisi şu ki, biz yeterlilik düzeyi ne olursa olsun kendimizi tamamen bu model ile tanımlıyoruz. Bunu yapmak zorundayız, çünkü artık ideallerimizi, tarihimizi, bireyler olarak kendi arzularımızı, İslam ümmetinin bir bütün olarak gelişimini nisbet edebileceğimiz bir realiteye sahibiz, işte bu model İran'dır. İran, ümmetin çok uzun bir süredir özlemini duyduğu realitedir. Bu modelin İran olduğunu üç başlıkta anlayabiliriz: İslami hareketin İran'da iç oluşumu, hareketin dünya görüşü ve rakip medeniyete karşı tavrı.

Şimdi bunların herbirini gözden geçirmeye çalışacağım. İlk olarak İran'daki hareketin iç oluşumu. Sizin de bildiğiniz gibi hareket İslami Şia geleneğinde derin köklere sahiptir. Bu geleneğe göre bütün siyasi otoriteler, özellikle monarşik ve kralcı otoriteler gayri meşrudur. Kendilerine has bir inanca göre, İmam'ın yokluğunda bütün otoriteler ilke olarak gayri meşrudur. Bu inanç yüzyılın başlarında (1906-1911) Şii ulemanın Anayasa Devrimi olarak bilinen anayasa reformları üzerinde yoğunlaşmasına neden oldu. Burada temel hedef sisteme meşruluk kazandırmak değil, siyasi sistemin gayri meşruluğunu asgariye indirmek idi. 12. İmam'ın yokluğunda meşruluğun imkansız olmasına rağmen bu girişim, anayasal yollarla gayri meşruluk derecesinin makul sınırlarda tutulmasını ifade ediyordu. Şia siyasi düşüncesinin durumu işte böyleydi. Klasik formülasyonunu El-Maverdi'nin oluşturduğu Sünni siyasi düşüncede, tarihin büyük bölümünde durum bunun tam tersidir. Buna göre Sultan Cuma namazını kıldırdığı ve temel şeriat kurallarını minimum düzeyde uyguladığı müddetçe mevcut siyasi düzene itiraz etmek ve karşıt mücadelede bulunmak yasaklanmıştır. Şia içinde İslam yolunda şehadete kavuşmak için çok şiddetli bir arzu mevcuttur. Ulvi şehadet fikri elbette sadece Şia düşünce ekolüne mahsus bir şey olmayıp bütün müslümanlara aittir. Hepimiz Allah yolunda şehid olmayı arzuluyoruz. Fakat Şia'nın bu konudaki duyarlılığında, Kerbela ve ilk dönemlerde monarşinin İslam'a sokulmasına karşı verilen mücadele üzerinde ısrarla durulmasının tesiri çok büyütür, imam Hüseyin'in mücadelesi, Kerbela'daki şehadeti ve bunun her yıl dini bir tema olarak işlenmesi müslümanlar arasında bu duygunun her an patlamaya hazır muhteşem bir güç olarak korunmasını sağlamış ve İran İslam Devrimi'nin gerçekleşmesinde çok büyük bir rol oynamıştır. Bu da Şia'ya, Sünni siyasi hareketin sahip olmadığı açık bir üstünlük sağlamıştır, İslam Devrimi'nin sloganlarından birisi de "her gün aşura, her yer Kerbela" olagelmiştir.

Devrimin iç oluşumunun üçüncü boyutunu 1200 yıl önce Şia içinde başlayan bir tartışma oluşturuyor. Tartışma, Şiî ulemanın içtihad hususunda ne kadar ileri gidebileceği sorusu etrafında yoğunlaşıyordu. Ulema içinde, içtihad yapılamayacağına inananlar vardı. Bunlara göre içtihad kapıları tamamen kapatılmıştı. Sünnilerin de durumu bunun tıpatıp aynıydı. Fakat Şii ulema Ahbarilikten ayrılıp Usuli görüşü tercih etti. Usuliler 18. yüzyılda bu tartışmayı kazanmışlardı. Artık ulemanın içtihad mertebesine ulaşabilmesi hatta aynı anda birden fazla müçtehidin var olması mümkün oluyordu. Bu durumda ümmet bir bütün olarak müçtehidler ve müçtehid olmayanlar diye ikiye ayrılıyordu. Eğer bir kişi müçtehid değilse, bir müçtehidi takip etmek zorunda idi. Taklit akidesi olarak bilinen işte budur. Sonuçta Merce-i Taklit denilen bazı müçtehidler zuhur etti ve bunlar İran ve dışındaki Şii halk üzerinde müthiş bir güce sahip oldular. Bu sayede ulema İran Şahlarına olduğu kadar, dış kaynaklı Rus, İngiliz ve son olarak da Amerikan sömürüsüne karşı çok başarılı ayaklanmalar organize edebildiler. Fakat müçtehidler bir dereceye kadar İmam'ın yokluğunda siyasi otoritenin gayri meşruluğu doktiriniyle kendilerini sınırlandırdılar. Usuliler, müçtehidlerden birisinin kendisini müçtehidlerin müçtehidi yanı imam olarak ilan etme ihtimali üzerinde düşünmemişlerdi. İmam Humeyni devrim esnasında Paris'ten Tahran'a dönünce böyle bir karışıklık yaşandı. Bir süre için "Naib-i imam" olarak nitelendi. Daha sonra tedrici olarak "naib" kelimesi kaldırıldı ve İmam Humeyni şeklini aldı. Tabii ki "imam" ismi onun 12. imam olduğu anlamına gelmez. Sadece şu anlama gelir ki O, Ümmetin şu andaki lideridir. Bir başka deyişle, bu "eşitler arasında birinci" sözüne benzeyen yeni bir doktrindir. Diğer müçtehidlerden daha üstün değildir. O da diğer müçtehidler gibi bir müçtehiddir. Fakat diğer müçtehidleri takip eden halk aynı zamanda onu da takip eder. Yani halk diğer müçtehidleri dini hususlarda takip ederken, imam Humeyni'yi de Ulam Devletinin, Devrimin ve sonuçta Ümmetin bugünkü lideri olarak takip ediyor. Bundan da anlaşıldığı gibi Devrim Şii siyasi düşüncesini belli ölçüde geliştirmiştir. Bir takım pratik zorunluluklar müçtehidlerden birisinin ümmetin İmam'ı olması gerektiğini ortaya çıkarmıştır. Bu hiç şüphesiz Şii siyasi düşüncesinin ilk durumuna nisbetle sağlanmış büyük bir gelişmedir.

Şimdi de İmam Humeyni'nin Devrimi gerçekleştirmede kullandığı metoda gelelim. Zannederim medonunun ilk köşe taşını Şah'a ve Pehlevi hanedanına yaptığı topyekün muhalefet oluşturuyordu. Onu mütemadiyen gayri meşru olarak nitelendirdi. Sadece basit bir kelime kullanmıştı: Gayri meşru. Baştan sona bu şekilde tavır koydu ve bu tavrından hiç bir zaman taviz vermedi. İkinci köşe taşı ise devamlı olarak rejimi Amerika'nın daha da önemlisi İsrail'in kuklası olarak teşhir etmesidir. İsrail'in İran'daki etkisi çok büyüktü. Amerika'nın hemen ardında İran'ın gerçek yöneticileri Amerika ve İsrail idi. Ayetullah Humeyni'nin yine sarsılmadan devamlı olarak vurguladığı üçüncü nokta, hiç bir anayasal düzenlemenin Şah'ı kabul edilir yapamayacağıydı. Son olarak da, Ayetullah Humeyni, Ulusal Cephe yaklaşımını tamamen reddediyordu. Reformist yaklaşım kabul edilemezdi. Ulusal Cephe, Pehlevi hanedanıyla işbirliği yapmaya müsait bir yapıdaydı. Onlar hanedanın asla sarsılmaz olduğunu, gelişimin yalnızca Pehlevi hanedanının en azından bir süre için kabul edilmesiyle ve yine iktidardaki Şah'ı kendi elleriyle gerçekleştirilebileceğini düşünüyorlardı. Bundan dolayı, "bırakınız tahtta kalsın, ama hükmetmesin" dediler. Fakat Ayetullah Humeyni, bu yaklaşımı kesin olarak reddetti ve ısrarla ne tahtta kalabileceğini, ne de hükmedebileceğini kabul etmedi. Defolup gitmeliydi!

İşte, İran'da Devrimle sonuçlanan hareketin iç oluşumu böyleydi. Hareket aynı zamanda kendine has bir dünya görüşü de geliştirdi. Bunu hepimiz çok yakından idrak etmeliyiz: Bu dünya görüşünün merkezini şu anlayış oluşturuyor: İslam ümmeti tek bir bütündür, bu ümmette hiç bir bölünme yoktur. Tahran'da son zamanlarda işittiğimiz çok popüler sloganlardan birisi de şöyleydi: "La Şiiyye La Sünniyye Sevre Sevre İslamiyye" (Ne Şii, Ne Sünni, Yalnız İslam Devrimi). Bu slogan "La Şarkiyye La Garbiyye Sevre Sevre İslamiyye" (Ne Doğu, Ne Batı, Yalnız İslam Devrimi) sloganının bir başka uyarlamasıydı. Böylece anlıyoruz ki imam Humeyni'nin rehberliğindeki İslam Devrimi'nin bizlere sunduğu dünya görüşünde temel vurguyu Ümmet'in vahdeti oluşturuyor. İmam Humeyni'ye Paris'e vardıktan sonraki ilk mülakatlarından birinde, Devrim'in Şii kökenleri hakkında sordular. Çok içten ve basit bir ifadeyle dedi ki, "artık Şii ve Sünni'yi geleneksel olarak birbirinden ayıran meselelerin hükmü ortadan kalkmıştır. Biz hepimiz müslümanız. Bu bir İslam Devrimi'dir. İslam'da hepimiz kardeşiz." İmam ve herkes, İran'daki kadın ve çocuklar, işte böyle tevhidi bir İslam ümmeti bilincine sahiptir. Sünnilere, Şia'ya katılmaları gibi bir çağrıda bulunmadığı gibi İran Şiasına ve dünya Şiasına dedi ki: Haram'a gittiğinizde, Hacca gittiğinizde Sünniler ne yapıyorsa siz de onu yapınız, yanlış da yapıyor olsalar onları takip etmelisiniz. Ümmetin vahdeti hakkında bundan daha güzel bir örnek bulunamaz. Bir örnek daha vermek istiyorum. Bir keresinde İran'dayken Kum'a götürülmüştüm. Bizim grupta Pakistanlı Mevlana Müfti Mahmud da bulunuyordu. Bazılarınız O'nu tanıyorsunuzdur. İşte bu müftü öğle namazını kılmak için camiye girmedi. Dış kısımdaki avluda kaldı, çünkü bir Şiinin ardında namaz kılmaktan çekiniyordu. Caminin içindeyse Şii ulema namazı bir sünni alimin kıldırmasını istedi! İki gün sonra Şianın kutsal yerlerinden biri olan Meşhed'e gittik. Orada Mevdudi'nin halefi yani Pakistan Cemaat-i İslami'sinin bugünkü lideri Mian Tufeyl Muhammed denilen zat, bir Şiinin imamlık yaptığı asıl cemaatten ayrı olarak Sünnilere namaz kıldırıyordu, itiraf etmeliyim ki oradaki Sünnilerin çoğu bu hareketten dolayı çok rahatsız olmuşlardı.

İmam Humeyni'nin düşüncesinde ümmetin vahdetinden sonraki ikinci boyutu emperyalizmin birliği fikri oluşturur. Bir hayli vaktinizi aldım, bunu fazla uzatmayacağım. Yalnız şunu söylemeliyim ki İslam Devrimi dünyayı ikiye bölünmüş olarak telakki eder: Zalimler ve mazlumlar, İslam devleti bütünüyle dünyanın mazlum halklarının safında yer almıştır.

Yukarıda belirtilenlerin ardından bu dünya görüşünün üçüncü boyutunu şu ilke oluşturur: Batı, İran İslam Devrimini tahrip etmek ve başka yerlerde benzer oluşumları engellemek için elinden gelen her şeyi yapacaktır.

Dr. Abdurrahim Ali'nin daha önce bahsettiği bir şeyi daha eklemek istiyorum. Bu da Ali Şeriati'nin rolüdür. Marksizmi derinden incelemiş bir eski takipçisi ve sosyolog olan Ali Şeriati, Marksizmi çürüten bir çok risaleler kaleme aldı. Bu risaleler müslümanlara bu sahada yapılacak çok az iş bırakmıştı. İran'ın her yerinde olduğu gibi dışarıdaki İranlılara da sık sık dersler veriyordu. Onun asli sorumluluğu İran'ın batı eğitimi görmüş genç neslini İslami harekete çağırmaktı. İşte bu, İslami hareketin batı eğitimi görenlerle geleneksel ulemanın ortaklaşa gerçekleştirdikleri bütüncül bir hareket halini almasına yol açtı. Bu işbirliği İslam Devrimi'nin zaferini kaçınılmaz kılmıştır. Bu kadar konuştuktan sonra, şimdi de İslam Devrimi'ni tanımlamaya çalışalım.

İslam Devrimi öyle bir toplumsal vakıadır ki onunla ilkin bir bölgedeki bütün müslümanlar karşı konulmaz ve yenilmez birtakım müşterek hedef ve çalışmalar etrafında seferber olurlar. İkinci olarak sınıf ve diğer çelişkilerden kurtulan İslam toplumu İslam'ın medeniyet ideallerine kendini adamış bir liderliğe sahip olur. Üçüncüsü bu sırada oluşan enerji bir toplumun iç yapısını bütün yönleriyle meydana getirmeye yetecek düzeydedir. Son olarak sosyal düzen kendine güven kazanır ve dış dünya ile kendi kurallarına göre mücadele etme gücüne ulaşır.

Bu şekilde bir İslam Devrimi tanımı, İran İslam Devrimi'nden yola çıkılarak yapılmıştır. Bununla birlikte bu tanım İran'da geçen yıl yapılan Devrim'i anlaşılması konusunda bir çerçeve de sağlar. Tanımın ilk bolümü olan "bir bölgedeki bütün müslümanlar karşı konulmaz ve yenilmez müşterek hedef ve çalışmalar etrafında seferber olurlar" kısmı, İran'da benim fazlaca açıklama yapmama gerek kalmayacak derecede açıktır. Bunu televizyondan izlediniz, gazetelerden okudunuz. Düşmanlarımız bile bunun farkında. Bu meyanda İran'daki müslümanların İslam üzerinde ihtilafa düşüp fırkalara ayrıldıklarından bahsetmiyorlar. Bir yakın zaman görgü şahidi olarak, İslam Devrimi'nin ilk yıldönümünde, Tahran'dan yaklaşık 15 km. uzaklıktaki Beheşt-i Zehra kabristanına götürüldük. Devrim şehitlerinin çoğu bu kabristanda gömülüdür. Yıldönümünün ilk toplantısı başka bir açık alanda, başka bir parkta, bir kent meydanında yapılabilirdi ama yapılmadı. Şehitlerin de katılabileceği bir kabristanda düzenlendi. Şehadet yalnızca ölüm demek değildir. Şehadet aynı zamanda şahit olmaktır. Orada binlerce şehit yeraltında ve biz yerüstündeydik, ölüler ve canlılar olarak o büyük Devrim'in yıldönümünde birlikteydik. Sanki tek bir halk gibi. Oraya gelenlerin sayılarından yola çıkılırken, Tahran'ın içinde bir tek kişi dahi kalmadığı sonucuna varılabilirdi. En azından 2 milyon insan vardı. Ve "çador"suz bir tek bacıya bile rastlamadım. Halkın bu derecede bir coşkuya sahip olması, inanılması için görülmesi gereken bir şey. Batı eğitimi, batı kültürü ve batı siyaset bilimi okuyan ve halkı bölmeye çalışan insanlar görünceye kadar kesinlikle inanmazlar. Çünkü inanmak istemezler, reddederler.

Yaptığım tanımın ikinci kısmını teşkil eden, "sınıf ve başka bir takım ayırımcı çelişkilerden kurtulan Müslüman toplumun İslam medeniyeti ideallerine sıkı sıkıya bağlı bir liderliğe sahip olma" ibaresi de yine başka bir açıklamaya gerek bırakmayacak derecede açıktır.

Tanımın üçüncü kısmında bahsedilen, bu esnada oluşan enerjinin bir toplumu bütün birimleriyle içten yeniden yapılandıracak güce sahip olması gelecekle alakalı bir konudur. Çünkü yeni bir toplum yaratma işine henüz başlanmıştır. Bu, Devrim'in ulaşması gereken bir sonraki aşamasıdır. Hala feodal sistem, kapitalist sistem varlığını sürdürüyor. Şah zamanında oluşan bürokrasi hala mevcut. Halk tarafından başarılı bir şekilde etkisizleştirilmesine rağmen ordunun varlığı devam ediyor, İran'dayken birden fazla kişiden, son zamanlarda bazı askeri subayların Devrim aleyhinde gizli planlar yaptıklarını ve bazılarının yakalanıp haklı olarak kurşuna dizildiklerini duymuştum. Batılı haber ajanslarınca göklere çıkartılan bazı muhalefet odakları, İran'da hala mevcut. Bütün bunlar Devrim'in karşı karşıya kaldığı, İran toplumunun iç oluşumuyla ilgili meselelerdir ve Devrim'in ikinci aşaması bu konularda sağladığı başarıya göre değerlendirilecektir. Eğer Devrim kapitalist sistemi daha azgın bir hale getirip sona erecekse hiç bir şey kazanmamış demektir. Devrimin yapması gereken şey, toplumun sosyal, ekonomik ve siyasi yapısını toptan değiştirmektir. Üretim, mübadele, dağıtım ve tüketim tarzlarındaki bütün sosyal ilişkiler kökten değiştirilmelidir.

İran'da anayasalcılığa olan asın ilginin arka-planım böylece vermiş oldum. Devrimden bu yana biri anayasa yapımı, diğer bir Cumhurbaşkanının seçimi ile ilgili iki referandum yapılmıştır. Beni tek endişelendiren şey yeni anayasada biraz fazlaca demokrasi olmasıdır. Açıkça söylemek gerekirse ben bir demokrat değilim. Ve nerede demokrasi varsa orada bela kokusu alırım. Teorik mülahazalarımdan ve demokrasinin batı dünyasındaki kökleri ve gelişimi ile ilgili çalışmalardan biliyorum ki demokratik süreçte, baskın sınıflar toplumdaki güç odaklarım ellerinde tutarlar. Demokratik yollarla hiç bir devrim gerçekleştirilemez. Tahran Times'a göre (pek güvenilir bir kaynak olmadığını belirteyim) yeni Cumhurbaşkanı "devlet içinde devlet"in varlığından yakmıyormuş. Beni Sadr, Amerikan elçiliğini ele geçiren inkılapçı öğrencileri kasdediyordu. Yeni bir toplum kurabilmek için devrimci süreç ve devrimci eylemi toplumun bütün katmanlarında devam ettirmek zorunludur. Seçimlerden sonra Devrim Konseyi'nin dağılma ihtimali beni çok endişelendiriyor. Belki de yeni Meclis temel reformları sürdürecek şevk, kararlılık ve devrimci enerjiye sahip olmayabilir. Her ülkenin bir hükümeti vardır, fakat devrimi yoktur. İnancıma göre İslam Devrimi sürekli olmalıdır. Bir Ülke bütün sistemi tamamen değiştirene kadar süren bir devrime muhtaçtır. Hükümetle birlikte devam eden bir devrim sayesinde İslam Devrimi gelecekte sarsılmaz bir düzen taahhüt eder. Bu sistem öyle bir sistemdir ki, hükümetin bazı geçici başarısızlıkları halkın devrimci gücü tarafından telafi edilir. Fakat yalnızca tek bir güç varsa, bu da bazı sebeplerden dolayı işlemez hale gelmişse o zaman sistemin toptan başarısızlığından söz edilebilir. İnanıyorum ki İran halkının devrimci enerjisi olumlu bir güçtür ve örgütlenip yeniden yapılanma sürecinde kullanılmalıdır.

Yaptığım İslam Devrimi tanımının dördüncü kısmım oluşturan "sosyal düzenin kendine güven kazanması ve dış dünya ile kendi kurallarına göre mücadele etme kudretine ulaşması" da bizatihi devrimin başarıya ulaşması sayesinde açıkça ortaya konmuştur. Daha önce belirttiğim gibi İran'daki devrik rejim yerli bir rejimden ziyade yabancı güçlerin desteklediği bir sömürge rejimiydi. Devrimin başarıya ulaşması, İran'daki İslami hareketin çevresiyle kendi kurallarına göre mücadele etme kudretine sahip olduğunu göstermiştir. Devrimci hükümetin dış ilişkileri buna başka bir örnektir. Hatırladığım kadarıyla, Sovyetler Birliği Amerika'nın İran'a müeyyideler uygulanmasına dair Güvenlik Konseyi'ne verdiği Önergeyi bazı nedenlerden dolayı veto edince, bir takım kişiler Devrim Konseyi'nin Ruslar'ın borazanını öttürmeye başladığını düşünmüşlerdi. Gerçekler ancak bu kadar çarpıtılabilir. Bütün bunlar kafalarımızı bulandırmak için uyduruluyordu. Başka bir düşmanımız olan Sovyetler Birliği Güvenlik Konseyi'ne giderek, sözde İran'a yardım etmek için veto hakkını kullandı ve bir Sovyet diplomatı da Amerikan müeyyidelerine karşı İran'a yardım edeceklerine dair bir açıklama yaptı. Fakat İmam Humeyni Rusya'yı güzelce azarlar. Dedi ki: "Siz kim oluyorsunuz? Bize yardım edebileceğinizi mi zannediyorsunuz? Biz kendi imkanlarımızla yaşayabiliriz. Bizim ne Sovyetler Birliği'nin ne de başka birisinin yardımına ihtiyacımız var. İran bağımsız bir ülkedir ve bağımsız kalacaktır. Eğer müeyyidelerle mücadele etmek zorunda kalırsak, bu işi kendimiz yapacağız. Sovyetler Birliği'nden herhangi bir yardıma ihtiyacımız yok."

Son olarak, İslam Devrimi İran'ı çevreleyen devletleri şöylece teşhir etmiştir: Kendi köklerine, kendi halklarına, kendi değer yargılarına, kendi tarihlerine tamamen yabancılaşmış, meşruluktan yoksun, iktidarlarını sürdürmek için yabancı güçlerden destek alan hükümetler. İran dışındaki müslümanlar için seçenekler oldukça sınırlıdır. Bu Devrim, bize ümitsiz olduğumuz bir anda ümit bahşetti. Bu Devrim, kendimize güvenimizi getirdi. Demek ki, biz de diğerlerinin bizim yapamayacağımızı düşündükleri şeyleri yapabiliyoruz. Düşmanlarımızın çoğunlukta olduğu bir dünyada bize itibar kazandırdı. Artık anlatabileceğimiz bir başarı destanına ve kendimizi onunla tanımlayabileceğimiz bir gerçekliğe sahibiz. Bir şeyleri işaret edip haykırabiliyoruz: "Bakın işte bunu biz başardık, bizden başka kimse yapamaz." Fakat unutmamalıyız ki İran Devrimi model olarak başlangıç döneminde ve kesinlikle başarıya ulaşmalı. Geliştirilmesi lazım yoksa Ümmet tümden zayıf düşecek. Bu Devrim, başarısız olursa tarihimiz yine bunalıma girecek. Bu sadece İran halkının görevi değil, bütün müslümanların görevidir. Herkes İran'daki Devrimi desteklemeli ve bu tarihi fırsatın elimizden kayıp gitmesini önlemek için mümkün olan her şeyi yapmalıdır.

Çev.; Halim Sırçancı

 

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR