1. YAZARLAR

  2. Haksöz

  3. İşkence ve Tecavüz Emperyalist İşgalin Gerçek Yüzüdür!

İşkence ve Tecavüz Emperyalist İşgalin Gerçek Yüzüdür!

Haziran 2004A+A-

ABD'nin Irak senaryosu çok değil, bir yıl içinde allak bullak oldu. Kendisine Ortadoğu'da büyük değişim ve dönüşüm projesinin ilk adımı ve üssü konumu biçilen Irak, işgalciler için tam bir batağa dönüşme yolunda. Manzara Vietnam benzetmesi yapanları her geçen gün biraz daha haklı çıkarıyor.

İşgalcilerin savaş öncesi ve işgalin hemen ardından söylediklerinin neredeyse tamamı boş çıktı. İşgal karşıtı direniş; Irak'a ve bütün olarak bölgeye barış, istikrar, demokrasi ve refah getirecekleri yalanlarıyla işe koyulan emperyalistlerin maskesini yırtıp atmış halde. İşgalcilerin avukatlığına soyunmuş besleme aydınlar, yazar, politikacı ve bürokrat takımı tüm tezlerinin gerçekler tarafından yalanlanması karşısında süklüm, püklüm vaziyetteler.

Sonuç itibariyle bir kere daha sömürgecilerin, emperyalistlerin mazlum halklar ve insanlık yararına hiçbir olumlu adım atmayacakları, atamayacakları ortaya çıkmış oldu. Dün medenileştirme adına mazlum halkları sömürgeleştirme zulmüne tabi tutanlar, bugün de özgürlük ve demokrasi taşıma adına masum insanların tepelerine bomba yağdırıyor; vahşice katliamlar gerçekleştiriyorlar. Bu özgürlük ve demokrasi misyonerlerinin Irak halkına yaşattıkları "şok ve dehşet" sadece Irak'ta değil, tüm dünyada büyük bir nefret dalgasına yol açmakta.

"Çirkin Amerikalı" Yeniden Sahnede!

Gerçekleştirdikleri acımasız katliam ve vahşet dolayısıyla Amerikalıların Vietnam savaşıyla birlikte tüm dünya halklarının zihinlerine yerleşen bir imajları oluşmuştu: "Çirkin Amerikalı". Bu imaj Irak'ta her geçen gün biraz daha belirginlik kazanmakta. Direniş yayıldıkça ve güçlendikçe ABD öncülüğündeki işgal kuvvetleri vahşileşmekte, azgınlaşmakta. Şehirler kuşatılıp, ağır silahlarla, füzelerle, uçaklarla bombalanıyor; camiler, sivillerin meskun olduğu mahaller, hastaneler, okul servisleri, gazeteciler hatta ambulanslar hedef alınıyor. İnsanlar kitleler halinde tutuklanıyor, ev baskınlarıyla aşağılanıyor, korku ve endişeye sevk ediliyorlar.

Ve tüm tablonun ortasına fotoğraf kareleri düşüyor. İğrenç ve alçakça görüntüler bunlar. Korkunç işkencelerin, tecavüz, aşağılama ve onursuzlaştırma eylemlerinin yansıtıldığı bu kareler özünde "emperyalist Amerikalı"nın nasıl korkunç ve aşağılık bir yaratık haline geldiğinin belgeleridir. Sahip olduğu ekonomik ve askeri güç sayesinde azgınlaşan; insani, ahlaki değerlerden, onur ve erdemden soyutlanmış; yaratıcıya karşı müstağnileşmiş; ölçü, kural, adalet tanımayan, giderek daha tehlikeli bir hale gelen "Çirkin Amerikalı"!

Ebu Gureyb cezaevinden yansıyan işkence ve tecavüz görüntüleri doğal olarak tüm dünyada sarsıcı bir etki yapmış, insanlığın vicdanını kanatmıştır. Bununla beraber manzara ne kadar alçakça olursa olsun, ortada çok da şaşırtıcı, beklenmeyen bir durum olduğunu söylemek yersizdir, anlamsızdır. Öfke anlaşılabilir ama şaşkınlık gerçekten yersizdir. Niçin şaşkınlık olsun ki? Emperyalist işgal sürülerinden başka bir şey mi bekliyorduk sanki?

Dünya kamuoyuna ve özellikle de ABD ve İngiltere başta olmak üzere işgalci ülkelerin halklarına işgal gerçeğini açık, net, tartışmasız biçimde sunma açısından Ebu Gureyb kareleri önemli bir işlev görebilir. Yeryüzünün pek çok bölgesinde emperyalist işgal ve sömürü kaynaklı sorunları görmezden gelen, buralarda yaşanan acılara duyarsız kalan ve maruz kaldıkları propagandanın etkisiyle ülkelerinin konumlarını farklı algılayan Batılı kamuoyunun kimi gerçeklerle daha açık ve doğrudan yüzleşmesi açısından bu tarz acı manzaraların etkili bir rol oynayacağı açıktır. Bu yüzden de öne çıkartılması, gündemde tutulması elzemdir.

İşkence ve Tecavüz Medeni Batı'nın Doğu'yu Ehlileştirme Silahı mı?

Bununla birlikte şu husus da gözden kaçırılmamalıdır ki, sorun özünde işkence ve tecavüz sorunu değildir, işgal sorunudur. Bu yüzden de bir vahşet ve tüm insanlık adına utanç kaynağı teşkil ettiği açık olan işkence ve tecavüz sorununu gündemleştirirken konu mutlaka işgal zemininde ele alınmalı ve sorunun özünün emperyalist saldırganlık olduğu vurgulanmalıdır. Bilinmelidir ki, işgal varsa beraberinde türlü insan hakları ihlalleri, aşağılık dayatma ve zulümler, vahşilik ve azgınlıklar da olacaktır. Bu yüzden de tepkiler işkence ve tecavüz vakıalarına değil, top yekûn işgale ve daha genelde de emperyalizmin varlığına yöneltilmelidir.

Sorunu işkence ve tecavüz sorununa indirgemenin işgal gerçeğini önemsizleştirme sonucunu doğurabileceğinden endişe duyuyoruz. Nitekim Türkiye'de ortaya konan kimi tepkilerde bu durumun yansımalarını görmek mümkün. Düne kadar işgale karşı çıkma konusunda en küçük bir duyarlılık, çaba içinde olmamış kimi kesimler yada şahıslar fotoğraflara yansıyan işgal kareleri karşısında tepki veriyorlar. Belki bu tarz tepkileri "eh en azından artık gerçeği görmüşlerdir" diye olumlu bir gelişme olarak değerlendirmek de mümkün olabilir. Ama sorunu asli zemininde ele almadıkları müddetçe bu tarz tepkilerin kalıcılıktan uzak olduğunu da görmezden gelemeyiz.

Aslında Ebu Gureyb'i bu kadar öne çıkartan şey dijital kameraların kullanım kolaylığı ve yaygınlık kazanmasından başka bir şey değildir. Amerikan tarihi Ebu Gureyb'te açığa çıkan vahşet manzaralarıyla doludur. Yakınlara gelecek olursak, Afganistan'da yaşananlar çarpıcıdır. Kunduz'da, Cenk Kalesi'nde vahşice katledilenlere, Şibirgan'da kapatıldıkları konteynırlarda havasızlıktan boğulmak suretiyle canlı canlı gömülenlere, iki buçuk yıldır Guantanamo cehenneminde ne tür azap altında tutuldukları bilinmeyen yüzlerce Müslüman tutsağa gözlerini kapatanların Ebu Gureyb'te olanlara şaşırmaları hiç anlamlı gelmiyor doğrusu.

Şimdi işgalciler ne yapacak? Öncelikle işkence olaylarının üzerine gidildiği izleniminin verilmesi gerekiyor. Bunun için soruşturma ve benzeri birtakım prosedürler işletilecek. Mümkün mertebe sorun küçültülüp, kişiselleştirilecek. Son tahlilde de en fazla birkaç günah keçisi bulunup kapatılmaya çalışılacak.

Şimdiden işkence vakıasının sistematik ve yaygın değil, münferit olduğu açıklamasını sık sık duyuyoruz. Zaten hep böyle olur, mutlaka birkaç disiplinsiz, sapkın suçlu tüm orduyu töhmet altına sokacak suçlar işlerler! Bu ülkede de çok sık şahit olduğumuz bir söylemdir bu. Kitleler halinde işkence uygulamasının yaşandığı dönemlerde dahi işkence bu ülkede hep münferit sayılmıştır! Ne gariptir ki, bir biçimde devletle sorun yaşayıp ta gözaltına alınan, tutuklanan ve işkenceye şahit olmayan tek bir fert bile yoktur ama işkence hep münferittir!

Bu gayet alışık olduğumuz saçmalığı Irak'ta ortaya çıkan rezaletle ilgili olarak şimdilerde işgal otoriteleri dillendirmekteler. Sonuç da bellidir: "Yorucu bir iş yükü ve aşırı gerginlik altında çalışmaktan kaynaklanan dengesiz ruh hali ve disiplinsizlik nedeniyle birkaç kendini bilmezin işlediği suçu tüm Amerikan ordusuna mal etmemek gerekir. Bu Irak'a özgürlük ve demokrasi getirmek için çırpınan Amerikan ordusuna haksızlık olur!"

Oysa herkes bilir ki, hiçbir asker yada polis üstlerinden emir yada cesaret almadıkça sadece sadist ruhunu tatmin için işkence yapmaz, yapamaz. İşkence özünde tüm işgal güçlerinin, zorbaların bir sindirme, ezme taktiği ve aynı zamanda da bir bilgi alma yöntemidir. Irak'ta işgal güçlerinin yoğun bir direnişle karşı karşıya oldukları gerçeği göz önünde bulundurulduğunda işkence ve tecavüz olaylarının arka planı daha rahat anlaşılabilir. Kaldı ki, fotoğraf karelerine yansıyan görüntüler işkenceci sapıkların öyle iddia edildiği gibi birkaç kişiden ibaret olmadığını çok sayıda yaratığın bu pisliğe bulaştığını ve verdikleri pozlardan gayet rahat ve "özgüven" duygusu içinde göründüklerini, bunun da ancak üstlerinden icazetle davranmalarıyla mümkün olabileceğini ortaya koymaktadır.

Başta Bush ve Blair Olmak Üzere Tüm İşgalciler Suçludur, Cezalandırılmalıdır!

Suç tepeden tabana doğru akmaktadır. Dolayısıyla fotoğraflanan birkaç lağım faresi ile konuyu geçiştirmeye kalkanlar aslında suçlarını örtbas etmek isteyen sorumlulardır. En başta Bush ve Blair olmak üzere, ABD Savunma Bakanı Rumsfeld, yardımcısı Wolfovitz, sömürge valisi Bremer ve diğer yetkililer hiyerarşik biçimde suçludurlar. Aslında bu tarz suçlar ve suçlamalara karşı koyma çabası Amerikan yönetiminin alışık olduğu durumlardır. Nitekim ABD yönetiminin 1 Temmuz 2002 tarihinde Hollanda'nın Den Hag şehrinde resmen işlerlik kazanan Uluslararası Savaş Suçları Mahkemesi'ne sert muhalefeti ve kendi askerlerinin ve eylemlerinin kapsam dışında tutulması için diğer ülkelere baskı yapması boşuna değildi.

Önleyici saldırı doktrini ile saldırganlığını zirvesine çıkaran ABD yönetimi her gün her an sayısız suçlara imza atmaktadır. ABD hem Afganistan ve Irak'ta süregelen işgallerden doğrudan sorumlu olduğu gibi, Şaron kasabının Filistin'de işlediği cinayetlerin de suç ortağıdır. İnsanlık tarihinde kara bir leke olarak yer alacak Guantanamo hukuksuzluğunun mimarı ABD'nin suç dosyası Özbekistan örneğinde görüldüğü üzere dikta yönetimlerinin halka uyguladığı sistematik baskı ve işkence politikalarına; Filipinler'de olduğu gibi azınlıklara karşı sürdürülen imha kampanyalarına verdiği askeri ve siyasi destek nedeniyle bir hayli kabarmıştır.

Ne yazık ki, yeryüzü halkları tüm bu kabarık suç siciline sahip emperyalist canavarları yargılayabilecek ve cezalandırabilecek bir güç ve kudrete sahip değiller. Bunun bugünlerde olmaması yarınlarda da olmayacağı anlamına gelmiyor elbette. Bu yönde çalışmak, çabalamak adalet duygusunu kaybetmemiş her insanın görevidir.

Tam bu noktada Irak'ta ortaya çıkan manzaranın bütünlük içinde ele alınması ve sadece mağduriyet ve mazlumiyet söylemlerine sıkıştırılarak eksik bırakılmaması gerektiğine de dikkat çekmekte yarar var. Çok şükür, Irak tablosu sadece vicdan yaralayıcı görüntülerden ibaret değil. Irak'ta güçlü ve umut veren direnişin mevcudiyetinin de altı çizilmeli. Çapulcu sürüsü, ayaktakımı diye aşağılanan Mukteda es-Sadr taraftarlarının direnişi sonuç ne olursa olsun işgalcilerin oyununu bozmuştur. İşbirlikçi konumuna oturtulan Şiiler'in işgale karşı direnmeleri ve vahşice katledilmeleri işgali haklılaştırma, meşrulaştırma söylemlerine ağır bir darbe indirmiştir.

Felluce ise Amerikan ordusu açısından açık bir hezimet olmuştur. Yüzlerce savunmasız insanın, kadın ve çocuğun katledilmesine ve günlerce süren kuşatmaya rağmen "süper güç" şehre girememiş ve direnişçilerle anlaşmak zorunda kalmıştır. Tüm bu tablo emperyalistlerin istedikleri her şeye muktedir oldukları, karşılarında durulamayacağı şeklindeki algının temelsizliğini ve işgalcilerin gücünün abartılmaması gerektiğini bir kere daha göstermiştir. 

ABD tüm dünyayı istediği biçimde dizayn etme girişiminin bir adımı olarak başladığı Irak seferinde tökezlemiştir. Kısa bir süre öncesine kadar Irak'tan sonrasını gündemleştiren, bölgedeki diğer "sorun çıkaran, baş ağrıtan" ülkelere tehditler savuran Amerikalı yetkililer şimdilerde Irak batağından sağ salim çıkmanın tasasına düşmüş bir haldeler. Hiç şüphe yok ki, Irak'ta alacağı ağır bir darbe emperyalist yayılma hesaplarını alt üst etme neticesini doğurabilecek önemli bir gelişme olacaktır. Bu yüzden de Irak direnişi sadece Irak halkının değil, tüm bölgenin ve hatta yeryüzünün kısa vadede geleceğine etki etmeye aday büyük bir olaydır. Bu itibarla Irak halkı ile dayanışma içinde olmak yeryüzünde adalet ve özgürlükten yana herkesin ortak görevidir. 

Irak halkı zor şartlar altında direnişini sürdürmekte, işgalcilere boyun eğmeyerek kendi geleceğini kendi belirlemektedir. Peki bizler Irak halkıyla ve direnişiyle dayanışma sorumluluğuna sahip miyiz? Bu çerçevede yapabileceklerimiz nelerdir?

NATO Zirvesi Katiller Buluşmasıdır!

Hak Ettiği Gibi Karşılanmalıdır!

Öncelikle şunu bilelim ki, biz Irak'ta gerçekleşen işgale, vahşete, işkence ve zulümlere tavır alırken, uzakta cereyan eden bir sorunu değil, bizzat bizimle, kendimizle ilgili bir konuyu gündemleştiriyor, sahipleniyoruz. Emperyalist işgal sadece bir ülkeyi dahi tehdit etse adaletten yana olan herkes için buna tavır almak bir zorunluluktur. Bununla birlikte Irak'ın işgal edilmesi sadece bu ülkeyle sınırlı kalmayıp, tüm Ortadoğu'yu, hatta yeryüzünü kuşatmayı, sindirmeyi ve sömürmeyi planlayan kapsamlı bir projenin ilk adımıdır. Dolayısıyla bugün Irak'ı savunmak, Irak'ta süregelen direnişle dayanışma içinde olmak kendimizi, geleceğimizi, onurumuzu savunmak demektir.

Bu savunmayı en iyi biçimde yapmamız için önümüzde tarihi bir fırsat ve aynı zamanda da açık bir sorumluluk bulunmaktadır: NATO zirvesi. Açıkçası bu zirve bir işgal ve sömürü ortaklığı olacaktır. İşgalci ve sömürücüler emperyalist yayılma planlarını yeni koşullarda yeniden belirlemek, Irak'ta ortaya çıkan direnişi kırma stratejileri geliştirmek, Büyük Ortadoğu Projesi adı verilen ve İslam coğrafyasının denetim altına alınmasını içeren kapsamlı yayılma ve sömürü stratejisini netleştirmek gibi amaçlar etrafında bir araya gelecekler ve aralarında mevcut ufak tefek yaklaşım farklılıklarını gidermeye çalışacaklardır.

Haziran ayının sonunda İstanbul'da yapılacak olan bu zirve Müslüman ve mazlum halkların geleceğini tehdit eder bir mahiyet taşımaktadır. Aynı zamanda yanı başımızda kardeş bir halkın ülkesini işgal eden, insanları katleden bu saldırgan güçlerin şeflerinin ülkemizde buluşmaları hepimizin alnına sürülmüş kara bir leke olacaktır.

Şüphesiz gücümüz sözü geçen toplantıyı yaptırmamaya yetecek boyutlarda değildir. İşgal şeflerinin ülkemize gelmelerini engellemeye de gücümüz yetmez. Ne var ki, kanlı katillerin ülke topraklarında bir araya gelmelerini sessizce geçiştirmek, kabullenmek durumunda da değiliz. Asgari olarak bu katillere ve onların içimizdeki işbirlikçilerine güçlü ve tutarlı bir sesle "suçlu" olduklarını haykırabiliriz. Onları bu topraklarda görmek istemediğimizi, işledikleri ve işleyecekleri suçlardan beri olduğumuzu, Filistin, Afganistan ve Irak başta olmak üzere yeryüzünün her bir yanında süregelmekte olan işgaller ve katliamları lanetlediğimizi en yüksek sesle haykırmalıyız. Bu; insan olarak, Müslüman olarak görevimiz, kaçamayacağımız, geçiştiremeyeceğimiz bir sorumluluktur.

Tarihi Sorumluluğumuz Ses Vermeyi Gerektiriyor, Ses Olmayı Gerektiriyor!

Bu sorumluluk duygusu ve bilinciyle Haziran ayında etkinliklerimizi daha güçlü ve geniş katılımlı bir tarzda gerçekleştirmeli; meydanları, sokakları doldurmalıyız. Bu çabalarımız Iraklı (ve Afganlı, Filistinli) kardeşlerimiz için moral takviyesi olacak, ümmet bilincinin zinde tutulması için kaçınılmaz bir fırsat teşkil edecektir. Emperyalist işgalciler açısından ise NATO protestoları haklılık ve adaletten uzak, zorbalık temelinde inşa edilmeye çalışılan plan, proje ve uygulamaların insanlık nezdinde kabul görmediğinin, nefret hisleriyle karşılandığının açık bir yansıması olmalıdır.

Hiç kuşku yok ki, NATO karşıtı eylemlilikler hükümet koltuklarında oturanlar açısından da kayda değer mesajlar içerecektir. İşbirlikçi konumlanışın asla hoş görülmediğini, kabullenilmeyeceğini ve bu kan denizinin ortasında parsa kapmak kaygısıyla rıza gösterdikleri pozisyonun hem kendileri, hem temsil ettikleri kesimler açısından tek kelimeyle utanç verici olduğu haykırılacaktır.

Tevili, mazereti, yılgınlığı bir kenara itmek ve elimizden geldiğince çaba sarfetmek zorundayız. Özgürlük bedel ister. Oturduğumuz yerden Irak yada Filistin halkına sunduğumuz tavsiyelerin içerdiği ağır bedelleri de göz önünde bulundurarak kendimize soralım: Biz özgürlük ve şerefimizi korumak uğruna, zalimlerden ve işbirlikçilerinden beri olduğumuzu tüm dünyaya haykırmak uğruna hangi bedelleri ödemeyi göze alıyoruz ve almaya da devam edeceğiz?

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR