1. YAZARLAR

  2. Hamza Türkmen

  3. İran ve Suriye Gerçeği: Islah Etmek İddiası ve Sabiteler

İran ve Suriye Gerçeği: Islah Etmek İddiası ve Sabiteler

Şubat 2016A+A-

20. yüzyılın ikinci yarısında zihinlerimiz, Osmanlı fikrî zaaflarından ve ulusal sistemin aşıladığı ulusal şaşkınlıktan daha yeterince arınamamıştı.

Türkiye’deki vesayet uygulamalarının en koyu olduğu Cumhuriyetin kuruluş yıllarında “başı ezilen” ıslah öncülerimizin fikrî istikameti ile irtibatlar, ümmet coğrafyasından yapılan tercümeler veya az da olsa taşınan şahitliklerle yeniden 1960’lı 1970’li yıllarda kurulmaya başlanmıştı. Sonra 70’li 80’li yıllarda yeni bilgiler ve silkinişler içinde ezilmişlik ve ötelenmişliğimizi, suskunluğumuzu aşmaya niyetlenen Müslüman gençler öne çıkmaya başlamıştı.

Ancak uyanış sürecimiz İskilipli Atıf, Elmalılı Hamdi Yazır, Babanzade Ahmed Naim, Sadrazam Said Halim gibi Osmanlı’nın son dönemindeki ıslah rehberlerinden mahrumdu. İslami bütünlüğü kapsayan bilinçten ziyade, parça doğrularla yükselen bir duyarlılık yönelimiydi söz konusu olan.

İşte tam bu süreçte halkı Müslim olan İran ulusal vesayet sisteminde İslamî İnkılab Süreci gündeme gelmişti. 1979 Şubat’ında daha çok “Allahu Ekber” diyenler Şahlık diktatörlüğünü ve ABD hegemonyasını İran’dan kovmuştu. Türkiye’deki İslami kesimde Osmanlı dindarlığını veya milli/ulusal dindarlığı aşamayanlar idraklerine perdeler çekti. Islah çizgisinden ve öncülerinden etkilenen insanlarımız İslam’ın “sabiteler”i ve “değişkenler”i konusunda henüz yeterli bir bilinçlenme düzeyini güçlendirememişlerdi ama yakaladıkları parça doğrular ve fıtri bir duyarlılık içinde bu olumlu gelişmeye sempatiyle yaklaştılar. Bilebildikleri veya kendilerine aktarıldığı kadarıyla doğru bildiklerinin savunucusu oldular.

Türkiye’de İslami duyarlılığında fevri ve aceleci olanlar, İslam’ın sabitelerini öğrenmeden Şia’nın irfanını/mistisizmini öğrenmeye başladılar; İslami sabite arayışında veya usulu’d-din (dinin esasları) konusunda ciddi olanlar ise İran’daki gelişmeler konusunda mutedilliği elden bırakmadılar.

Donanım açısından İslami duyarlığımız İslami bilince, İslami bilincimiz de İslami duyarlılığa muhtaçtı.

Genelde vakıa şöyle oluşmaktadır: Ne dindar kitlelerde İslami duyarlılığı, ümmet ve dayanışma sorumluluğunu uyandırmadan bir bilinç seviyesine kapı aralanabilmektedir ne de İslami bilinç veya birikim iddiası İslami mücadele ve duyarlılık sorumluluğundan kopuk olduğu zaman bir işe yaramaktadır.

Her uyanış ve köklü dönüşüm (ıslah) projesi, öncelikle delaleti açık ve tek anlama gelen “Kur’an’ın muhkem ayetleri” ve aslı Kur’an’da olan “Resullah’ın (s) mütevatir/kesin sünneti”ile uyum içinde olmalıdır veya İslam’ın bu asılları ile çelişmemelidir.

1980’li yılların başında beklentiler yüksekti. Devrim sürecinin öne çıkartıp İmam yaptığı Ayetullah Humeyni, ancak 20 yıllık bir iyileştirme sürecinden sonra bir İslami devletten bahsedilebileceğini söylemişti.

Bu arada İran’daki yeniden İslamlaşma süreciyle ilgili beklentiler tevillerle, mazeretlerle, saf niyetlerle yıllarca uzadıkça uzadı. Ama İran’a gidip geldikçe her geçen gün İslam’ın toplumda yatay gelişimi yerine, ulusal ve mezhebî dikey zorlamaların ve dayatmaların öne geçtiğine tanık olduk.

Mezhepçileri, İran ulusalcılarını; ayrıca dindar kitleleri yeniden İslamlaştıracak, ıslah edecek, İslam’ı sevdirecek ve ümmet vahdetini göğertecek bir proje oluşturulamadı.

Ümmetin zaaflarını derinleştirip parçalayan ve 19. yüzyıl Avrupa projesi olan ulusalcılıktan bir türlü vazgeçilemedi.

Toplumsal gelir dağılımındaki adalet beklentisi, Şahlık döneminin adaletsizlik eksenini bir türlü aşamadı.

Devlet gücüne rağmen her geçen sene vahdet özlemi ve daru’t-takrib (mezheplerin birbirine yakınlaştırılması) çalışmaları gittikçe sembolikleştirilerek örselendi.

Devrim sürecinde, ıslah çizgisine yakın usûli ulema ve siyasiler tasfiye edilirken, hüccetiye denilen gelenekçi-ötekileştirici Şia uleması yeniden güç kazandı ve önleri açıldı. Bir önceki cumhurbaşkanı Ahmedinejad’ın taklit mercii Misbah Yezdi, “dünyayı kurtaracak kişi ve düzenin gelmesi için kaostan düzen çıkacağı” beklentisine göre İran siyasasına yön verme eğilimindeydi.  Ayrıca Fethullah Gülen’in rüya yoluyla Resulullah’la temas kurma ideası gibi Misbah Yezdi’nin de Mehdi olarak inanılan gaybi bir varlık algısıyla lahuti bir irtibat kanalı olduğuna inanılıyordu.

Devrim sonrası İran toplumunda ve yönetiminde yaşanan bu iç zafiyetler dışında, ümmet coğrafyasına yönelik de İttihad-ı İslam hedefi yerine, İran’ın ulusal ve kültürel (mezhebî) çıkarlarını önceleyen politikalar öne geçti.

2010 yılının sonu itibariyle başlayan“Arap Baharı” sürecine İran yönetimi, ulusal ve mezhebî kaygılarla olsa gerek aylarca ilgisiz kaldı. İran yönetiminin başı Ayetullah Hamaney, Ortadoğu’da “Arap Baharı” adıyla tanımlanan bu devrimler süreci hakkında ancak 9-10 ay sonra destekleyici resmi bir demeç verdi. Ancak 2011 Eylül’ündeki Hamaney’in demeci, saptırıcı bir ifadeyle bu devrim süreçlerinin ABD çıkarlarına, diktatörlük rejimlerine karşı halkların “ulusal” tepkileri doğrultusunda olduğu şeklindeydi. Ne İhvan-ı Müslimin’i, Nahda ve Islah Hareketi’ni diline aldı ne de Sünni çizgideki İslami uyanışa ilgi gösterdi.

Hamaney’in kullandığı kavramlarda bile sapmalar yaşanıyordu. Fıtrat veya ümmetin ve muhaliflerin kolektif iradesi yerine “ulusalcı”, vahdet yerine “mezhepçi” hesaplar ön plana çıkmaya başlamıştı. Arap Baharı ile ulusal ve mezhebi hesapların ön plana çıktığı en önemli alanlardan birisi de Yemen idi. Yemen’deki Salih diktatörlüğüne Sünni ve Zeydi birlikteliği ile yürütülen kıyama ve Islah Hareketi mücadelesine, İrancılaştırılan Zeydi Husiler İranlı asimetrik savaş uzmanlarının yardım ve yönlendirmesiyle hareket edip, İttihad-ı İslam beklentisini parçaladılar.

Ve sonunda Ortadoğu İntifadalar Süreci’ni tahfif eden İran, diktatörlük yapılarına karşı esen devrim rüzgârlarının İran’a ve Irak’a sıçramamasına yönelik iç baskılar ve tutuklamalar başlattı. Peşinden Irak’a, Pakistan ve Afganistan’a, Suriye’ye, Bahreyn’e, Yemen’e, Afrika içlerine uzanan İran merkezli stratejiler izlenmeye başlandı.

Özellikle Suriye Stratejisi

İran Devrim Rehberliği tarafından Filistin davası için İsrail’e karşı Suriye’nin bir “direniş hattı” olduğu hep savunulmuştu. Ama Suriye’nin ağırlığı Gulat Şia olan Nusayri kökenli Suriye Sosyalist Baas Yönetimi, baba ve oğul Esed diktatörlüğünün Şia’ya Şam’daki İran Kültür Merkezi ile verdiği propaganda yapma serbestisi ve bazı köy tahsisleri dışında topluma yaydığı Batıcı seküler hayat tarzı ve Muhaberat denilen istihbarat-işkence örgütü aracılığıyla muhalif sesleri susturma zulmü ile büyük bir ifsad dalgası oluşturuyordu. Diktatörlere karşı esen Arap Baharı’nın rüzgârları Suriye topraklarına ulaştı. Ülkede yükselen özgürlük ve adalet istemleri karşısında, gerçekleştirdiği katliamlara rağmen Baas-Esed yönetiminin arkasında duran İran, iki mazeret öne sürmekteydi:

İlkin Suriye’de yaşayan Filistin davasının temsilcisi HAMAS Siyasi Büro Başkanı Halid Meşal’in vereceği demeçlerin beklentisi içine girildi.

Ayrıca Suriye ile Siyonizm’e karşı “direniş hattı” oluşturulduğu iddiası içinde zalim diktatöre ve Baas rejimine şimdilik ses çıkarılmadığı mazereti üretildi.

Ama kısa sürede mazeretlerinde aldatmacadan ibaret olduğu ortaya çıktı. Halid Meşal, Suriye dışına taşınırken, Suriye’deki diktatörlük rejimini protesto eden muhaliflere destek verdiği için Şam’daki ve Lazkiye’deki Filistin mülteci kampları vuruldu. Meşal, Gazze’ye ulaştığında Suriyeli muhaliflerin direniş bayrağını elinde tutarken, hem zalim Siyonist rejimi hem zalim Baas rejimini katliamcılıkla suçladı.

Ayrıca bugüne kadar İsrail’e atılmayan Scut füzeleri Halep’te, Dera’da, Humus’ta, İdlib’de, Hama’da, Şam varoşlarında muhalif direnişçilerle bütünleşen Suriyeli sivil halkın üzerine atıldı. Müslüman halk varil bombalarıyla camilerdeyken katledilmeye başlandı. Yetmedi; dışarıdan getirilen gönüllüler cepheye sürüldü. Ve zalim ve katil Baas-Esed rejimine karşı mücadele eden İslami direniş cepheleri önünde İranlı general ve subaylar birer birer ölmeye başladı. Suriyeli direnişçi Müslümanları ve dindar mustazafları katletmek için “masum ve masumeler”in türbelerini korumak bahanesiyle Ortadoğu’nun Şii havzalarından gönüllüler toplandı. İran’ın asimetrik harp uzmanı Kasım Süleymani, İran’ın Lübnan’daki uzantısı Hizbu’l-Esed güçleri haline gelen fedaileri ve diğer Şii gönüllüler Baas rejimi adına Suriye’de mukim muhalif Müslümanlara karşı katliamlar yapmaya başladılar.

Gönüllü Şii milisler gibi muhalifleri arkadan vuran rivayetçi-ammi müfrit selefi kanat olan DAİŞ/IŞİD’in de başka bir ulusçu ifsad çizgisinde zulüm ve katliamlar düzenleyen Kürtçü PYD’nin de varlığı “direniş hattı” söyleminin bahanelerine malzeme sağlıyor.

İran, sürekli Suriye’deki ABD hesaplarından ve komplolarından bahsedip Esed diktatörlüğünü desteklemenin mazeretlerini üretiyordu ama zaten “Diğer Şeytan” Rusya, üsleriyle, balistik silah yardımlarıyla ve teknik kadrosuyla Suriye’de Esed rejiminin yanında konuşlanmıştı.

Suriye’de ulusal fitne planları ve eylemi içinde olan İran, “direniş hattı” bahanesiyle yürüttüğü “ıslah” iddialı bu tahrifatını, “Büyük Şeytan” diye vasıflandırdığı ABD emperyalizmi ile barışma ve anlaşmalar imzalama süreçlerinde gerçekleştirdi. Suriye’de “ıslah” iddiası ile gerçekleştirilen katliamlarla zafer elde edemeyen Esed-Hamaney stratejileri, Suriye toplumunu “ıslah” etmek üzere bu sefer fiilî yardım için Büyük Şeytan’ın alternatifi Rus emperyalizmini davet etti.

Bir zamanlar ABD ve Rus emperyalizmine rağmen Şahlık rejimine karşı “Allahu Ekber” nidalarıyla gerçekleşen İran Devrimi’nin gelişim seyri ile kalp atışlarımızı telif etmiştik. Vahdet namazları ve çağrıları, mezhep asabiyesini aşma ve ümmeti yeniden uyandırma istikametindeki ümidimizi yükseltmişti. Ama sonrası inhiraf…

Karşılaştığımız inhirafı gidermek için uyarılarda bulunduk, kardeşçe hatırlatmalar yaptık. “Vahhabi” ve selefi asabiyeler bahanesiyle mezhepçilik yapmamalarını, Şii selefiliğini / ahbariliğini yeniden üretmemelerini, ulusalcılığa meyletmemelerini istedik.

Hele Arap Baharı’ndaki suskunluklarını aşmalarını ve katil Esed rejimini Siyonizm bahanesiyle desteklememelerini, Siyonist İsrail’in Suriye’de kurulacak Müslümanların bağımsız yönetimine karşılık Baas rejiminin yanında yer alacağına dair işaretleri yazılarımızla, forumlarımızla, panellerimizle, eylemlerimizle göstermeye çalıştık. Ama 1979 Devrim iradesiyle aramıza duvarlar örüldü. Aramıza yeniden ulusalcılığı ve mezhepsel asabiyeyi hortlatan İran yönetimi girdi. Yaşanan ifsadı/bozulmayı hatırlattıkça, onlar bize “ıslah ediciler” olduklarını propaganda etmeye başladılar.

Rabbimizin Bakara Suresindeki  “Kendilerine ‘Yeryüzünde bozgunculuk yapmayın.’ dendiği zaman, ‘Bizler sadece ıslah edicileriz!’ derler.”ayetinin canlı timsalini, devri vaktinde ümit beslediğimiz İran Devrim sürecini tahrif eden İran ulusçuluğu ve takiyyeci Şiicilik sapmasının erkleştiği bugünkü İran yönetiminin icraatlarında görmeye başladık.

Son yıllarda Türkiye’de hükümet etmekte olan misyon, bir NATO ülkesi olan Türkiye’de büyük iç ve dış kuşatmalara ve tehditlere rağmen ülkeyi ve toplumu yerel ve küresel vesayetten uzaklaştırmaya çalıştı. Ama vesayetten kurtulma iddiasındaki bir İran’ın, Suriye’deki Baas rejimi ve Suriye’de katliamlara ortak olan Rusya için Cuma hutbelerinde dua etmesi ve Büyük Şeytan ABD ile kucaklaşma fırsatı araması gerçekten daha büyük bir inhiraf ve sapma olarak karşımıza çıktı.

Kur’an’da tevhid ve şirk kavramının bir nevi programatik açılımı “ifsad” ve “ıslah” kavramlarıdır. Fıtrattan ve hak olanı ifade eden vahyî ölçülerden uzaklaşan hiçbir müfsid, gerçekleştirdiği bozgunculuk üzerine, -fıtratla ve vahyî ölçülerle yeniden bütünleştirici köklü değişim anlamındaki- “ıslah” kavramını veya elbisesini giydiremez ve “muslih” olma iddiasında bulunamaz.

Ulusal ve Küresel Vesayet İçinde İyi Niyet Şartı

Diktatörlerin kendilerini kurtarıcı, bozguncuların kendilerini ıslah edici olarak takdim etmeleri şeytan türü işlerdendir. Ya da münafıklık alametlerindendir.

I. Dünya Savaşı sonrasında ümmet coğrafyasında kurulan ulus devletler kendilerini hep İslam’la izah ettiler; seküler uluslaşma yabancılaşmasını İslami terim ve kavramları saptırarak gerçekleştirdiler.

Lozan Antlaşması sürecinde müstevli devletlerden alınan telkin doğrultusunda Yeni Türkiye’de 3 Mart1924’te Tevhid-i Tedrisat Kanunu ile medreseler kapatıldı. Meclis’te Seyyid Bey’in muhtevası büyük oranda doğru ama hikmetsiz ve Kemalistlerin kullanımına açık nutku sonucunda hilafet kaldırıldı. Lakin manevi şahsiyeti meclise tevdi edildi. 8 Nisan1924’te Şer’iye Mahkemeleri kapatıldı. Kuruluş Anayasasında devletin dini İslam idi. Bu madde 1928’de yapılan değişiklikle Anayasa’dan çıkarıldı. 5 Şubat 1937’de laiklik ilan edildi. Meclis’in manevi şahsiyetine tevdi edilen içi boş halifelik söylemi de tarih oldu. Osmanlı sonrasında ümmetten bir ulus yaratma ve Batılılaşma cürümleri, hep devletin “Dini İslam” şeklinde belirlenen1924 Anayasası ile gerçekleştirildi.

Diğer halkı Müslim olan ülke anayasalarında da şeyhlik, krallık, şahlık, cumhuriyet, cemahiriyye, konsey, ruhban türü “ulusal” diktatörlük statüleri, rejimleri ve cürümleri hep anayasalarında İslam’a atfedilen bazı cümlelerle örtülmeye çalışıldı. Batılılaşma konusunda en gözü kara olanı Atatürk’tü. Onu takip eden halkı Müslüman olan devlet başkanlarından en önemli hayranı da Tunus’taki Burgiba oldu.

Abbasiler Devleti’ndeki cürümler ilk andan itibaren ve Âli Osmanlı Devleti’ndeki cürümler son dönemlerde İslamilik iddiasındaki büyülü bir “hilafet” anlayışı ile örtülmek istendi. İlk Abbasi emirlerine, Emeviler’de olduğu gibi “emir” veya“emiru’l-mü’minin” yerine “halife” denmeye başlandı ve o da  “Halifetullah” (Allah’ın halifesi) olarak takdim edildi. Ya da onu “Zillullah fi’l-arz” (Allah’ın yeryüzündeki gölgesi)olarak anlattılar. Papalık gibi bir şey…

I.Dünya Savaşından sonra geriye kalan ümmet bağımızı kopartmaya çalışan en büyük ifsad mekanizması ise ulus devletler ve ulus toplum yapılanmalarıydı. Halkı Müslim olan ülkeler ayrıştırılıp ulus devletler kuruldu. Bu ulus devlet yöneticilerine bozgunculuk yapmayın denildiğinde, ifsadı gideriyoruz ve ulusal anayasalarında ifade edildiği gibi İslam’ı uyguluyoruz dediler.

T.C. kendi bozguncu ve yabancılaştırıcı icraatlarına karşı çıkan kişi ve akımları “Dini İslam” olan bir Anayasa’ya dayanarak ıslah ediyorum bahanesiyle memleketlerinden sürdü, katletti, darağaçlarında cezalandırdı. Karşı çıkanların güç ve dirayetini sindirdikten sonra da 1924 Anayasası’ndaki İslam ile ilgili satırların üzerine Avrupa’nın kapkara hukuk mürekkebini döktü.

Suudi Arabistan ve Mısır’da yaşanan cürümler de farklı değildi. Ümmetin yer altı zenginlikleri ve jeopolitik gücü emperyal devletlere peşkeş çekilip cumhuriyet veya krallık görüntüsünde toplumun kolektif gelirlerini yağmalayan cunta ve şeyhlik yapılarının dokunulmazlığı garanti altına alındı. Hudullahı ve iffetini korumak veya açlığını veya açlık psikolojisini gidermek için isyan eden veya yanlış kalkışmalar yapan insanlara şeriatı uygulama ve ıslah edicilik adına Samiri misyonlu din adamları kontrolünde infazlar gerçekleştirildi.

Suudi Arabistan çoğu kez komşusu ve akrabaları Filistin Müslümanlarını Mısır diktatörleri gibi sahipsiz bıraktı, ABD ve İsrail politikalarıyla zıtlaşmadı. Saltanat asabiyesi ile Müslüman halkına vesayetini dayatırken, İhvan-Nahda-Tahrir-FIS gibi ıslah eğilimli hareketlere karşı mukallit hadisçi ekollerin önünü açarak, diktatörlük rejimleriyle dayanışmasını sürdürerek ifsad/bozgunculuk yaparken “ıslah edicilik” iddiasında bulunması büyük bir yalandı.

Uluslaşma ve Batılılaşma zulümlerini halkına yaşatan Şahlık rejimi yıkıldıktan sonra İran’daki süreçten İslami beklentilerimiz oluşmuştu. Ama İran Devrimi’nde inisiyatif alanlar, Anayasanın 6. maddesinde, kamu düzeninin ancak İsnâ-Aşeriyye/Caferi mezhebiyle karşılanacağını ilan ederek, İslam’ı bir yorum mesabesine indirgemişlerdi. Zaten devrimden sonra en büyük sapmayı, bu mezhepçi ve “din adamları”nın imtiyazlı olduğu anayasayı daha İslamlaşma/ıslah sürecini tamamlamayan İran halkına seçimlerle kabul ettirerek başlatmışlardı.

Şimdi de İran’ın ulusalcı ve mezhepçi yöneticileri bu Anayasaya dayanarak Irak’ta, Suriye’de ABD ve Rusya çıkarlarıyla paralelleşen şekilde Müslüman direnişçilere açtıkları savaşı ıslah olarak değerlendirebilmektedirler.

İçeride devrimin İslami boyutunu ve vahdet çağrısını savunduğu için devrimin öncüleri Muntazeri, Kerrubi, Musevi, Hatemi veya Ali Şeriati’nin takipçileri, Ayetullah Rafsancani’nin yakınları gibi binlerce insan birçok mağduriyet yaşadı. İşkence görenler oldu. Ahzab Suresinde belirtildiği gibi kalbinde hastalık barındırma hali, yalan haber yayma (murcifun) hali, takiyye hali İranlı din adamlarında ve siyasilerinde görülürken, resmi demeçlerinde en fazla kullandıkları söylem “ıslah” bağlamındaydı.

Günümüzde ciddi bir hukuksuzluk içeren ve vesayet oluşturan ulus devletler, bir de ekonomik ve hukuki yapı itibariyle küresel vesayet altında bulunmaktadırlar. 1921 Kahire Toplantısı doğrultusunda kurulan ulus devletler içinde zincirleri kırma hamlesi yapan İran Devrimi de maalesef ki yeni anayasasında kendini bizzat bir ulus devlet olarak tanımlamıştı. Yapısı ve cürümleri dolayısıyla “Birleşmiş Milletler Terör Örgütü” diye meydanlarda kınadığımız BM’ye veya ‘Birleşmiş Uluslar’a gitmiş ve üyeliğini yeniden tescillendirmişti. Ama bu ulus statüyü aşıp aşmamama konusunda kaygısını açık-seçik olarak ortaya koymamıştı. Ulusçuluk adeta Şiiliğini gizlediği seküler bir kılıftı.

Algılar ve vakıalar her zaman ezberlendikleri yerde durmuyorlar. NATO ülkesi olarak küresel vesayetin ağır kuşatmasına rağmen BM için “Dünya beşten büyüktür!” diyen bir Türkiye Hükümetine rağmen, Büyük Şeytan ilan ettiği ABD’nin güdümündeki BM’ye sığınmaya çalışan devrim yapmış 37 yıllık bir İran Hükümeti!

Suud, Türkiye, İran gibi ülkeler mer’i olan küresel cahilî sistemler tarafından kuşatılmış bulunmaktadırlar. Ayrıca halkı Müslim olan bu ülke sistemleri büyük ölçüde Kur’an’daki cahiliye tanımını da (3/154; 5/50; 33/33; 48/26) aşamamışlardır. Ama Suudi Arabistan’da da Türkiye’de de İran’da da zaman zaman vesayetten kopma ve ıslah kaygıları gündeme gelebilmiştir.

Suud’da 1964-75 Faysal bin Abdülaziz döneminde, Türkiye’de 21. yüzyılda AK Parti yönetimlerinde, 1979 İran Devrim Sürecinin ilk yıllarında bu kaygılarla irtibatlandırılacak gayretler olmuştur. Hatta hem bu ülkelerde hem benzeri ülkelerde de zaman zaman bu tür çıkışlar gündeme gelmektedir.

Suud olsun, İran olsun, Türkiye olsun bu ve bu gibi halkı Müslim olan ulus devletlerde rol almış yönetimlerin ve bazı yöneticilerin ıslah kaygılarıyla ilgili iddiaları bir bütünlüğü kapsamıyor. Sadece bir geçiş dönemi fırsatı olarak iyi niyetle ne yapılıp ne yapılmadığına bakılabilir. Bu iddiaların samimiyetleri ise iki temel soruyla değerlendirilmektedir:

Birincisi: Suud, Türkiye ve İran gibi halkı Müslüman olan ülkelerdeki yönetimlerin icraatları ümmet maslahatına ve adaletin tevziine yönelik mi değil mi?

İkincisi: Yönetimler, kuşatıldığımız ulus devletler yapısı içinde geleceğe dönük idealize edilecek yapısal bir alternatife kapı açıyorlar mı açmıyorlar mı? Yoksa bu ülke yönetimlerinin gelecek tasavvurları veya bugünkü pratikleri işbirlikçiliğinden farklı olarak yeni bir saltanat veya ruhban sistemine mi akıyor?

Ya da bu yönetimler geleceğe dönük olarak “şura” algımızı ve beklentimizi kurumlaştırmayı, küresel kapitalist sistemden kopuşu güçlendirecek ekonomik ve hadari bir arayışa, din algımızı Kur’an’ın evrensel ilkeleriyle takdime yönelmemizi engellemekte midir engellememekte midir?

Veya yönetimde bulunanlardan asabiyelerini aşma konusunda kimler daha müsaittir? Ya da müsait hale gelebilir/getirilebilir?

İşte tutsaklığımızı aşmak için asıl sorulması veya gözetilmesi ya da kotarılması gereken sorular bunlardır. Bu sorulardan ve cevaplarını tutarlı olarak ikame etmekten kaçarak dareyni kazandıracak bir gelecek ve ümmet diriliğini inşa etmek pek kolay gözükmemektedir.

Türkiye’de Islah ve Müzakere Şartı

Türkiye’de sağcı, devletçi, milliyetçi kirlenmelerden; batini ve mezhepçi çözülmelerden arınmaya yönelmemiz, kamuoyunda 1970’li yılların ikinci yarısından sonra kısmen hissedilmeye başlanmıştır.

Tüm resullerin, sıddıkların, salihlerin, şehitlerin yolu olan ıslah misyonunu ve çizgisini önemseyenlerce Türkiye Müslümanlarının içinden yükselen bu yönelime “Türkiye İslami uyanışı” veya “tevhidî uyanış süreci” denilmektedir. Bu süreçle ilgili İslamcılık, Pan-İslamizm, Siyasal veya Radikal İslam, hatta İslami hareket tanımları genellikle dışarıdandır, biz Müslümanlar için de ödünç veya tartışmalı kullanımlardır.

Türkiye dâhil ümmet coğrafyasında yaşanan ihtilaflı konular ve özellikle Suriye gerçeğini değerlendirmek ise eğer bir ihanet yoksa büyük ölçüde farklı İslami algılama biçimleri ve usullerinden kaynaklanmaktadır. Bu farklılıkları aşmak konusunda İslam’ın sabiteleri ve değişkenleri mutlaka İslami mücadele öncüleri ve idrak sahibi Müslümanlar için temel gündem maddelerinden olmalıdır. Tahkik boyutunun çerçevesi, birileriyle anlaşamıyoruz diye İslam’ın esaslarından (usulu’d-din’den) mahrum bırakılmamalıdır.

Tarihî düşkünlüğümüzden sonra yeniden yükselen İslami veya tevhidî uyanış sürecimiz henüz tamamlanmış ve tanımlanmış bir modele ulaşamamıştır. Birlikte yürüme ve karar alma süreçleri henüz bir “ulu’l-emir”lik (4/59); diğer bir ifade ile kapsayıcı bir “şura” (42/38) mekanizmasına ulaşamamıştır. Ancak uyanış sürecimiz birlikte iş yapma, yöntem ve hedef belirleme konusunda olmazsa olmaz olan bu Kur’ani emirleri ve yükümlülüklerin kavramsal açılımlarını modelleştiremese de en azından bu konuların önemine müdrik ve birikim sahibi insanlarımız düne nispetle bugün çok daha düzeyli hale gelmiştir.

Daha sağlıklı adımların atılması, birikim sahibi öncülerin tevazu, müzakere, üstadlık reflekslerinden arınma, birlikte iş yapma, isar, paylaşımları birlikte tanıklaştırma çabalarına bağlıdır. Bu da tefekkuh için sefere çıkmak (9/122), vahyî olana tanıklık (4/135) ve şura ibadetlerine yönelinmesi demektir. Zira öncü/sabikun olmaya yönelmenin (35/32) ve vasat bir ümmet olmanın yolu şehitleşmekten (şuhedalıktan - 2/143) geçmektedir.

İdrak, ilim, basiret, feraset ve şura yükümlülüğü uyanış sürecimizin hedeflediği bilinç seviyesi ve bilinç inşasıyla ilgilidir. Ancak taklitçilik, hatta ammilik (kör taklitçilik) konumuna düşmüş ve zaafa uğramış bir ümmetin çocukları olarak hedeflenen bilinç seviyesine ulaşabilmek için, öncelikle İslami hassasiyetleri, duyarlılığı yaşatmak ve geliştirmek sorumluluğu öne çıkmaktadır.

Gerek iç ilişkilerimizi gerek İslami cemaat, toplum ve ülke yönetimlerinin icraatlarını ve kültürlerini değerlendirirken öncelikle açık-seçik olan Kur’an’ın nassları ile ve uygulamada Mütevatir Muhammedi Sünnet ile mutabık olmayan inançları ve tabulaşmış arkaik yorumları bir kenara bırakmalıyız.

Örneğin zulümatı gidermek için gelen Kur’an vahyine rağmen (14/1), birtakım rivayetlerle veya zaruret nedeniyle “Zalim sultana itaat farzdır!” gibi değerlendirmeler, genel-geçer hale getirilen akaid umdeleri kabul edilmemelidir.

Yine “yakin”, yani kesinlik ifadesi olarak İslam’ın asıllarında yer almadığı halde, “Ehl-i Beyt” olarak inanılan sonraki imamların “masumiyet” inancı İslam’ın bir aslı olarak öne sürüldüğünde mutlaka bu zanniliğe veya vehme, yapıcı şekilde (4/136) itiraz edilmelidir.

Zanni veya vehmî rivayetlere dayanarak bazı Ehl-i Sünnet ve’l Cemaat akaid kitaplarının zulmü ve zalimi meşru kılabilmesi veya zanni rivayetlere dayanarak Şia akaidinin kendisine vahiyle ilgili ismet özelliği verilmemiş beşer olan bir insanı masum ve tartışılmaz ilan etmesi Müslümanların tarihinde iç zaaf ve sapmaların başlıca nedenlerinden birisidir. İki ekolün bu tür zaaflarının İslam’ın sabiteleri ile bağdaştırılacak yanları yoktur.

Vahyî ölçüler ve İslam’ın sabiteleri (muhkem ayetler, aslı Kur’an’da bulunan Mütevatir Sünnet) karşısında zihnini kilitleyen asabiyeden ve arkaik kelepçelerden kurtulmadan ihtilafları da yabancılaşmayı da tutsaklığı da aşamayız.

Tahkik ve tedebbür etmek (4/82) ilk öncelikli eylemimiz olmalıdır.

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR