1. YAZARLAR

  2. Hamza Türkmen

  3. İmam Humeyni'nin Düşünsel Gelişimi ve Etkileri

İmam Humeyni'nin Düşünsel Gelişimi ve Etkileri

Haziran 1992A+A-

İmam Humeyni, Batı emperyalizminin egemenliğini ifade eden bir dünya sistemine rağmen, gerçekleştirilen bir İslami devrimin lideriydi. O, ıslahatçı, inkılapçı veya muvahhid terimleriyle vasfedilen bir çok basiretli müslümanın günümüze kadar taşıdıkları tevhidi mücadele mirasını devralıp kitleleştirerek iktidara ulaştıran bir hareketin rehberliğini yaptı. Yaşamı süresince çevresine yansıyan düşünce ve davranışları, pratik tutarlılık açısından gündem oluşturacak veya Örnek alınabilecek birçok değeri içinde barındırdı.

Humeyni 4.6.1989 yılında Tahran'da vefat etti. Gerçekleştirdiği amelleri ölümüyle noktalandı. Ama bıraktığı mücadele mirası, bütün İslami hareketler için ufuk açıcı hatlar oluşturdu. Önemli olan, bu noktada O'na olan ilgimizi, mübalağalı övgü ve iltifatlarla abartarak kör bir sevgi romantizmine dönüştürmek değil, O'nun düşünce ve yöntem boyutunu iyi analiz edip İslami mücadeleye sağladığı katkıları Kur'an'ın aydınlığında daha çok billurlaştırarak, daha çok geliştirerek, daha ileri mevzilere taşıyarak gerçekleştirebiliriz. Tevhidi mücadelenin yaşayan bir süreç olduğunu idrak edebilenler, İmam Humeyni ve hareketine olan ilginin sevgi boyutundan öte bir sorumluluk bilincini ve daha ileri bir düşünce ve eylemlilik yükümlülüğünü oluşturacağı gerçeğini de fark etme durumundadırlar.

Bilindiği gibi İslam ümmeti Batılı değerlerin hızla yaygınlaştığı ve kapitalist sistemin kurumlaşıp sömürü yelpazesini genişlettiği 19. ve 20. yüzyılda iyice zayıflamış, garipleşmiş, toplumsal planda eksik ve parçacıklar halinde yaşattığı tevhidi değerleri de iyice elinden kaçırmıştı. Malik bin Nebi'nin deyimiyle, tevhidi inanç toplumsal alandan uzaklaşmış ve adeta ferdileşerek inzivaya çekilmişti.

İslam toprakları sömürgeleşiyordu. İçerdeki tahrifat ve ölçüsüzlük, dışarıdan gelen kültürel saldırılar neticesinde yaygınlaşan şirk, ümmetin kültürel ve sosyal hayatını kemirmeye başlamıştı. Bir müddet sonra siyasi iktidar emperyalistlerin ve kişiliğini-kimliğini tamamen yitirmiş yerli işbirlikçilerinin eline geçti. Halkın din kültürü bid'at ve hurafelerle dolmuş, kaderci ve teslimiyetçi kültür yaygınlaşmıştı. Ümmet sömürüye müsait hale gelmişti. Zira Rabbimizin verdiği nimet en azından toplumsal alanda yitirilmişti. Rabbimizin bahşettiği vahiy aydınlığının kitabını oluşturan Kur'an; dirilerin kitabı olmaktan çok ölüler için okunur, ebced ve cifr hesaplarıyla uğraşan falcıların ilgilendiği ve önüne bir sürü geleneksel tabular yığılarak adeta anlaşılması engellenen bir kitap haline getirilmişti. Böyle bir toplum, karanlık içine yuvarlanmış bir toplumdu. Zaten Rabbimiz Enfal Suresi'nde şöyle buyurmaktaydı: Bir toplum kendi halini değiştirmedikçe Allah onlara verdiği nimeti değiştirmez (8/53).

İslam toplumunda özellikle Hz. Osman döneminde Kur'an'ın muhkem nasslarına ters düşen uygulamalarla başlayan yanlışlıklar Emevi saltanatı ile kurumlaşmış, cahili insanların topluma egemen olduğu tarih kesiti içinde müslümanlar gittikçe tevhidi değerlerini yitirmişler ve İbrahimi geleneğe, muharref değerler karıştırmışlardı.

İşte bu bozulma Ali Şeriati'nin dediği gibi içte "Emevi Sünniliği"ni ve "Safevi Şiiliği"ni oluşturmuş; sahih din anlayışına rağmen vahyi ölçülerin örtüldüğü veya ölçüsüzce tevil edildiği bozuk bir din anlayışı kurumlaştırılmıştı. Dışta ise, İmam Humeyni'nin dediği gibi emperyalist kafirler mahrum ve mustezaf kitlelerin İslami duyarlılıklarını kullanabilecekleri tahrif edilmiş bir din anlayışını ifade eden "Amerikancı İslam"ı İslam topraklarında ikame etmeye çalışırken, bu ümmetin sahih değerlerine, mukaddeslerine, emeğine, alın terine, kaynaklarına musallat olmuşlardı. Emperyalistler fiili olarak katliamlar işlemişler, dünyayı fesada vermişlerdi.

Ama İslami mücadele hiç bir zaman yok olmadı. Gerek iç bozulmalara ve gerekse kafirlerin çok alanlı saldırılarına karşı özellikle son iki yüzyıldır İslam ümmetini yeniden ıslah etmek, bozulan anlayışları ihya etmek, emperyalist saldırılar karşısında direnmek ve tevhidi mücadeleyi yükseltmek azmiyle bir çok ıslahatçı önderin ve akımın vermiş olduğu mücadele, İslami hareketler için çok Önemli bir potansiyel olumluluğu oluşturdu.

İslam coğrafyasının bütün bölgelerinde yaşanan sorunlar nitelik itibariyle birbirlerinden farklı değildi. Dolayısıyla İslam ümmetinin sorunları karşısında üretilen doğru çözümler ve geliştirilen pratikler bütün İslami hareketlerin ilerlemesini sağlayan ortak imkanlardı. Önemli olan ele geçirilen imkanlarla mevcut vakıa arasında doğru irtibatlar kurma basiretini göstererek, İslami mücadeleyi daha ileri safhalara ulaştırabilmekti. İşte İran İslam Devrimi, İran İslami Hareketi'nin ve rehberi İmam Humeyni'nin ulaşılan mevcut imkanlarla mevcut vakıa arasında doğru irtibat kurma basiretini göstermesi ve inkılapçı, dirayetli bir tavrın sürekliliği neticesinde oluştu. Bu tutarlılık son iki yüzyıldır yükselen İslami mücadele ibresini İran'da doruk noktasına ulaştırdı ve İslam Devrimi gerçekleşti, İmam Humeyni'nin ve arkadaşlarının ulaştıkları ve geliştirdikleri pratiğe yönelik düşünce ve uygulamalar, tevhidi anlama çabalarının ve ıslahatçı gayretlerin bir devamı, kendi şartlarında en ileri seviyesiydi.

İmam Humeyni İran İslam Devrimi'nin lideriydi. Ama devrimler toplumsal olaylardı ve Hamid Algar'ın deyişiyle hiç bir devrim tek bir kişinin eseri olamazdı. Fakat İmam Humeyni'nin devrimdeki belirleyici rolü ve toplumunu etkileyen karizması da kolay elde edilebilecek bir seviye değildi. Bu yüzden de İmam Humeyni'nin sahip olduğu yetenekleri yanında aldığı eğitim, yetişme tarzı, çevre ilişkileri gibi faktörler önem ifade etmektedir.

Ayetullah Humeyni'nin düşüncelerini ve kimliğini ileri düzeyde oluşturabilmesinin belki de en önemli nedeni durağan, gelenekçi ve gelişmelere kapalı bir havzada yetişmemiş olmasıdır. 1902 yılında doğan Ruhullah Müsavi Humeyni, kısa bir süre sonra babasını kaybetmişti. Babası Şah'a karşı tütün boykotunu başlatan meşhur alim Mirza Hasan Şirazi'nin talebesiydi. Ve yaşadığı bölge köylülerinin haklarını gasbeden toprak ağalarına karşı mücadele verirken zalim ağalar tarafından öldürtülmüştü. Humeyni ilk tahsilini edindikten sona, 17 yaşından itibaren yine Mirza Hasan Şirazi'nin talebesi olan Abdulkerim Hairi'den ders almaya gönderilmişti. Hairi vefat ettiği 1935 yılına kadar Kum'u dini bir eğitim merkezi haline getirdi ve Humeyni hep Hairi'ni yanında bulundu.

Şirazi'nin çizgisi ve onun eğitiminden geçen insanların birikimi önemliydi. Zira Şirazi, Cemaleddin Afgani'nin İran'da verdiği mücadeleden en fazla etkilenen ve Afgani ile mektuplaşan ulemanın en önemlilerinden birisiydi. Bu etki, Tömbeki (Tütün) kıyamında da, Meşrutiyet hareketinde de kendisini hissettirdi. Şehid Mutahhari'nin Son Yüzyıldaki İslami Hareketler kitabında ifade ettiği gibi, İslam toplumunun en müzmin derdi olan iç istibdada ve dış sömürüye karşı Cemaleddin Afgani'nin öncülüğünü yaptığı ıslahat çabaları ve anti-emperyalist mücadele, gerek İran'da ve gerekse diğer İslam coğrafyalarında çok önemli ve etkileyici bir tesir oluşturdu. Afgani'nin İslami hareketlere yol gösteren hedeflerini Mutahhari beş maddede şöyle özetliyor:

1. Devlet adamlarının istibdatı,

2. Müslüman halkın cehaleti, bilgisizliği ve ilim ve medeniyet kervanından geri kalması,

3. Hurafe inançlarının müslümanların düşüncesine nüfuzu ve onların İslam'dan uzaklaşmaları,

4. Bir mezhebe mensup olma veya olmama ünvanlarıyla müslümanlar arasındaki tefrika ve ayrılık,

5. Batı sömürüsünün nüfuzu.

İmam Humeyni Hairi'den sonra 1945 yılında taklid mercii seçilen Ayetullah Burucerdi'yi aktif olarak destekledi ve Burucerdi'nin vefat ettiği 1962 yılına kadar onunla olan ilgisini sıcak bir şekilde sürdürdü. Burucerdi'nin siyasi etkinliği Hairi'nin etkinliğinden daha sönük oldu. Ama 1947 yılında başlayan "Daru't-Takrib" çalışmalarının İran'daki en önemli takipçisi Burucerdi idi. Sünni ve Şii mezheplerinden önemli alimlerin başını çektiği "Daru't-Takrib" çalışmalarıyla mezheplerin birbirine yakınlaştırılması ve tevhidi ilkeler etrafında vahdete ulaşılması hedefleniyor, mezhepler arasındaki olumlu değerlerin alış verişi sağlanıyordu.

İşte İmam Humeyni İran'a ulaşan ve İran'da oluşan bu gelişmelerin olumlu etkilerinin yansıdığı hareketli ilim havzalarında yetişti. Ve ciddi çabalan, basiretli kararlarıyla bu olumlu mirastan veya birikimden yararlandı, düşüncelerini geliştirdi.

İmam Humeyni, Nevvab Safavi ve Ayetullah Kaşani gibi önemli mücadele adamlarıyla da tanışıyordu. Ama gerek Fedaiyan-ı İslam hareketi'ne ve gerekse İran petrollerinin millileştirilmesi hareketinde Kaşani'nin mücadelesine karşı -bu açılımlara daha sonra bazı eleştiriler getirmiş olmakla birlikte- taklid mercisinin takındığı çekimser tavrı paylaştı. Bununla birlikte batıl inançları eleştirmek iddiasıyla yazılmış, fakat İslami değerlere saldıran bir kitaba cevap vermek kaygısıyla 1944'te kaleme aldığı Keşfu'l-Esrar adlı bir polemik kitabında değişik siyasi yorumlar yaptı ve Rıza Şah'ı kaba askeri güce dayanan bir hükümet kurmak ve devam ettirmekle suçladı.

Şia ekolü içinde "Usuli" ve "Ahbari" diye bilinen iki akım arasındaki ihtilaflar devam ediyordu. Humeyni fıkıh usulü ve fıkıh disiplinlerini Şirazi'nin talebesi olan hocası Ayetullah Hairi'den tahsil etmişti. Bilindiği gibi Ahbariler hukuk ilmine ve içtihadi yenilenmeye şiddetle karşı çıkıyorlar, alimlerin muhaddis olmasını şart koşarak rivayet geleneğini eleştirmeden sürdürmeye çalışıyorlardı.

Humeyni'nin ilim hayatına usuli ekolün içinde başlamış olması da büyük bir avantajdı. Ancak o, bir dönem tasavvuf (irfan) ve felsefeye merak sardı. 1950'de vefat eden Ayetullah Şehabadi'den mükerrer taleplerinden sonra irfan ve marifet konularında bazı özel dersler aldı. Bir kaç arkadaşı ya da talebesiyle tasavvuf üzerine tamamen dışa kapalı ve özel bazı çalışmalar yaptı. Ancak 1946'dan sonra en yakın arkadaşları Ayetullah Muntazeri ve Ayetullah Mutahhari"nin ısrarları sonucunda, şartları uygun ve talep eden kişilere fikıh ve usul dersleri vermeye başladı. Ayetullah Beheşti'ye göre bu derslere ilk önce otuzdan fazla olmayan öğrenci nüfusu iştirak etti. Ama talep gittikçe arttı ve 1963 senesine gelindiğinde bu sayı bin kişiyi aşmış bulunuyordu.

Ayetullah Humeyni bu derslerde meşhur Fıkıh Usulü kitaplarını okutuyordu. Lakin klasik usuldeki teorilerin taklid edilmesini eleştiriyor, öğrencilerine mukayese ve muhakeme yolunu açıyordu. Derslerine iştirak edenleri serbest düşünceye alıştırmaya çalışıyor ve bilinen doğruları sosyal hayata uyarlayabilmek veya sosyal hayatı dönüştürebilmek için radikal ıslahatçı bir düşünceyi ekolleştirmek istiyordu.

Humeyni mevcut rejime karşı ilk ciddi tepkisini 1963 yılında Şah'ın "Ak Devrim" diye tanımladığı batılılaşma ve yabancı himayesini meşrulaştırma hareketi karşısında gerçekleştirdi. 22 Mart günü medresede yaptığı ve Ak Devrim'i eleştirdiği konuşmasından sonra İran Gizli Servisi (SAVAK) bir askeri paraşüt birliği ile Kum'daki Havza-i Ilmiyye Medresesi'ni bastı ve 20'ye yakın talebeyi şehit etti. Ayetullah Humeyni tutuklandı. Bir süre sonra serbest bırakıldı. Humeyni bu olayı şiddetle kınadı ve Özellikle 10 Muharrem (3 Haziran 1963) günü duygusal ve sert bir konuşma yaptı. Ertesi günü Humeyni yeniden tutuklandı. Bu gelişme karşısında 15 Hordad diye bilinen 5 Haziran 1963 günü bir çok İran şehrinde halk olayı protesto etmeye başladı. Güvenlik güçlerine "vur emri" verildi. 15 Hordad ve takip eden günlerde tahminen 15.000 kişiden fazla kişi öldürüldü. Ayetullah Şeriatmedari önderliğinde bir grup Ayetullahın Onun konumunun Ayetullah el-Uzma (en büyük ayetullah) olduğunu açıklamaları Humeyni'yi idamdan kurtardı. Ve 4 Kasım 1964'te Türkiye'ye sürüldü. Oradan da Necef'e gitmesine izin verildi.

Biz burada bir kronoloji oluşturmak gayretinde değiliz. Ama imam Humeyni'nin düşünce ve tavırlarındaki gelişim basamaklarını belirlemenin, onu anlamada ve yükselen grafiğinin nedenlerini kavramada önemli bir katkı sağlayacağı düşüncesindeyiz. Bu açıdan özellikle 1963 olayları İmam Humeyni için önemli bir dönüm noktasını ifade etmektedir.

Acaba İmam Humeyni 1963'ten önce kitlesel İslami bir mücadelenin program taslağını kafasında oluşturabilmiş miydi?

Acaba Mehdi'nin inzarı konusundaki mevcut kabullerin kitlesel bir pasifizmi beslediğini yeterince görebilmiş miydi?

Özellikle mevcut rejimin yanlışlıklarını tadilattan geçirmekten öteye bir devrim anlayışına ulaşabilmiş miydi?

1963'ten önce acaba düşüncesindeki velayet-i fakih anlayışı net bir çerçeveye oturmuş muydu?

Bu ve benzeri soruların tatmin edici cevaplarını 1963 öncesi için bulmak kolay değil. Onun 10 Muharrem (3 Haziran 1963) konuşmasını incelediğimizde Şahlık sistemini devirmeye yönelik şarta bağlanmış bazı düşüncelerini yakalayabiliriz; ama 1964'ten sonra tamamen açığa çıkan uzlaşmasız ve devrimci tesbitlerini henüz yeterince ortaya koyamadığını da görürüz. Lakin 1963'teki Şahlık rejiminin uygulamalarına karşı imam Humeyni'nin çıkışı tesadüfi ve günübirlik bir parlayışın tezahürü değildi. Zira o, kökleri Afgani'nin mücadele ve ıslahat programına, Daru't-Takrib çalışmalarının tahkike sevkeden dinamizmine ve Usuli ekolün kendini yenileme imkanını sağlayan birikimine dayalı bir bilinçlenme sürecinin aktif, öncü ve istikrarlı bir elamanı idi.

İmam Humeyni, 4 Haziran'da tutuklanmasının akabinde, 15 Hordad'ta, gerçekleştirilen katliamdan daha sonra haberdar oldu. Bundan dolayı büyük acılar çekti. Artık gündemdeki vakıa, insanı, zorunlu olarak mazlum ve mahrum kitlelerin kurtuluşu ve İslami adaletin ikamesi doğrultusunda pratiğe yönelik düşüncelere sevkediyordu. Ortak sorunlar karşısında çözümler öneren, değişik pratikler sergileyen kişi ve kuruluşların yaklaşımlarının takibi, tartışılması, muhakemesi ve değerlendirilmesi elzemdi.

Yakın tarihte İran'da devrim fikrini besleyen iki önemli açılım gerçekleşmişti ve önemli tartışmalara neden olmuştu.

Ayetullah Talegani çizgisine mensup Mehdi Bazergan'ın 12.9.1962'de Narmek'de düzenlediği "İran İslam Cemiyetleri İkinci Kongresi"nde çok önemli konular üzerinde durulmuştu. Özellikle Bazergan, İmam Mehdi'nin dönüşünü bekleme meselesini gündeme getirmişti. Ona göre Gaib İmamı bekleme faaliyeti pasif bir davranış değil, tam tersine İmam'ın yolunu hazırlama faaliyeti olmalıydı. Ayrıca dini liderler siyasi rol oynamaktan korkmamalıydılar.

Ayrıca 1960 sonbaharında Ayetullah Mutahhari önderliğinde 20 kişilik bir grup Tahran'da halka açık Aylık Konferanslar [Güftar-ı Mah] başlattılar. Bu konferanslarda etki açısından ön plana çıkan iki husus vardı ki; birincisi, fetvaların şuraca verilmesi |Şura-i fetva]; ikincisi ise, İmam'ın otoritesinin mutlak Şii toplumunda temsil edilmesi. Ayrıca fıkıh ilmi yanında, tefsirle uğraşmanın önemi üzerinde duruluyordu. Çünkü tefsir Kur'ani incelemeye dayalı dinamik ve hayati bir ilimdi.

İmam Humeyni, mevcut rejimi dönüştürmeye yönelik böylesine zengin bir tartışma ortamında İran'dan sürüldü. Ve onun 1963 direnişi belleklerde derin izler bıraktı. 1960'lı yıllardan itibaren kamuoyu önünde zayıf imkanlarla da olsa sergilenip tartışılan Aylık Konferansların konuları, 1965'te Tahran'da 4,000 metrekarelik bir alana kurulan ve ülke çapında büyük ilgi gören Hüseyniye-i İrşad'ın faaliyetlerinin temel gündemini oluşturmuştu. Özellikle İrşad'ta, bu konular çerçevesinde konuşmalar yapan Ali Şeriati, bir nevi İslam Devrimi'nin teorik zemininin dokunmasına önemli katkılarda bulunuyordu.

İmam Humeyni, 1963'ten sonra İran sınırları içinde gösterilen çabalar yanında, dünyadaki diğer İslami hareketlerin birikimlerini ve diğer düşünürlerin çözüm önerilerini daha yakından değerlendirme fırsatını ele geçirdi. O'nun İran dışına sürülmüş ve Necef'te bulunmuş olmasının İslam Devrimi'nin oluşmasında büyük öneme haiz görüş ve düşüncelerinin daha çok zenginleşmesine ve güçlenmesine vesile olduğunu söylemek yanlış olmasa gerektir.

İmam Humeyni'nin İran dışında Ihvanü'l-Müslimin ve Cemaat-i İslami hareketlerinin temsilcileriyle veya düşünceleriyle doğrudan ve daha sık karşı karşıya gelmiş olması ihtimal dahilindedir. Raşid Gannuşi, Mısır İhvanü'l-Müslimin'i, Pakistan Cemaat-i İslami'yi ve İmam Humeyni'nin İran'daki hareketini Cemaleddin Afgani ve Muhammed İkbal gibi ıslahat öncülerinin yönelimlerinin takipçisi ve geliştiricisi olarak görür ve müşterek hedeflerini, yöntem ve esaslarını değerlendirir.

Bu değerlendirmeye göre her üç hareket de genelde benzer vurgulan taşıyan bir programa sahiptirler. Buna göre din, siyaset ve devlet arasında bir ihtilaf söz konusu değildir. İtikad, şeriat, ibadet ve siyaset birbirlerinden ayrılmazlar.

Her üç hareket de İslami hükümet kurmak gayretindedir ve bu hedefe ulaşmak için yoğun bir çaba içindedirler.

Üç hareket de köktencidir. Yani esas ilke ve uygulamalarında ilk İslam dönemindeki safiyeti yakalamaya çalışmaktadırlar.

Her üç hareket de fıkhı hükümlerin zaman ve mekan şartlarına göre yeniden gözden geçirilebileceği yaklaşımını taşımaktadır.

Her üç hareket de hedere ulaşmak için örgütlenme fikrine sahiptir ve halkın sorunlarıyla ilgilenmektedir.

Ayrıca İhvan ve Cemaat-i İslami hareketlerin düşünce ve harekette inkılapçı tavır yetersizliği açısından eleştirerek daha sıkı bir örgütlenme ve kadrolaşmayı hedefleyen, siyasi tefekkürü daha ön plana geçiren, metodik planda devrim şemaları üzerinde daha çok yoğunlaşan, hedeflenen İslam Devleti'nin anayasa tasarısını sürekli gündemde tutan ve egemen dünya sisteminin ve İslam ülkelerinde mevcut kukla rejimlerin sağladığı demokratik imkanları şiddetle reddeden Hizbu't-Tahrir hareketinin gündeme soktuğu konular da önem ifade etmekteydi, özellikle beyanatlarına ve neşriyatlarına göz attığımızda Irak İslami hareketi içinde en ciddi ve yaygın örgütlenmeyi ger­çekleştirmiş olan Abdulaziz el-Bedri'nin çalışmalarının Hizbü't-Tahrir'in kuramsal literatürüne ve tesbitlerine dayandığını ve daha sonra oluşan Şii kökenli Hizbu't-Dava hareketinin de yer yer bu çizgiden etkilendiğini görebiliriz.

Görüleceği gibi, Necef'te özellikle İslami yönetimle ilgili dersler yapan İmam Humeyni için, İslami hareketlerin düşünsel açılımları ve aralarındaki yöntem tartışmaları önemli ve zengin bir malzeme yekûnunu oluşturmuş bulunuyordu.

1930'lu yıllarda İran Meclisi'nde İslami muhalefetin öncülüğünü yapan Müderrisi'nin oluşturduğu gündem çevresindeki konuşmaları kaçırmamak için sürekli meclis oturumlarını takip eden, vefat ettiği ana kadar dünya olaylarını ve gelişmelerini yakından takip etmek için transistorlu radyosunu yanından ayırmayan İmam Humeyni'nin dakik ve hayatla irtibatlı bu hassasiyetini göz önünde bulundurduğumuzda, yukarıda sözünü ettiğimiz İslam dünyasındaki çalışmalara ve tartışmalara ilgisiz kalabileceğini düşünmek saflık olur. Kaldı ki daha kendisi Necef'te iken isimlerini zikrettiğimiz hareketlerin mensuplarıyla temas kurduğuna dair bazı rivayetler de söz konusudur. İmam Humeyni'nin Necef'te yaşadığı ortam ve yaptığı çalışmalar çok önemlidir.

İmam Humeyni'nin Şia düşüncesinin gelişimine en büyük katkısı ve aynı zamanda İran İslam Devrimi'nin teorik meşruiyetini oluşturan tesbitleri, büyük ölçüde "velayet-i fakih" kavramı üzerindeki değerlendirmeleriyle gerçekleşmiştir. Gaib imam inancının geleneksel Şia kültüründe oluşturduğu siyasi iktidara karşı ilgisiz veya çekimser tutumu değiştirmeye çalışan bazı düşünürlerin çabalarına, imam Humeyni Necef'te verdiği derslerle büyük destek sağlamıştır. Humeyni söz konusu bu çabalarla ortaya konan tesbitleri daha üst düzeyde terkip ederek İslami hükümet fikrini sistemi eştirmiş ve devrimci yönelişleri ateşlemiş tir.

İmam Humeyni mezhebi mülahazalara aşarak; Reşid Rıza, Mevdudi, Takiyyüddin Nebhani gibi İslami yönetimin zorunluluğunu Kur'ani nasslara dayandırmış ve bu çerçevede destekleyici olarak bazı tarihi malzemeyi kullanmıştır.

Velayet-i Fakih kavramı daha önce de Şia fıkhında kullanılıyordu. Fakat sultayı elinde tutanlara doğru yolu göstermek, ikazda bulunmak veya hakemlik yapmak, halkın dünyevi ve ibadi işlerini yönlendirmek, fetva vermekten daha ileri bir kullanıma ulaşamamıştı. Ancak Mutahhari, Bazergan gibi muhakkik alimler, kavramı daha detaylı sorgulamaya tabi tutmuşlardı. Şia ulemasının çoğunluğu ise velayet-i fakihin yetkilerini imamların ayrıcılığı olarak görüyor, yeni sorunlar karşısında öncekilerin yolunu taklid etmeye çalışıyorlardı.

Humeyni her ne kadar 1963'de ve öncesinde zalim yönetimlere karşı tavır ve eleştiri sahibi olmuşsa da; Necef'te velayet-i fakih anlayışını yeniden tanımladıktan sonra mevcut sultaları eleştirme merhalesini aşmış ve topluma egemen olan iktidarı fakihler olarak ele geçirme tezini gündeme getirmiştir. İşte bu tesbit noktasında, devrim ve İslami yönetim anlayışları itibariyle İran İslami hareketi, İhvanu'l-Müslimin, Cemaat-i İslami, Hizbu't-Tahrir gibi İslami hareketlerle ortak değerlerin ve hedeflerin taşıyıcısı durumuna gelmiştir.

İmam Humeyni'ye göre fakih devletin bir üst memuru olarak değil, en üst yöneticisi, hakemi ve vasisi olarak düşünülmeliydi. Bu sosyal ve siyasi bir görevdi. Velayet ise halk adına hükümeti üstlenme ve icraatta bulunmaktı. Bu görev de bir imtiyaz değil, aksine ağır bir sorumluluktu. İmam'ın İslami yönetimle ilgili bu tesbitlerinin önemi; teorik bir tartışmayı sürdürmekten, muhayyer gelişmelere göre prensip belirlemekten veya teorik devrim projelerine katkı sağlamak endişesinden çok, fiili sorunlarla var olan ilişkisinden ve büyük ölçüde yürürlükte olan sistematik bir devrim programının içinde yer almasından kaynaklanıyordu.

İran İslami hareketi diğer İslami hareketler gibi tevhidi mücadele sürecinin taşıdığı ortak değerlere ve hedeflere ulaşma çabasındaydı. Ancak İran İslami hareketini devrime ulaştıran en önemli ayrıcalığı; ıslahat ve devrim düşüncesini bölgesellikten ve dar çerçeveli çalışmalardan ileri merhalelere taşıyarak kitleleşme boyutunu yakalamış olmasıdır.

Tabii ki bu başarıda en önemli rol, velayet-i fakih anlayışına getirdiği yaklaşımla intizar felsefesinde önemli değişiklikler yaparak, müslümanların iktidarı ele almalarının farzîyeti üzerinde duran İmam Humeyni'ye aittir. Özellikle onun devrim ve İslami hükümet konularındaki anlayışını paylaşarak, bu görüşleri İran halkına, gençliğe, üniversiteye taşıyan direnişçi ulemanın ve Ali Şeriati, Mehdi Bazergan, Celalettin Farisi gibi medreseden olmayan alimlerin rolleri de çok önemliydi. İmam Humeyni kitleselleşme boyutunu yakalayarak İslam Devrimi'ni gerçekleştiren İran İslami Hareketine ve daha önemlisi evrensel İslami harekete, ulaştığı ve gündeme getirdiği tesbitleri ve örnek tavırlarıyla çok önemli değerler kazandırdı.

Söz konusu değerler, gerçekleştirilen devrimin önemli dinamiklerini oluştururken, tüm İslami hareketlerin muhtaç oldukları tartışma gündemlerini de ciddi olarak etkiliyordu. Bu değerlerden bazı örnekler verebiliriz:

1. İmam Humeyni, İslam'ı inanç ve ilkelerle uyum içinde olan farklı grupların veya cemaatlerin varlıklarını tasfiye etmeyi değil, diyalog kurmalarını, kendi sorunlarını tartışmalarını istemiş ve bağımsızlık, özgürlük, İslami cumhuriyet amacı doğrultusunda farklı yollarla gerçekleştirilen çalışmalara müsamaha ile bakmıştır. Ancak ortak hedefe fakat farklı yollara sahip olan İslami çalışmaların kendi aralarında mutlaka ortak platformlar oluşturup ilişkilerini güçlendirmelerini arzulamıştır. İmam'ın bu yaklaşımı içine kapanık, inhisara, tepeden inmeci, ben merkezci çalışmaların olumsuz alışkanlıklarını aşıp, tevhidi endişeler taşıyan çalışmaların birbirlerinin birikimlerinden yararlanacağı birbirlerine tahammül edebilecekleri diyalog yolunu ve ortak sorunlar karşısında çözüm üretme noktasında yaygın bir katılımın imkanlarını gösteriyordu.

2. İmam Humeyni Şii mektebinin öğrencisiydi. Ama o, müslümanlar arasındaki ihtilafları tartışmaktan yana idi. Mezhepler arası diyaloga açıktı. Ve özellikle İslam devriminden sonra teşvik ettiği vahdet namazları, bu konuda müslümanlar arası birliğin ve diyalogun somut davetini oluşturuyordu. Daha önemlisi o, her fırsatta devrimin bir Şu devrimi olmadığını, bir İslam devrimi olduğunu hatırlatıyordu. Yine bu konuda en önemli icraatlardan birisi de Sünni Fıkhını Kum medreselerinde müfredat programına aldırmış olmasıdır. Usuli, mezhebi ve kavramsal çerçevede var olan köklü farklılıklarla birlikte müslümanlar arasında vahdeti sağlamanın imkansızlığını düşünecek olursak, İmam'ın bu tavrındaki isabet daha iyi kavranabilir. Zaten İslam dünyasında Daru't-Takrib çalışmalarını önemli kılan da müslümanlar arası bilinçlenişe ve vahdete duyulan ihtiyaçtı.

3. İmam Humeyni yaygın olarak müslümanlara aktif düşmanlarının ABD olduğunu gösterdi. Bir çok kavramda olduğu gibi şeytan kavramının da içini doldurdu. Günümüzdeki büyük şeytanın Amerika olduğunu söyledi. Böylece tali ve çoğu zaman da isabetsiz hedefler uğruna enerjilerini parçalayan müslümanları, kendilerine egemen olan gerçek küfür sistemiyle tanıştırmaya çalıştı.

4. İmam Humeyni, toplumun büyük ekseriyetinin anlayışlarını ve kültürlerini ıslah etmeye çalışır ve onların hakkını savunurken, kendi yaşam düzeyini de, özellikle mustazaf kesimin yaşam şartlarına göre belirliyordu. Çünkü topluma egemen olan şirk, sömürü ve zulüm karşısında ancak bu vakıalann mağdur ettiği insanların dertlerini paylaşarak, onlarla birlikte yaşayarak kitlesel bir başkaldırı içinde olunabilinirdi. İmam sürekli olarak toplumsal plandaki çatışmanın iki kutbu üzerinde durdu. Bir yandan egemen şirk güçleri, müstekbirler, tağutlar; öbür tarafta fikri ve ekonomik zincirlerle tutsak olan mustazaflar.

O, devrimden sonra da bol imkanlı ve rahat mekanlarda yaşamayı reddederek, Güney Tahran'ın gecekondu mahallerinde yaşamayı yeğledi. Ve O, sürekli olarak yoksulların hayat standardını gözetti ve onlar gibi yaşadı. Günlük yaşamında da sürekli olarak israftan kaçındı. O bu tavırlarıyla gerek ulemaya ve gerekse hareket adamlarına çok önemli bir örneklik gösterdi. Halkın itikadı, sosyal, ekonomik veya siyasi sorunları kitap sayfalarından veya gazete sütunlarından ciddi bir şekilde öğrenilemezdi. Bizatihi bu sorunlar paylaşılarak öğrenilebilinirdi. Sorunlar karşısında en doğru çözümü üretmenin yolu -Kur'ani nassları çok iyi kavramanın yanında- bizatihi sorunların canlı şahidi olabilmekti. Zira sorunu yaşamayan sorunu layıkıyla anlayamazdı.

5. İmam Humeyni toplumsal ve insani sorunlarla ilgili en önemli problemlerden birisini, kadın sorununu da gündeme getirdi.

O, iyiliği emretmek, kötülükten men etmek görevinin mümin ve mümine insanların ortak sorumluluğu olduğunu tekrarladı. Batı kültürünün ifsad ettiği veya saltanat sisteminin ve muharref geleneğin ezdiği, hayat sahnesinin arkasına ittiği kadına, ilk dönem İslami uygulamalarda olduğu gibi Kur'an'ın öngördüğü değeri vermeye çalıştı. İslami mücadelenin, kadının da, erkeğin de üzerine farz olduğunu gösterdi. İmam Humeyni'ye göre kadın, sadece evinde çocuk yetiştiren insan olarak sınırlanmamalıydı. O, nassların gösterdiği sınırlar içinde sosyal hayatın içine katılmalıydı.

Böylece İmam Humeyni hem müslüman kadınlara bir hakkın iadesinin sağlanmasına vesile oluyor, hem de müslümanların toplumsal mücadeledeki güçlerini bir iken iki katına çıkartıyordu.

İmam Humeyni bir inanç ve hareket adamıydı. Onun anlayışında inanç-amel ilişkisinin mümtaz örnekliğini görmek mümkündür. O yaşadığı süre içinde devraldığı ve kavrayabildiği doğruları pratize etme cehdi içinde oldu. Ve müslümanlar 20. yüzyılda onunla bir İslam devrimi yaşama onuruna ulaştılar. O tarihe mal olan ıslahat önderlerinden biri oldu. O'nun ortaya koyduğu doğrulardan müslümanların ve İslami hareketlerin dersler çıkartacağı daha bir çok konu vardır.

Ama bütün bunlarla birlikte aslolan O'nu taklit etmek değil; O'nun çizgisini Kur'an'ın muhkem nassları rehberliğinde geliştirebilmektir.

İmam Humeyni bir insandı ve örnek alınacak doğrulan ile birlikte bir devrime rehberlik yapmıştı. Tabii ki onun da yanlışları vardı. Bizatihi Kur'an'ın işaret ettiği gibi Rasulullah (s) bile "geçmiş ve gelecek günahları için af dilerken, O'nu tamamen yanlışsız, hatasız biri olarak algılamamız mümkün değildir.

İmam Humeyni'nin İslami hareketlerin değerler birikimine kattığı olumlulukların ve O'nun inanç-amel ilişkisi içinde yaşadığı sadeliğinin, kararlılığının, takvasının hikmeti; herkesin algılayabileceği ve mükellef olduğu Kur'ani nasslardaki müminlerin özellikleri ile ilgili ayetlerin belirlediği ahlaki çerçevede, tevhidi mücadele sürecinin taşıdığı muhkem değerlerde ve Rabbimizin bahşettiği akıl nimetini gereğince kullanma basiretinde aramalıyız. Yoksa söz konusu olumlulukların kaynağını, imam Humeyni'nin kendine özgü ve kapalı, irfanı ve felsefi uğraşlarının sübjektifliğine indirmek, Kur'an'ın muhkem nassları karşısında körelmek ve ıslahat çabalarının, tevhidi mücadele sürecinin şanlı tarihindeki nesnelliği inkar etmek anlamına da gelebilir. Kur'an'daki müslümanların özellikleri ile ilgili yüzlerce ayet ve Kur'an'ın bütünü, ahlaki tavırlarımızda belirleyici ölçü olacağına, insan düşüncesinin (keşfinin) ürünü olan tasavvufi (irfanı) ölçüler mi mümin ve muttaki insanların hayat yolunu belirleyecektir? Olumsuzladığımız şekilde düşünmek, aslında imam Humeyni'nin düşünsel gelişim çizgisinin anlaşılmadığını, Ahbari gelenekten, Safevi Şiası veya Emevi Şiasının taşıdığı değerlerden hala yeterince kurtulamamışlığı ifade etmez mi?

Bizce imam Humeyni'nin ıslahat çalışmalarına kattığı değerler ve devrimci kimliği önemlidir ve ön plana alınmalıdır. O'nun mezhep içi tartışmalarını ve mezhebi yanını evrenselleştirmeyiz. Onun mezhebi değerlere dayanan bazı İtikadı kabullerini ve gaybi konulardaki bazı felsefi açılımlarını gündeme getirmek isteyenler, bu mevzuların en azından Daru't-Takrib çalışmalarının konuları olduğu gerçeğini gözönünde bulundurmalıdırlar.

Eğer "La Şiiyye, La Sünniye Vahde Vahde İslamiyye" şiarını bağlı ve Kur'an'ı gerçek anlamda rehber edinmiş kişiler isek ve İmam Humeyni'nin istemi doğrultusunda İslam devrimini savunmak ve geliştirmek istiyorsak; müslümanlar arası ihtilafları oluşturan sorunları ve çok önemli olan usul farklılıklarını Daru't-Takrib çalışmalarının gündemine almalıyız. Bunun için Daru't-Takrib çalışmaları hangi mezhepten olursa olsun, bütün muslih kişilere açılmalı ve geniş katılımlar sağlanmalıdır. Unutulmamalıdır ki, devrimden bu yana uzun sayılacak bir zaman geçmiştir ve bu konunun hatırlatılmasında ve ifasında yükümlülüğümüz de tek taraflı değildir.

İmam Humeyni, devrimin ilk yıllarında gençliğe yaptığı nasihatlarda Kur'an'ı ellerinden düşürmemelerini tavsiye ediyordu. O, hayatı boyunca Kur'an'ı elinden düşürmemeye, Kur'an'ı anlamaya, Kur'an ile hayatın uyumunu sağlamaya gayret etti.

O, en son hasta yatağında yatarken bile sürekli Kur'an okudu ve kollarına takılan seruma rağmen kıyama durup salatı ikame etmeye çalıştı. O, inancıyla yaşamını cem etmeye çalışan örnek bir şahsiyetti. Ölüm döşeğinde bile inanç-amel ilişkisini ihmal etmedi. Ona Allah'tan rahmet diliyoruz,

Allah bizlere de, doğruya ulaşmak için tahkik edici bir bilinç, elde ettiğimiz doğruları amelleştirebileceğimiz bir inanç ve tevhid bayrağını zirvede tutabileceğimiz basiret ihsan etsin.

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR