1. YAZARLAR

  2. Murat Koç

  3. İç Güvenlik Paketi: Yanlışı Doğrusuna Galebe Çalan Bir Tasarı

İç Güvenlik Paketi: Yanlışı Doğrusuna Galebe Çalan Bir Tasarı

Mart 2015A+A-

Kamuoyunda iç güvenlik paketi olarak bilinen ve mecliste çok sert tartışmalara hatta kavgalara yol açan yasa tasarısı; muhtevası, tarafların yaklaşımları, çözüm süreci üzerine etkileri gibi birçok boyutuyla değerlendirilmeyi hak ediyor. Önemli bir bölümü meclisten geçen tasarının hükümetin ısrarı sayesindeyasalaşacağı tahmin ediliyor. Gerek Gezi olayları gerekse de 6-8 Ekim’de yaşanan katliam ve yıkım sonrası “kamu güvenliğinin” tehdit altında olduğu iddiası uzunca süre gündemi meşgul etmişti. Özellikle 6-8 Ekim’de Kobani bahanesiyle sokaklara dökülenlerin yol açtığı vandalizm ve vahşet karşısında kolluğun hiçbir tedbir almaması ve masum insanların katledilmesine günlerce seyirci kalması nedeniyle toplum devletin büyük bir acziyet içinde olduğunu ve ciddi bir güvenlik boşluğu yaşandığını konuşur olmuştu. Zaten hükümet yetkilileri de bu güvenlik paketini söz konusu endişelerin bertaraf edilmesi, toplumda yaşanan güvenlik kaygısının giderilmesi ve “kamu güvenliğinin” tam anlamıyla sağlanması için zorunlu bir düzenleme olarak sunuyorlar.

Tehlike Altında Olan Kamu Güvenliği Değil Kürtlerin Geleceğidir!

6-8 Ekim’le birlikte “kamu güvenliği” meselesi gündemi hep işgal etti. Hatta bugün bu tasarıya itiraz edenlerin birçoğu hükümeti olaylara müdahale etmediği, kolluğu karakollardan çıkarmadığı ve kamu güvenliğini tehlikeye attığı için yerden yere vuruyordu. Gerçek şu ki, 6-8 Ekim’de devlet öyle ya da böyle özellikle Kürdistan coğrafyasında sokakları vandallara terk etmiş; masum insanların hunharca katledilmesine, işyerlerinin yağmalanmasına, parti ve derneklerin yakılmasına ve İslami kimliğe düşmanca yaklaşanların içindeki nefreti kusmasına göz yummuştur. Kobani olaylarını yaşayanlar ve mağdur olanlar, devletin günlerce nasıl umursamaz ve ihmalkâr davrandığını unutmuş değiller. 6-8 Ekim’in olumsuz ve ürkütücü psikolojisi ile birlikte yarattığı korku havası halen dağılmış değil. Bu atmosfer bölge halkı için hiç de yabancısı olmadığı istikrarsızlık ve kaos anlamına geliyor. Yıllarca sistemin dayatmasına razı olmadığı için çok ağır haksızlıklara maruz kalan bu halk, güvende olmamanın ne demek olduğunu çok iyi biliyor. Şimdi de devlet provası yapanların baskı ve dayatmaları sonucu şiddet ve korku ortamıyla bir kez daha muhatap olmak, bölge halkının geleceğe dair umutlarını da azaltıyor.

6-8 Ekim olayları ve devamındaki Cizre benzeri hadiseler esasında yıllardır bölgede iyice yaygınlık kazanan ve kökleşmeye başlayan KCK/PKK/YDG-H şiddetinin, baskısının tüm çıplaklığıyla kamuoyuna yansımış haliydi. Kolluğun olaylara merkezî bir talimat almış gibi hiçbir yerde müdahalede bulunmaması nedeniyle de kaos bu derece yaygınlık kazandı. Ancak devlet/hükümet Kobani olaylarını, molotoflarla sağa sola saldıran PKK’ye yakın maskeli gençlerin yol açtığı asayiş sorununa indirgeyip, sadece buna dönük tedbirlere başvurursa meselenin özünü ıskalamış olur. Esas sorun ne tek başına kamu güvenliğinin tehdit altında olmasıdır ne de iç güvenlik paketi bu sorunların dermanı olur. Polisin yetkilerini artırarak sorun çözülmez. Polis, elindeki mevcut yetkileri bile bu olaylar sırasında kullanmayıp sokakların yangın yerine dönmesini seyretmişken kolluğun yetkilerinin -hem de ölçüsüzce-genişletilmesiyle çözümün yakalanacağına inanmak için fazlasıyla romantik olmak gerek. Oysa bölgedeki kriz, PKK’nin vesayet arayışı içinde olması veçözüm süreci ile birlikte bu stratejisini uygun bir zemine taşıma imkânı yakalaması ile ilgilidir. Çözüm süreciyle birlikte hükümetin, bölgedeki PKK vesayetini görmezden geldiği neredeyse herkesin ortak kabulü.Çözüm süreci bağlamında devletin çatışmasızlık hali sürsün, asker ve polis cenazeleri gelmesin diye son yıllarda bölgede birçok şeye göz yumduğu biliniyor. Bu hakikat, kamu güvenliğinin tehdit altında olmasından daha kaygı verici bir durumdur.

Çözüm Sürecinde Yapılan Yanlışları İç Güvenlik Paketi Gideremez!

Çözüm sürecini destekleyen her vicdanlı insan, süreçle birlikte inkâr ve asimilasyon politikalarının terk edilmesi, temel hak ve hürriyetlerin genişlemesi, eşit vatandaşlık yoluyla ayrımcılığın sonlandırılması, 30 yıldır bu ülkeyi çok yönlü sıkıntılarla baş başa bırakan savaşın noktalanması, PKK’nin silahsızlandırılıp sivil siyasete katılımının sağlanması ve en çok da akan kanın durdurulmasını diliyordu. Bu sayede özellikle sivilleşmesinin sağlanması ve sivil siyasetin güçlenmesi asıl hedefler arasındaydı. Ancak ne hikmetse Kürt illerinde sivilleşmeden eser olmadığı gibi PKK’nin tekçi ve baskıcı karakteri bölgeyi tamamen kuşatmaya başladı. Çözüm süreci zarar görmesin kaygısıyla yapılan yanlışlar en başta çözüm sürecini tehlikeye attı. Kamu güvenliği tehdidi ise bunun sadece bir sonucudur. Devletin asli vazifesi güvenliği zedeleyen koşulları ortadan kaldırmaktır.

Sağlıklı bir çözüm için hükümet; Kürt sorununu Kürt halkının tümüyle müzakere etmeli, hak ve özgürlükleri PKK ile pazarlık konusu yapmamalı, PKK’nin halk üzerinde kurduğu militarist vesayete müsaade etmemeli, basiret yoksunu korkak siyasetçi ve bürokratlara çözüm sürecinin merkezi ve bölgesel sorumluluğunu emanet etmemelidir. Daha bunun gibi birçok yanlışla yürütülen çözüm sürecini toplum, huzur ve selamet uğruna halen desteklemeye devam ediyor ve hatalardan arındırılarak sürdürülmesini istiyor. En öncelikli ve hayati olan mesele, sürecin bugün bölge halkının huzurunu ve güvenliğini tehlikeye atan sonuçları açısından gözden geçirilmesi gerçeğidir.

Hükümet yetkilileri söz konusu yasa tasarısı ile güvenliği ve huzuru tesis edeceklerini iddia etmekteler. Elbette son dönemde yaşananlar göz önüne alındığında can ve mal emniyeti için birtakım yasal düzenlemeler yapılmalı ve gecikmiş de olsa atılması gereken adımlar atılmalıdır. Ancak söz konusu yasa tasarısı ile mevcut sorunların tamamıyla sonlanacağını beklemek yanlış olur. Sorunun kaynağı doğru tahlil edilmedikçe ve krizin yaslandığı zemin ortadan kaldırılmadıkça ne doğru tahlillerin yapılması mümkündür ne de tek başına yasalar yeterli olacaktır.

İç Güvenlik Paketi ile PKK Vesayeti Kırılır mı?

Yıllarca Kürt sorununa güvenlik merkezli politikalarla yaklaşan devletin bugün gelinen noktada sivil ve siyasi yollarla çözüm arayışına girmesi önemli bir kazanım olarak görülmelidir. Devlet eski alışkanlarını terk ederek silahın değil diyalogun, müzakerenin çözümü mümkün kılacağına inanmaya başladı. Yaptığı açıklamalar ve yürüttüğü görüşmelerden anlaşıldığı kadarıyla Öcalan da sivil çözümün gerekli olduğuna en az hükümet kadar inanıyor. Ancak PKK ve bileşenleri şiddeti kutsayan tahakkümcü tavrından bir türlü vazgeçmek istemiyor. PKK Kürt sorununun çözümünden daha çok Kürdistan’ı tekçi ve baskıcı bir anlayışla yönetmek gibi bir arayış içinde. 6-8 Ekim ve benzeri birçok hadise bu arayışı simgeliyor. Bu tutum bölgede PKK ve onun dışındaki unsurların birlikte yaşama zemininin kaybolmasına yol açıyor.

İç güvenlik paketinin muhtevası incelendiğinde, paketin PKK vesayetini aşmaya dönük bir niyetle hazırlanmadığı, daha çok şehirlerde karışıklık çıkaran gençlik yapılanmasının yol açtığı güvenlik kaygısını gidermeye yönelik bir girişim olduğu anlaşılıyor. Aslında PKK’nin lideriyle ve Kandil’le müzakere eden devletin,örgütün gençlik yapılanmasının kamu güvenliğini tehdit eden eylemlerini sonlandırmak için böyle kapsamlı bir yasal değişikliğe başvurması da pek anlaşılır değil. Bunca görüşmeye ve diplomasiye rağmen çözüm sürecini sekteye uğratan ve bölgeyi kaosa sürükleyen eylemlerin sonlandırılması bile mümkün olmuyorsa eğer otuz yıllık PKK sorununun ve bir asırlık Kürt sorununun çözümü nasıl sağlanacaktır? Öcalan ve hükümet sözcüleri her fırsatta çözümün çok iyi gittiğinden bahsediyorlar ancak elde “iyi şeylere” dair pek somut gelişme yok maalesef. Bu koca çelişki çözüme dair umutları da giderek aşındırıyor.

Yanlışları Çok Doğruları Geç Kalmış Bir Yasa Tasarısı

İç güvenlik yasa tasarısı, muhteva ve mahiyet açısından ele alındığında eleştiriyi hak eden birçok olumsuzluk barındırıyor. Paketkısmen olumlu değişiklikler içerse de kolluğa sağladığı geniş yetkiler nedeniyle ciddi bir tenkidi ve karşı çıkışı hak ediyor. Tasarının öne çıkan üç boyutu; uyuşturucu ile mücadele, molotof kokteyli vb. araçların silah kapsamına alınması ve yargının bazı yetkilerinin polise devredilmesi şeklinde özetlenebilir.

Yasa tasarısının uyuşturucu ile ilgili kısmını zaten kimse tartışmıyor. Tasarının görüşmeleri sırasında kızılca kıyametin kopartıldığı mecliste bile tasarının uyuşturucu ile ilgili maddeleri herkesin desteğini alarak kabul edildi. Devletin uyuşturucu ile mücadelede zayıf kaldığı bilinen bir gerçek. Cezaların artırılması olumlu bir gelişme ancak bundan da önemlisi talep edenin kolaylıkla temin edebildiği bu illete ulaşma imkânlarının ortadan kaldırılmasına dönük adımların atılmasıdır. Uyuşturucu kullanma yaşı giderek düşmekte ve madde bağımlısı olanların sayısı da ciddi oranda artmaktadır. Bu nedenle devlet her şeyden evvel uyuşturucunun üretimini, dağıtımını ve satışını engelleme yollarına gitmelidir.

Tasarıda toplantı ve gösteri yasasında yapılacak değişiklikle molotofkokteyli, havai fişek, bilye vb. materyallerin silah kapsamına alınması, gayet yerinde ve geç kalmış bir düzenlemedir. Bu “silahların” toplantı ve gösteri hürriyetiyle alakasının olmadığı aksine özellikle sivillerin can ve malına kastetmek amacıyla kullanıldığı herkesçe bilinir. Özellikle 6-8 Ekim olaylarında molotofla yakılan işyerleri, arabalar, parti ve dernek binaları, Kur’an kursları ve hatta masum insanları diri diri yakma teşebbüsleri halen unutulmuş değildir. Eylemlerde ve gösterilerde “kimlik gizleme maksadıyla yüz kapama, maske takma” gibi fiillerin de cezalandırılması anlaşılabilir ve gerekli düzenlemelerdir. Zira faillerin elini kolunu sallayarak masumlara zarar vermesi ve kimlikleritespit edilemediği için kayıplara karışması olasılığı bile kamuoyu vicdanını oldukça rahatsız etmektedir.

Tasarının kolluğa tanıdığı geniş yetkiler yakın geçmiş göz önüne alınarak değerlendirilmelidir. Bu ülkede kolluğun olumsuz sicili, geçmişte yaptığı işler, keyfi tasarrufları unutulmuş değildir ve pek de iyi yâd edilmez. Üstelik yakın zamanda Gülen camiasına mensup polislerin mevcut yetkilerle nasıl da “hünerli” işlere imza attıkları herkesin malumudur. Kolluk güçlerinin yetkilerinin artırılmasıyla paralel olarak baskının, zorbalığın ve keyfi muamelenin yaygınlaşacağı endişeleri haklı olarak artmaktadır. Yakın zamana kadar insan hakları ihlalleri, hak ve özgürlükleri kısıtlayan güvenlikçi yaklaşımları ile bilinen bu ülkede yargının bazı yetkilerinin kolluk güçlerine devredilmesi halen birçoğu telafi edilemeyen geçmişteki acıların yeniden yaşanmasına yol açacaktır.

Yasa tasarısında arama, dinleme ve gözaltılarla ilgili yapılacak değişiklikler en başta yetki gaspı olarak değerlendirilmelidir. Bu düzenlemeyle yargı etkisiz hale getirilmekte, hukuk ihlal edilmektedir.“Makul şüphe” iddiasıyla 24 saat gözaltı uygulaması, mülki amirlere acil hallerde gözaltına alma yetkisi verilmesi, hâkim izni gerektirmeden polisin48 saat dinleme yapabilmesine müsaade edilmesi, amirin sözlü talimatıyla üst aramasının yapılabilmesi gibi uygulamalar yargıyı bir kenara itme, hukuku çiğneme anlamına gelmektedir. Buradaki asıl sorun polise geniş yetkiler verilmesinden de öte yargının bazı yetkilerinin polise devredilmesidir. Endişelerin dayandığı haklı zemin, polisin yargı gibi işlev görmesi meselesidir.

Muhalefetin İflah Olmaz “AKePe” Hastalığı

6-8 Ekim olaylarından sorumlu olan HDP yetkililerinin bu tasarıyla birlikte özgürlük havarisi kesilmeleri, direniş çağrıları yapmaları hiç de inandırıcı gelmiyor. Yaptıkları çağrıyla onlarca insanın ölmesine ve büyük bir yıkımın yaşanmasına yol açanlar yaptıklarından pişmanlık duymak bir yana yaşananları serhildan (başkaldırı) olarak değerlendirmektedirler. Kadim İslam düşmanı liberal-sol-ulusalcı kesimle birlikte HDP’nin iç güvenlik paketine muhalefet etmesi tam bir pişkinlik örneğidir. Gerçekten özgürlükler konusunda bu kadar endişeli olsalardı bölgede yıllardır “öteki”nin hukukuna kast eden PKK vesayetine, YDG-H’nin eylem ve saldırılarına da itiraz ederlerdi. Yaşanan bunca vahşete davetiye çıkaranların özgürlükten kasıtları ancak “saldırı hürriyeti” olabilir. Bu düzenlemeye muhalefet ederken bile sokaklara “direnin” çağrısı yapıp şiddete çağıran, Gezi hatırlatmasıyla sokağı hareketlendirmeye çalışan HDP’nin hal-i pürmelâli budur.

CHP, MHP, Gülen Hareketi ve liberal-sol çevrelerin pakete dönük itirazları ise her zamanki gibi içeriksiz ve sadece iflah olmaz “AKePe” nefretinden ileri gelmektedir. Beşşar kasabıyla aynı zihniyete sahip olan CHP’nin özgürlüklerden, insan haklarından ne anladığı 90 yıllık cumhuriyet pratiğiyle ortadadır. Kılıçdaroğlu’nun yeni CHP’sinin Dersim katliamını savunduğunu unuttuğumuzu varsaysak bile geçtiğimiz günlerde, Esed’in zulmünden kaçıp bu topraklara sığınan iki milyon Suriyeli muhaciri geri göndereceğini vaat eden sözleri nereye koyacağız? Laik-Kemalist düzen savunucusu CHP’nin özgürlük, adalet, insan hakları gibi konularda nasıl bir yaklaşıma sahip olduğu Kemalizm’den çok çeken bu halk tarafından gayet iyi biliniyor. Savaş ve şiddet çığırtkanı MHP’nin iç güvenlik paketine muhalefet etmesini MHP’nin insan hakları savunuculuğuna soyunduğu şeklinde algılayanlar olabilir ancak durumun bununla pek alakası yok. Zira MHP’nin ve Bahçeli’nin neye itiraz ettiğini, pakete neden karşı çıktığını MHP tabanı da anlamış değil. Polisin yetkisizliğinden şikâyet eden, Kürt sorunu konusunda savaştan ve güvenlik merkezli politikalardan başka önerisi olmayan Bahçeli’nin bu paket karşısındaki tutumu, adil ve hakkaniyetli olmasından değil diğerleri gibi müzmin muhalif olma hastalığından kaynaklanıyor.

Evrensel hukuk ilkeleriyle açıkça çelişen ve yargıyı hükümsüz kılan bu değişiklikler ileride çok ciddi sorunlara yol açabilir. Kolluğun kamu güvenliğini sağlaması için bu düzeyde yetkiyle donatılmasına hiç gerek yok. Güvenlik güçlerine yargının uhdesinde olması gereken yetkilerin devredilmesi ile ilgili yasal düzenlemenin yeni sorunlara yol açacağı tartışma götürmez bir gerçek. İnsanları polisin insafına bırakan bu uygulamalara öncelikle İslami kimliği gereği adil olması gereken Müslümanların tavır geliştirmesi gerekir. Zira kolluğun zulmüne uğrayanların başında İslami kesim gelmektedir. 28 Şubat darbe sürecinde gerek yargının gerekse de güvenlik güçlerinin keyfi uygulamaları sonucu birçok kardeşimiz suçsuz olmasına rağmen ağır cezalara çarptırılmış ve halen önemli sayıda Müslüman kardeşimiz cezaevlerinde bulunmaktadır. Müslümanlar bu düzenlemeye hükümetin teklifi olduğu için ve AK Parti’nin her uygulamasına karşı çıkanlarla aynı safta görünmemek gibi nedenlerle sessiz kalmamalıdırlar. Adil ve tutarlı olmak, her şart altında hakkı savunma iradesini sergileyebilmek, İslami kimliğimizin ayrılmaz parçası olmalıdır.

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR