1. YAZARLAR

  2. Rıdvan Kaya

  3. Hukuksuzluk Zincirine Yeni Bir Halka: Şahı Merdan Sarı Davası

Hukuksuzluk Zincirine Yeni Bir Halka: Şahı Merdan Sarı Davası

Kasım 2013A+A-

Anayasasındaki “hukuk devleti” olma iddiasına rağmen Türkiye Cumhuriyeti devletinin köklü bir hukuksuzluk geleneğine sahip olduğu bilinir. Nereden bakıldığına bağlı olarak, bu durumu ‘Kemalist hukuk’ kavramıyla tanımlamak da mümkündür elbette. Mamafih neticede evrensel manada kabul gören, bilinen çerçevesiyle hukuk ilkelerinin gerek Kemalist resmi ideolojik yapılanma marifetiyle gerekse de ardı ardına yaşanan darbe dönemi uygulamalarıyla alabildiğine örselendiği, yıpratıldığı, tarumar edildiği açık bir gerçektir. Resmi ideolojiyle sorunlu ve sisteme muhalif tutum içinde olanlar ve bilhassa da İslami kimlik sahipleri açısından bu hukuksuzluk geleneği çok çarpıcı ve hayli kabarık bir külliyat oluşturmuştur.

İstiklal Mahkemeleriyle başlayıp darbe yargılamalarına, sıkıyönetim mahkemelerine, DGM’lere, oradan özel nitelikli ağır ceza mahkemelerine uzanan; yargısız infazlarla, işkencelerle, kaybetmelerle çeşitlenen; muhalif kimlikli vatandaşların imha edilmeyi hak eden düşmanlar olarak görülmesini içeren bu kirli geleneğin son yıllarda ciddi sorgulama süreçlerine uğradığı, bu çerçevede yasal ve yapısal düzlemde önemli değişikliklerin gerçekleştiği memnuniyetle gözlenmektedir.

Yine bu çerçevede geçmişte yargıyı brifinglerle hizaya sokan darbecilerden, toplumu ‘gerekirse silahla’ diye tehdit eden, ‘bin yıl sürecek’ şeklinde sindirmeye kalkışan cuntacılardan bugün hesap soruluyor olmasını da aynı bağlamda ‘normalleşme’ adımları olarak iyimserlik ve umutla karşılamak gerektiği açıktır. Gerçekten de genel manada alınan mesafe önemlidir, değerlidir, geleceğe dair umutlu olmayı gerektirmektedir. Ama şahit olunan kimi uygulamalar adeta umudu karartmakta, iyimserliğin aslında hayalcilik anlamına geldiği kanaatinin pekişmesine yol açmaktadır.

Yargıda ‘İrtica Sendromu’ Bitmeyecek mi?

Yargı alanında yaşanan onca gelişmeye ve gerçekleştirilen kapsamlı değişikliklere rağmen İslami kimlikli şahıs ve grupların yargılandığı kimi davalarda yargının takındığı tavır zihniyet değişiminin ne kadar zor olduğunu ve kafalar değişmedikçe yasaların değişiminin çok da bir anlam ifade etmediğini ortaya koymaktadır. Öyle ki, zaman zaman “anayasal düzeni değiştirmek üzere İslami örgüt kurma” suçlamasıyla mahkeme karşısına çıkartılan çeşitli İslami gruplara karşı yargının takındığı tutum birebir 28 Şubat sürecinde yaşanan garabetleri, hukuk dışı manzaraları hatırlatmakta ve ister istemez “Ne değişti?” sorusunu sordurmaktadır.

Bu tür bir durum geçtiğimiz ay Şahı Merdan Sarı ve arkadaşları hakkında sonuçlanan dava ile birlikte bir kez daha tekerrür etmiştir. Yargıtay 9. Ceza Dairesi tam bir hukuksuzluğa imza atarak somut tek bir belge, bulgu olmaksızın Adana 7. Ağır Ceza Mahkemesinin 19 Aralık 2011 tarihli karar duruşmasında toplam 13 sanık hakkında verdiği hükmü onamıştır. Bu onama kararıyla birlikte Şahı Merdan Sarı 12,5 yıl cezaya çarptırılırken, 12 kişinin de 6’şar yıl 3’er ay hapis cezasıyla tecziyesine karar verilmiştir.

Suçluluğa Değil, Masumiyete Delil İstenen Bir Süreç

Dava sürecini kısaca hatırlamakta yarar var. Şahı Merdan Sarı, tebliğ çalışmaları yürüten ve İslami camiada tanınan, saygın bir şahsiyettir. İrtibatlı olduğu ve daha çok 90’lı yılların ortasında yayınlanan Vasat dergisi çevresinde çalışmalar yapan bir grup Müslümanla birlikte 1997 yılında Gaziantep’te düzenlenen bir kitap fuarında Müjde isimli misyonerlik faaliyeti yürüten bir yayınevinin standına yönelik bombalama eylemiyle ilişkilendirilerek tutuklanmıştır. 1998 yılında DGM tarafından verilen ve bilahare Yargıtayca onaylanan kararla silahlı terör örgütü kurmak ve yönetmek suçundan ceza almış ve 2007’de tahliye edilmesine kadar 10 yıl hapis yatmıştır.

Her ne kadar bu mahkûmiyet kararı da somut delillere dayandırılmamış olmakla birlikte, doğrusu 28 Şubat sürecinde yaşanan büyük hukuksuzluk dalgası içinde çok da dikkat çekmemiş, bir anlamda ‘olağan’ karşılanmıştı. Ne de olsa bir darbe sürecinden geçilmekteydi ve ‘brifingli yargı’nın İslami örgüt davalarında verdiği bu tür mahkûmiyet kararları adeta ‘sıradan hukuksuzluklar’ kategorisinde değerlendirilmekteydi.

Şahı Merdan Sarı 2007’de cezasını tamamlayıp tahliye olduktan sonra beklendiği ve olması gerektiği üzere tebliğ ve davet faaliyetlerine devam etti. Ne var ki, devletin emniyet ve yargı güçleri açısından ‘olağan şüpheli’ konumuna oturtulan pek çok Müslüman gibi bu faaliyetleri bir müddet, hatta çok kısa bir müddet sonra hakkında yeni bir dava açılmasının gerekçesi kılındı. 27 Nisan 2009 tarihinde gözaltına alınıp mahkemeye çıkarıldığı 12 sanıkla birlikte hakkında yeniden silahlı örgüt faaliyeti organize etmekten dava açıldı. Şahı Merdan Sarı, bu kez eski örgütü canlandırmaya çalışmakla itham ediliyordu.

Başsavcının Tebliğnamesi Hukuksuzluğun Altını Kalınca Çiziyor!

İsnat edilen suçun ağır cezayı gerektirdiği biliniyor. Kanun, TCK 314. madde uyarınca anayasal düzeni değiştirme amacıyla silahlı örgüt kuranlar ve yönetenlerin 15 yıl, örgüte üyelikle suçlananların ise 7,5 yıl hapis cezasına çarptırılmalarına hükmediyor. Peki, bu kadar ağır cezalara hükmedilirken hangi delillere dayanılıyor? Hiç! İşte Yargıtay Başsavcısının tebliğnamesinden bir alıntıyla, Ağır Ceza Mahkemesinin suç unsuru olarak tanımladığı eylemler:

“…Örgüt lideri olarak mahkûm edilen ve cezasının infazından sonra 2007 yılında tahliye olan sanık Şahi Merdan Sarı'nın örgütü yeniden faaliyete geçirme yönünde eylemlerinin bulunduğu iddiasıyla hakkında soruşturma başlatılmıştır. Bu kapsamda, 27/04/2009 gününe kadar yapılan çalışmalarla, sanıkların teknik takibi, arama ve el koyma gibi yöntemlerle elde edilen delillere göre; sanıklar Şahi Merdan Sarı, Muhammet Sarı, İzzettin Avcı, Abdullah Tuncer, Mehmet Bilici, Ahmet Balki ve Mehmet Yılgın, Mehmet Kılıç ve Ökkeş Tüylü'nün çeşitli sohbet ve toplantılarla bir araya gelmeye başladıkları, örgüte zekat, kurban gibi bağışlarla finans sağlama yönünde çalışmalarda bulundukları; piknikler, sohbetler, gerek evlerde gerekse örgüte müzahir Şahid Der isimli dernekte ders adı altında toplantılar düzenledikleri tespit edilmiştir…”

İşte suçlamaya konu olan eylemler bunlardır ve bu dosya içeriğine rağmen Adana 7. Ağır Ceza Mahkemesi 19 Aralık 2011 tarihinde 13 kişi hakkında mahkûmiyet kararı verebilmiştir.

Yargıtay Kararı Ya da Tuz Kokarsa…

Dosyanın Yargıtay’daki serencamı ise daha çarpıcıdır. Kararın itiraz üzerine gittiği Yargıtay 9. Ceza Dairesi, Yargıtay Başsavcısının kararın bozulmasına ve sanıkların beraatları yönünde hüküm verilmesine yönelik talebine rağmen kararı aynen onamıştır. Bu aşamada Yargıtay Başsavcısı Murat Kızılyar’ın 17 Nisan 2013 tarihli, Yargıtay 9. Ceza Dairesine sunduğu tebliğname gerçekten hukuki açıdan son derece nitelikli bir metindir. Başsavcı önce bir yapılanmanın, bir faaliyetin terör örgütü suçlamasını hak etmesi için kanunun öngördüğü vasıfları sıralamış, Yargıtay içtihatlarından da yararlanarak bunu açıklamıştır. Ardından Şahı Merdan Sarı’ya ve arkadaşlarına atfedilen eylemleri sıralayarak, bahsedilen eylemlerin iddia edilen silahlı örgüt suçlamasıyla alakasızlığına değinmiştir:

“…Şahı Merdan Sarı'nın tahliye olduktan sonra bu davanın diğer sanıklarıyla yukarıda belirtilen sohbet toplantıları ve kurulmuş bir demek etrafında başlı başına suç teşkil etmeyen bazı faaliyetleri organize ettiği sabittir. Diğer sanıkların da bu faaliyetler içerisinde yer aldıkları dosya kapsamındaki delillerle sabit görülmüştür.

Dosya kapsamındaki iletişimin tespiti yöntemleriyle ve sanıkların evlerinde yapılan aramalarla tespit edilen delillere göre, sanıkların Türkiye Cumhuriyeti'nin anayasal düzenini değiştirmeyi amaçlayan bir örgüt kurma ve bu örgüte üye olma suçuna dayanak olarak gösterilen faaliyetleri özetle; çeşitli sohbet ve toplantılarla bir araya gelme, örgüte zekat, kurban gibi bağışlarla finans sağlama yönünde çalışmalarda bulunma; piknikler, sohbetler, gerek evlerde gerekse örgüte müzahir Şahid Der isimli dernekte ders adı altında toplantılar düzenlemekten ibarettir…”

Başsavcı sanıkların sıralanan faaliyetlerinden, sözleri ve elde edilen dokümanlardan devletin yapısını benimseyip eleştirdiklerinin ve İslami esaslara dayalı bir devlet düzeninin kurulması gerektiğini savunduklarının anlaşıldığını belirtmekle beraber bu sonuca varmak için silahlı bir örgütsel faaliyet içinde olduklarına dair herhangi bir delil bulunmadığını, sözü geçen faaliyetlerinse suç teşkil etmediğini belirtmektedir.

Ve sonuç olarak beraatlarına hüküm verilmesi gerektiğinden hareketle yerel mahkemenin sanıklar hakkında verdiği mahkûmiyet kararlarının bozulmasına karar verilmesini talep ederken, evrensel hukuk ilkeleri açısından silahlı örgüt tanımına ilişkin olarak da net bir çerçeve çizmektedir: 

“Silahlı terör örgütü kurma, yönetme veya böyle bir örgüte üye olma suçları, devletin güvenliğine, bütünlüğüne ve anayasal düzene karşı tehdit olarak görülen vahim nitelikli suçlardır. İnsanlar arasındaki ilişki ya da birlikteliklerin bu boyuta ulaştığının kabulü için, ciddi bulgular ve bu suçu işlemeye elverişli vasıtalara sahip olunduğunun tespiti zorunludur. Bunun aksine bir düşünceden hareket edildiği takdirde, Avrupa İnsan Haklan Sözleşmesi başta olmak üzere bütün çağdaş ve evrensel hukuk normlarının teminat altına aldığı ifade özgürlüğü, örgütlenme özgürlüğü, basın-yayın özgürlüğü gibi temek hak ve özgürlüklerin özüne dokunan hukuk dışı uygulamalara yol açılmış olur…”

 

Bu Hukuksuzluk Dizisi Böyle Sürgit Devam Etmemeli!

Yargıtay 9. Ceza Dairesi, Adana 7. Ağır Ceza Mahkemesiyle birlikte çok açık bir şekilde hukuk dışı bir karara imza atmıştır. Şahı Merdan Sarı, iki oğlu ve arkadaşlarıyla birlikte haksız, mesnetsiz bir biçimde yargılanmış ve mahkûm edilmişlerdir. Başsavcının da bir tehlike olarak dikkat çektiği üzere, yerel mahkemenin verdiği mahkûmiyet ve yüksek mahkemenin onama kararının neticesi olarak ifade ve örgütlenme özgürlüğü hiyerarşik bir biçimde ihlal edilmiş, çiğnenmiştir.

Ne yazık ki, Şahı Merdan Sarı kararı tekil, istisnai bir uygulama da değildir. Daha önce bilhassa Hizb-ut Tahrir davalarında ve pek çok kere yaşanan hukuksuzlukla bir kere daha karşı karşıyayız. Müslüman kimlikli sanıkların yargılandığı ve İslami örgüt suçlamalarına konu olan yargılamalarda yaşanan vahim hukuksuzluklar dizisi yaşanan onca gelişmeye, hukuki zeminde katedilen -ya da katedildiği düşünülen-  mesafeye rağmen devam etmektedir. Sanıklara yöneltilen örgüt isnatları değişmekte, yargılananlar bazen Hizbullah, bazen el-Kaide üyesi olmakla suçlanmakta ama yargıçların somut deliller olmaksızın mahkûmiyet kararları verme tutumu aynen sürmektedir.

Vicdanları yaralayan bu kararlar karşısında Adalet Bakanlığının ve Hükümetin sessiz, ilgisiz kalması düşündürücüdür. Daha kısa bir süre öncesinde bizzat kendileri mağdur edilmiş bir kadronun, hatta hiçbir somut delil olmaksızın afaki suçlamalarla kapatılmanın eşiğine gelmiş bir partinin yöneticilerinin yaşanan bu hukuksuzluklar dizisi karşısında artık seyirci konumunu terk edip, adalet ve hukuk ilkelerinin bu derece çiğnenmesi karşısında somut adımlar atmaları gerekmez mi?

Hükümet yargıyı, resmi ideolojik şartlanmışlıkla zihniyetleri şekillenmiş yargıçların arzularınca at oynatıp mağdur ürettikleri bir keyfilik alanı olmaktan acilen çıkarmalıdır. 28 Şubat hukuksuzluğunun gölgesi altında karara bağlanan Sivas Davası, Salih Mirzabeyoğlu davası, İslami Hareket davaları ve diğer davalarla ilgili olarak mağduriyetleri giderecek somut adımlar beklerken, sürekli biçimde yeni mağdurlar, yeni haksızlık ve hukuksuzluklar üretildiğine şahitlik etmek gerçekten çok yorucu ve can sıkıcı bir durum oluşturmakta. Yara mütemadiyen kanıyor! Eğer beklenen şey kan kaybından ölüm değilse, bu yaraya el atmak için daha fazla vakit kaybedilmemeli! 

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR