1. YAZARLAR

  2. Rıdvan Kaya

  3. HSYK Seçimleri, Tutarlılık ve Gerçekçilik

HSYK Seçimleri, Tutarlılık ve Gerçekçilik

Kasım 2010A+A-

17 Ekim Pazar günü HSYK üyeliği için yargı mensupları arasında yapılan seçimler hem sonuçları hem de yöntemi itibariyle tartışılmaya devam ediyor. 22 üyeli yeni kurulun 10 üyesinin belirlendiği seçimler HSYK’da yeni bir döneme girildiğinin ilanı sayılabilir. Bilindiği üzere HSYK sadece kürsü hâkimlerinin tayin ve terfilerini değil, Yargıtay ve Danıştay’a seçilecek üyeleri de belirleme yetkisine sahip bir kurul. Ayrıca Anayasa Mahkemesi’nin yüksek yargı kontenjanından atanacak üyelerinin de dolaylı biçimde HSYK tarafından belirlendiği varsayılabilir.

Bu durumda yeni HSYK denildiğinde, belli bir süre zarfında yüksek yargının toptan yenilenmesinden söz edildiğini anlamak mümkün. Nitekim HSYK seçimlerinin meydana getirdiği tartışmanın arka planında da geleceğe dair bu kaygı ya da temennilerin bulunduğu açık. Bu yüzdendir ki, yargı despotizminin gerileyeceği ümidiyle 12 Eylül referandumunu destekleyenlerin HSYK’nın yeni yapısını büyük bir memnuniyetle karşılarken, referandum sürecinde ısrarla yargının yürütmenin eline geçeceği korkusunu işleyenlerin HSYK seçim sonuçlarını iddialarının kanıtı olarak yorumlamaları beklenen tepkilerdi.

Hezimet ve Hazımsızlık

Son yıllarda Türkiye gündeminde yargı merkezli tartışmalarda adından çokça söz ettiren YARSAV’ın adeta silindiği seçimler statüko yanlısı çevrelerde büyük bir hazımsızlık doğurdu. Adalet Bakanlığının, kendi belirlediği listeye oy vermeleri için hâkim ve savcılar üzerinde baskı kurduğu ve seçmenlerin iradesi üzerine ipotek koyduğu iddia edildi. Bu iddia Demokrat Yargı adlı liberal eğilimli yargı mensuplarının çeşitli beyanlarıyla da desteklendi. Demokrat Yargı son dönemde ivme kazanan yargı tartışmalarında genelde hükümetin çizgisine yakın duran ve referandum sürecinde de yoğun biçimde anayasa değişikliklerinden yana tavır belirleyen bir dernek. Bu yüzden dernek yöneticilerinin HSYK seçimleriyle ilgili olarak Adalet Bakanlığının tutumunu eleştiren açıklamaları bir anlamda usulsüzlüğün “yandaş” çevrelerce dahi ikrarı ve itirafı şeklinde değerlendirildi.

HSYK üyelikleri için yapılan seçimlerde adli ve idari yargıda görev yapan toplam 11.708 hâkim ve savcıdan 11.487’si sandığa gitti. Adli yargıda görevli 10.430 hâkim ve savcıdan 10.222'si oy kullandı. Geçerli oy 10.055. En fazla oy alan aday İbrahim Okur yüzde 63 oranla 6.401 oy alırken; 11. sırada yedek üye seçilen aday Ali Öztürk yüzde 45 oranla 4.542 oy aldı.

İdari yargıda görev yapan 1.278 hâkim ve savcıdan 1.265'i oy kullandı. Geçerli oy sayısı 1.261. Birinci seçilen Ahmet Berberoğlu yüzde 69 oranla 870 oy alırken 5. sırada yedek üye İbrahim Topuz 561 oy ile yüzde 44 oranında oy aldı. Toplamda oy kullanmayanların sayısının sadece 221’de kaldığı seçimlere katılım oranının yüzde 98 olarak gerçekleştiği görülüyor. Aslında sadece bu yüksek katılım oranı dahi anayasa değişiklikleriyle gerçekleşen yeni yapılanmanın yargı camiası tarafından benimsendiğini ortaya koymaya yeter. Nitekim seçilen isimlerin aldıkları yüksek oylar da bu durumu doğrulamakta.

Adalet Bakanlığının listesi olarak değerlendirilen isimlerin aldıkları oy ile YARSAV listesinin aldığı oy arasında çok büyük fark var. YARSAV listesinden aday olan isimler arasında en yüksek oyu alan isimler Abbas Özden 2356 oy; Hayri Keskin 2244 oy, Osman Kaçmaz 2215 oy şeklinde sıralanıyor. Bu durumda YARSAV listesinin en üst sırasındaki ismin yargı camiasından ancak % 23 oranında oy alabilmiş olması dikkat çekicidir.

Oysa son yıllarda YARSAV’ın ortaya koyduğu performans adeta tüm yargı camiasını temsil eder bir konuma sahip olduğu izlenimini doğurmaktaydı. Bunda şüphesiz YARSAV’ın üst yargı kurumunda etkinliği belirleyici olmaktaydı. HSYK seçimleri YARSAV’ın Yargıtay ve Danıştay’da büyük bir ağırlığa sahip olmasına karşın, kürsü hâkimleri ve savcıları arasında hiç de sempatik bulunmadığını ortaya çıkarmış oldu. Bu tablo gerçekten çok çarpıcı bir olguya işaret etmekte. YARSAV özelinde örgütlenen statükoculuk yargı camiasının bütününü temsil etmediği gibi, aslında bu camianın geneline de hitap etmiyor. İş tepede kotarılıyor, “ayak takımı” ile fazla hemhal olunmuyordu! Nasılsa kararlar yukarıdan alınıyor mantığıyla yukarıda köprübaşlarını tutmak yeterli görülüyordu.

Ne var ki, referandumla birlikte aşağıdakilerin de tercih belirteceği bir düzenleme söz konusu olunca piramit çatırdamış oldu. Aslında Kemalist resmi ideoloji muhafızlarının toplumun üst katmanlarında ağırlıklı temsiline karşılık halk tabanının zayıf oluşu siyasi zeminde çokça test edilmiş bir Türkiye gerçeği. Bu olgunun, şimdi sistemin sahipleri sayılabilecek yargı müessesesi içinde dahi bu netlikte ortaya çıkması dikkat çekici oldu. Seçimler hâkim ve savcılardan oluşan bir camianın içinde dahi “üst sınıf” ile “taban” arasında derin bir farklılaşma eğiliminin mevcudiyetini net biçimde gösterdi.

Tabansızlık itiraf edilebilecek bir şey değil tabi ki! Bu yüzden seçim mağlubiyetine kılıf hazırlama çabaları beklenen bir gelişmeydi. Nitekim daha seçimler öncesinde havayı sezmiş olacaklar ki, HSYK’nın 4’ü asıl, 3’ü yedek toplam 7 eski üyesi istifalarıyla mazeret arayışı sürecini başlatmış oldular. Çok ulvi bir de gerekçeleri var: Çalışmalarının bakanlık tarafından bloke edilmesine daha fazla tahammül edemezlermiş! Çalışmadan kasıt Ergenekon savcı ve hâkimlerinin dağıtılması, kafa dengi isimlerin etkili yerlere tayini vs. türünden klasik kadrolaşma faaliyetleri. Seçimlerle istenilen neticeyi alamayacaklarını kestirince istifa yoluyla kamuoyuna ve bilhassa da oy kullanacak yargı mensuplarına etkili bir mesaj vermeyi hedeflemiş olmalılar. Mamafih tüm bu tiyatro hiçbir etki doğurmadı.

Komik İtirazlar, Tutarsız Tavırlar

HSYK seçimlerini eleştirenlerin itirazları neler diye baktığımızda şunları görüyoruz:  Adalet Bakanlığı bürokratlarının aday olmalarına itiraz ediliyor. Bakanlığın liste hazırlayarak seçmenleri baskı altına aldığı ileri sürülüyor. Bu şekilde bakanlığın seçtiklerinin bakanlık bürokratlarını seçmeye zorlandıkları iddia ediliyor.

Bakanlık bürokratlarının adaylığı önünde herhangi bir yasal engel yok. Eğer bu kişilerin adaylığı gayri ahlaki ya da şaibeli bir durum oluşturuyorsa, bu durumda YARSAV’ın Orhan Sungur’a destek vermesinin ne anlama geldiği de sorgulanmalı. Seçimlerde 1342 oy alabilen Adli Sicil ve İstatistik Genel Müdür Yardımcısı Orhan Sungur bakanlığın üst düzey bürokratlarından biri değil mi? Kaldı ki, eski HSYK’da görev yapan YARSAV’cı üyelerin pek çoğunun ve halen HSYK üyesi olan Ali Suat Ertosun’un bürokrat geçmişleri unutuluyor mu?

Seçimlerde bakanlık bürokratlarının aday olmasının, sonuçta bakanlığın seçtiklerinin dönüp kendilerini seçen kişilere oy vermesi anlamına geldiği iddiasına gelince, öncelikle on bin küsur seçmenin oyunun kontrol altına alındığını varsaymanın saçmalığını görmek lazım. Bu söylem “Kömür dağıtarak seçim kazandılar!” saçmalığına benziyor. Hâkim ve savcılar üzerinde bakanlığın etkisi olabilir ama denetimi ne mümkün? Kaldı ki, hâkim ve savcılar üzerinde bir kontrol mekanizmasından söz edilecekse eğer öncelikle Yargıtay ve Danıştay gibi üst yargı kurumlarının kürsü hâkimleri ve savcıları üzerindeki ağırlıkları daha fazla dikkate alınmalı değil mi? Yargıtay ve Danıştay referandum sürecinden itibaren açık bir biçimde yeni HSYK’ya karşı çıktılar ve taraf olduklarını ilan ettiler. Ardından seçim sürecinde yüksek yargıdaki pek çok isim kendilerine yakın adaylar için kulis yaptılar. Tüm bu yapılanları görmezden gelip, bakanlığı liste hazırlamakla suçlamak yenilgiye mazeret aramak değil mi? 

Aslında “seçilenlerin kendilerini seçenleri seçmesi” şeklinde dile getirilen kayırmacılık ilişkisi HSYK’nın bugünkü yapısına değil, tam da dünkü HSYK’nın oluşum biçimine denk düşen bir uygulamaydı. Hatırlayalım; HSYK Danıştay ve Yargıtay’a seçilecek üyeleri belirliyor, 7 kişilik HSYK’nın Adalet Bakanı ve Müsteşarı haricindeki 5 üyesi de Danıştay ve Yargıtay tarafından belirleniyordu. Yaklaşık 300 kişi arasında yaşanan bu kastvari seçim yöntemine itiraz etmeyenlerin şimdi 12 bin kürsü hâkiminin dâhil olduğu seçimleri kayırmacılıkla karalamaya kalkışması elbette sebepsiz değil!

Peki, Adalet Bakanlığının liste hazırlamasının yanlışlığına dair eleştiriler bütünüyle haksız mı? Bilindiği üzere Demokrat Yargı çevreleri de Adalet Bakanlığını seçimlere müdahil olmakla eleştirmekte ve yürütme organının tümüyle bu sürecin dışında kalması gerektiğini ileri sürmekteler. Gerçekten de yasal açıdan herhangi bir engel olmasa da yargı camiasının bütünüyle kendi tercihlerinin öne çıkmasını sağlamak ve seçmenlerin iradesi üzerinde herhangi baskı ya da etki oluşturma ihtimalini ortadan kaldırmak için bakanlığın seçimlere hiçbir biçimde müdahale etmemesi daha şık olmaz mıydı?

Referandumda anayasa değişikliğine olumlu oy verdikleri halde HSYK seçimlerine bakanlığın bir biçimde müdahil olmasından rahatsız olduklarını ifade eden kimi köşe yazarlarının da paylaştığı bu eleştiri gerçekçilikten uzak! Yargıda uzun yıllar içinde tesis edilen despotik mekanizmayı kavramaktan aciz bir bakış açısı bu. Bakanlık müdahil olmasın, liste oluşturulmasın, peki 10 kişi hangi örgütlenmeyle seçilecek? YARSAV’ın yıllara dayanan ve etkili çevrelerle işbirliği içinde yürüyen faaliyetleri bireysel çabalarla mı alt edilecek?

Odaklanılması Gereken Sorun Seçim Usulü Değil, Yargıda Cuntacı Yapının Nasıl Kırılacağıdır!

Demokrat Yargı mensuplarının Kemalist medyada da çok sempatiyle karşılanan açıklamaları, “etik” temelli itirazları, “demokratik usul” hatırlatmaları iyi hoş da tüm bu sözlerin karşılığı nerede? Demokrat Yargı tarafından desteklenen adayların aldıkları oylar ortada. Desteklendiği duyurulan 5 isim arasında en fazla oyu alan İsmail Yalçın’a 301 oy çıkmış. Demokrat Yargı Genel Sekreteri Kemal Şahin 278 oy; Mehmet Taştan 172; Mustafa Kurtaran 163; Faruk Özsu ise 116 oy alabilmişler. 

Bu tablo karşısında bir daha düşünmek gerekmez mi? Bürokratlar aday olmalı mı, olmamalı mı; bakanlık liste hazırlamalı mı hazırlamamalı mı türünden tartışmaların akademik dergilerin makaleleri arasında ya da Taraf gazetesinin yorum sayfalarında bir karşılığı olabilir belki ama gerçek hayatta bir şey ifade etmediği görülmüyor mu?

Bakanlıktan sürece hiçbir biçimde müdahale etmemesi isteniliyor. Diyelim bu gerçekleşti. Ya sonra? Televizyon tartışmalarında özgürlükten, hukuktan söz ederken güzel ve tutarlı sözler sarf etmenizin, akademik nitelikli makaleler kaleme almanızın yargı despotizminin zincirlerini kırmaya yeteceğini mi sanıyorsunuz? Köklü Kemalist cuntacı örgütlenmeleri nasıl aşacağınıza ilişkin bir formülünüz, bir çabanız, yeterli düzeyde örgütlenmeniz var mı? Yok! Öyleyse boşuna gürültü yapmanın âlemi de yok!

Doğrusu liberallerin etik değerler, demokratik standartlar, yargı bağımsızlığı vb. kavramlar üzerinden yöntem tartışmaları yürütmeleri bizi çok da fazla ilgilendirmez. Mamafih benzeri tezlerin İslami çevrelerde de haklı karşılanması rahatsız edici bir tutum. Gerçeklikten uzak bu söylem akla YÖK tartışmalarını getiriyor. Söylem tutarlılığı adına, olguyu görmezden gelmeyi önerme yanlışı bir kere daha karşımıza çıkıyor. Düne kadar YÖK’e karşı olduğunuzu söylüyordunuz, öyleyse şimdi de YÖK’ün lağvedilmesini savunmalısınız! 

Ne alakası var? Aslolan hakkaniyete, hukuka, insan haysiyeti ve şerefine uygun adımların atılıp atılmamasıdır. YÖK’e üniversiteleri militarizmin mabedi haline getirdiği, eğitimde kışla düzenini tesis ettiği, inancımızı ve kimliğimizi imhaya yöneldiği için karşı çıktık. Bugün gelinen noktada ise YÖK, önceki dönemden kalma faşizan zihniyetli rektörlere ve yargı baskısına karşı eğitim özgürlüğünü, akademik bağımsızlığı savunuyor. Bugün YÖK kalksa, öğrenciler ve öğretim üyeleri üniversitelerin birçoğunda gestapo şefi kafalı Kemalist kadroların terörü ile yüz yüze gelecek. Böylesi bir gerçeklik orta yerde dururken, şartlardan, gelişmelerden, yaşanabileceklerden bağımsız olarak soyut bir tutarlılık adına dün ne dediysek bugün de onu tekrarlıyoruz mu diyeceğiz? Hiç kuşkusuz bu tutarlılık değil, aşırı saflık olur!

Zulmün Niteliğine İlişkin Soyut Tahlillere Değil, Geriletilmesine Yönelik Adımlara İhtiyacımız Var!

Müslümanlar olarak doğrudan bugünümüzü ve yarınımızı belirlemeye yönelik siyasal gelişmelerle, tartışmalarla muhatabız. Sorun bizler açısından soyut ve entelektüel düzeyle sınırlı bir fikrî tartışmadan ibaret değil. Liberal/sol çevrelerden, aydınlardan çok farklı bir konumdayız. Baskıların, zulümlerin, sindirme, yok etme çabalarının müşahidi değil, muhatabıyız. Dolayısıyla gelişmeleri akademisyen soğukkanlılığı ve tarafsızlığıyla uzaktan seyredip yorum yapmakla yetinemeyiz. Geç olsun, önemli değil yeter ki ikna süreçleri tam işletilsin, konsensüs sağlansın, kaygılar giderilsin falan diyemeyiz. Kemalizm’in okları doğrudan vücudumuza saplanıyor, bizi yaralıyor, öldürüyor. Evet, insanlık onurunu taşıyan herkes şahitlik ettiği zulmü lanetlemek durumundadır ve bunu yapanlara saygı da duyarız ama bizim açımızdan lanetlemekten öte atılması gereken adımlar olduğu gayet açık.

Doğrudur, adaletten yana liberal/sol kimlikli pek çok kişi başta başörtüsü yasağı olmak üzere ayrımcı, dışlayıcı uygulamalara karşı çıkıyor; bilhassa 28 Şubat sürecinde ivme kazanan devlet politikalarına, İslami kimlikli insanlara ve çevrelere yönelik sistematik baskı ve haksızlıklara, zulümlere muhalefet ediyor. Ne var ki, bu zulümleri bizler, Müslümanlar yaşıyoruz. Okul kapılarından çevrilen biziz; aşağılanan, tahkir edilen, alay edilenler bizim çocuklarımız; fişlenen, sürülen, işinden, mesleğinden sorgusuz sualsiz atılan biziz. Darbeci cuntaların bastırma, etkisiz kılma, imha etme planlarının hedefinde de bizler varız. Camileri gasp edilen, kimlikleri yok sayılanlar bizleriz. Kendimize ait bir dilimiz bile olsun istenmiyor. Bizim zannettiğimiz alanlarda dahi bizim adımıza hep başkaları konuşuyor. Kendimiz olmamıza asla tahammül edilmiyor.

Dolayısıyla bu zulümlerin bizatihi muhatapları, mağdurları olan bizlerden soyut tartışmalara, gerçekçi bir temele oturmayan teorilere, ilkesellik adına ileri sürülen afakî tezlere prim vermemiz beklenmemeli. Etimize saplanmış bıçağın bir an önce çıkartılması gerekiyor. Durumu gören ve acımızı paylaşanlar şüphesiz iyi insanlardır, samimidirler ama bu durum acıyı onların değil, bizim çektiğimiz gerçeğini değiştirmez. Bıçak sahipleri onları da tehdit ediyor ama bizi tehdit etmiyor, doğrudan canımıza kast ediyorlar.

Liberal/sol aydınların yargıyı tartışırken, üniversiteleri tartışırken, ilköğretimde ya da kamuda başörtüsünü tartışırken, Ergenekon sanıklarının uzun tutukluluk durumlarını tartışırken birtakım ilkeler belirleyip çizdikleri genel çerçeve içinde öneriler sunmaları ya da itirazlarda bulunmaları kendilerince anlaşılabilir bir tutum olabilir. Bizler ise yakıcı soruna acil çözümler bulma sorumluluğu ile yüz yüzeyiz. Bu yüzden YÖK’ü, HSYK’yı, darbecilerin tutukluluk sürelerini tartışırken somut olgulardan hareket edilmesini bekleriz.

Örneğin bu aşamada YÖK’ü tartışmak isteyenlerin öncelikle üniversitelerin canına okuyan rektörlerin saltanatının nasıl kırılacağına ilişkin önerilerini görmek isteriz. Adalet Bakanlığının yargı üzerinde etkin hale geldiğinden şikâyet edenlerin mesela YARSAV adlı Ergenekon uzantısı yapılanmanın yargıdaki etkinliğinin nasıl püskürtüleceğine ilişkin somut bir planlarının bulunup bulunmadığını ortaya koymalarını arzu ederiz. Uzun tutuklulukları sürekli gündemde tutulan darbecilerin yarınlarımızı karartmaya yönelik canavarca planlar yürütme şüphelisi tehlikeli unsurlar olduğu gerçeğinin atlanmaması gerektiğini düşünürüz.

Kısacası karşı karşıya olduğumuz gündemlere, tartışmalara ilişkin olarak soyut, genel, yaraya merhem olmayacak çözümlemeler değil, somut, uygulanabilir, gerçekçi politikalar ortaya konulmasının gerekliliğine inanıyoruz. Ancak bu yönde ortaya konulacak çabaların, atılacak adımların bir sonuç doğuracağını, ilerletici olabileceğini vurgulamakta yarar görüyoruz.

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR