1. YAZARLAR

  2. Rıdvan Kaya

  3. Herkes İçin Adalet!

Herkes İçin Adalet!

Ekim 2001A+A-

11 Eylül günü Newyork'ta Dünya Ticaret Merkezi ve Washington'da Pentagon'u hedef alan saldırıların kimler tarafından ve hangi amaçlarla gerçekleştirildiği hala kesin olarak açıklığa kavuşmuş değil. Yaşanan şey tek bir sarsıntıdan ibaret olmayıp dalga dalga yayılan sarsıntılara yol açan/açacak şiddet ve çapta. ABD'nin süpergüç imajı sarsıntı dalgasının tam merkez üssünde yer aldı. Sarsılan imajını koruma ve kollama telaşı ise ABD'yi tüm dünya çapında sarsıntılara yol açacak bir gayretkeşliğe, işgüzarlığa sürüklemekte.

Bu gayet iyi planlanmış, ustalıklı saldırıların faillerinin kimler olduğuna dair dünya kamuoyuna hala ciddi bir bilgi ve belge sunulmuş değil. Ama ABD'li yetkililer ısrarla bu işin Arap kökenlilerce gerçekleştirildiği ve ellerinde Üsame bin Ladin'in tüm bu saldırılan organize eden kişi olduğuna dair deliller bulunduğunu tekrarlamaktalar. Buna dayanarak da Bin Ladin'i kendisine teslim etmeyi kabul etmeyen Afganistan'ı savaşla tehdit etmekteler.

ABD ve Kurşun Askerleri

ABD tüm dünyada öyle bir hava estiriyor ki adeta 'öfkesinin önünde durulmaz' kabulüyle doğudan batıya kuzeyden güneye irili ufaklı pek çok devlet sus pus olmuş vaziyette. Kimisi korkudan, kimisiyse 'bize de bir kemik düşebilir' umuduyla hazırola geçmiş durumda. Pek çoğu kendisine düşenin, kendisinden istenilenin ne olacağını dahi bilmiyor ama "ne iş olsa yaparım abi!" yaklaşımıyla emre amade beklemekte. ABD Başkanı Bush'un ağzından çıkacak hedefe kilitlenmişler.

11 Eylül akabinde ortaya çıkan görüntü ABD'nin dünya jandarmalığı konumunu alabildiğine açığa çıkardı. ABD her şeyi netliğe, açıklığa kavuşturuyordu bir çırpıda: Bu iyilerle kötülerin savaşıydı. Herkes safını bu ayrıma göre belirlemeliydi. Ya iyiyi, özgürlüğü, medeniyeti temsil eden ABD'nin yanında yer alınacaktı, ya da kötülük, terör, barbarlık tercih edilecekti. Seçenekleri ikiye indirmekle kovboy kasaba ahalisinin işini kolaylaştırıyordu. Dolayısıyla konu bu kadar açık ve basit olunca neden ve nasıl sorularını sormak anlamsızlaşıyordu. Ahaliye düşense kesin bir tevekkül ve tam bir teslimiyetle 'şerifin peşine düşmekten ibaretti sadece!

11 Eylül'den bu yana tüm dünya yoğun ve sürekli bir enformasyon sağanağı altında. Ve tüm bu sağanağa rağmen hiçbir şey gerçek boyutlarıyla, asli yüzüyle öğrenilemiyor. Global iletişim tekeli neyin ne kadar bilinmesini istiyorsa, neye nasıl bakılmasını istiyorsa, kimin cani kimin kahraman kimin suçlu kimin masum görülmesini istiyorsa buna uygun bir yayın bombardımanı ile zihinleri dolduruyor, yönlendiriyor, kirletiyor.

ABD tüm dünyayı savaşa sürüklüyor ama savaşın nedenini dahi açıklama zahmetine girişmiyor. Ve ne gariptir ki, neredeyse savaşa gözü kapalı sürüklenenler dahi ABD'ye elinde olduğunu söylediği çok güçlü delillerin ne olduğunu sorma gereği duymuyorlar. Çok gizli belgelermiş havası verilerek kendilerine iletilen bir takim bilgi kırıntılarını "ya öyle mi, şimdi kesin kanaat getirdim" havalarına girerek kabulleniyorlar. Tüm dünyayı savaşa sürükleyecek bir kampanya yürütme hakkını kendinde gören ABD'nin tüm bu olup bitenin gerekçesi olduğunu söylediği delil ve irtibatları dünya halklarına açıklama İhtiyacı bile hissetmemesi yerkürede tam bir orman kanunu mantığının cari bulunduğunu ortaya koyuyor.

ABD'nin Delilleri ve Sabıkaları

Halbuki ABD'nin bu konuda sicili hiç temiz değil. Kenya ve Tanzanya'daki elçiliklerinin bombalanmasına cevap olarak 1998 Ağustosu'nda Afganistan ve Sudan'a karşı giriştiği hava saldırıları hatırlardadır. Sudan'da kimyasal silah üretildiğine dair elinde deliller olduğu iddiasıyla bombalarla tahrip ettiği eş-Şifa ilaç fabrikası olayı emperyalist ABD'nin hukuksuzluğunun dev bir anttı. Ne hesap verdi, ne de soran oldu. Yine bundan önce 1986 yılında Berlin'de Amerikan askerlerinin yoğun olarak gittiği bir diskoteğin bombalanmasının ardında Libya yönetiminin bulunduğu iddiasıyla ABD olaydan on gün sonra Libya'yı havadan bombardımana tabi tutmuştu. O zaman da ABD elinde kanıtlar olduğunu söylüyordu ki o kanıtların neler olduğu aradan geçen bunca zamana rağmen hala dünya kamuoyuna açıklanmış değil. Ve şimdi aynı ABD yeni saldırılara hazırlanmakta ve yine elinde deliller bulunduğundan söz etmekte.

Kaldı ki gerçekten de ABD'nin elinde suçlamalarını haklı çıkartacak deliller bulunsa ne olacak? Bu tür delillerin neler olabileceği az çok tahmin edilebilir. Bunlara dayanarak bir başka ülkenin bombalarla dövülmesi, ambargoya tabi tutulması gibi sonuçta masum insanları vuran yaptırımlar asla haklı görülemez.

Kanıtlanmış canavarlık örneği mi arıyorsunuz? Zaten açlık tehdidi altında bulunan Afgan halkını gıda ambargosu ile sıkıştırma planlan yapanların tutumu bunun için biçilmiş kaftan. Hele hele ABD Savunma Bakan Yardımcısı Paul Wolfowitz'in "yalnızca insanları yakalamak yetmez, teröre destek veren devletleri sona erdirmeliyiz" şeklindeki sözlerinde yansımasını bulan şiddet ve yıkıcılık ise sınır tanımaz boyutlarda.

Bu konularda onu buna suçlayan ABD'nin sicilinin hiç de temiz olmadığı ortada. Yaklaşık son elli yılda ABD dünyanın pek çok bölgesinde vahşice savaşlar yürütmüş, milyonlarca masum insanın ölümünden sorumlu bir devlet. Doğrudan kendisinin dahil olmayıp dolaylı destek verdiği yönetimlerin giriştiği katliamlar, işkenceler ve zulümler de cabası. Yakın tarih ve özellikle Ortadoğu'da halen sürdürdüğü politikalar ABD'nin uluorta dile getirdiği terör suçlamasını en çok hak eden ülke olduğunun sayısız göstergelerini sunmakta.

Bilindiği üzere terör kavramı özetle "siyasi amaçlar için savunmasız sivillere yönelik şiddet eylemleri" şeklinde tanımlanmakta. Bu tanımdan kalkarak örneğin 3 Temmuz 1988'de ABD silahlı kuvvetlerinin Körfez'de bir İran yolcu uçağını düşürmesi ve 200'den fazla yolcunun ölümüne sebep olması açık bir terör eylemi değil mi? Yine örneğin bugün Bin Ladin'i barındırmasından dolayı Afganistan yönetimini terörist ilan eden ABD, İran'da binlerce insanın ölümüne neden olan sayısız terör eyleminin faili Halkın Mücahitleri Örgütünün lideri Mesut Recevi ve örgütün diğer yöneticilerini yıllarca ülkesinde barındırmadı mı?

Saldırılar ve Meşruiyet Sorunu

Açıkçası ABD haklı değil, tutarlı değil, dürüst hiç değil. Zaten emperyalist bir gücün bu sıfatlara uygun bir davranış kalıbı içinde bulunması da beklenemez. Bununla birlikte tam burada şu soruyu sorabiliriz: ABD'nin konumu ve işlediği suçlar 11 Eylül günü gerçekleştirilen saldırıları haklı çıkartır mı? Saldırıların doğrudan ABD'nin askeri ve finans merkezlerini hedef aldığı, sömürü ve şiddetin simgelerini vurduğu öne sürülerek belki eylemlerin önemi ve gücünün vurgulanabileceğini kabul etmekle birlikte, bunun meşruiyet için yeterli bir ölçüt sayılamayacağı kanaatinde olduğumuzu belirtelim. Eylemleri anlamak ve yorumlamak ile meşru görmek farklı şeylerdir. Eylemlerin gerekçesini, hazırlayan koşulları, yol açan saikleri anlamak, emperyalist zulüm sisteminin ortaya çıkardığı acı ve çaresizliklerin altını çizmek bu zulme tepki adına yapılan her şeyi kabullenmeyi, sahiplenmeyi gerektirmez.

ABD'nin müslüman ve müstezaf halklara karşı işlediği suçların büyüklüğü, kendilerini açıkça ilan edilmiş bir savaşın tarafı olarak görmeyen, herhangi bir saldın beklentisi içinde olmayan, savunmasız sivilleri hedef alan eylemleri haklı çıkartmaz. Hele kaçırılan uçaklardaki yolcuların akibeti açısından durum tam anlamıyla trajiktir. Dolaylıyla saldırıları simgeler üzerinden savunmak yaşanan insanlık dramını, olayın insani boyutunu geri plana atmayı getirmemelidir. Maide suresinin 8. ayetindeki "bir topluluğa karşı duyduğunuz kin sizi adaletten saptırmasın" uyarısı gözardı edilmemelidir. "Bu bir savaştır, savaş şartlarında bazı şeyler mubahtır" diye düşünenler İslam'ın bir savaş hukukunun bulunduğunu ve savaşın ise herşeyin mubah sayıldığı bir hukuksuzluk ortamı anlamına gelmediğini unutmamalıdırlar.

Saldırılar sadece yöntem itibarıyla değil, mesaj açısından da sorunludur. Ortada mesajı bilinmeyen, üstleneni olmayan eylemler söz konusudur. Halbuki siyasal eylemin en önemli yanı mesajıdır. Mesaj eylemin meşruiyetini ve haklılığını ifade eder. Yine bu eylemlerin fail ya da faillerinin, yani sahibinin açıkça belli olmaması da bir diğer ciddi zaaf noktasıdır. Öyle ki saldırılar İslami örgütlerden ABD derin devletine, Mossad'a kadar çok farklı unsurlara mal edilebilmekte. Bu da kafa karıştıran bir diğer husustur. Elbette komplo teorilerine yatkınlığı olan insanlar her eylem için birtakım spekülasyonlar üretebilirler. Ama eylemin kendisi kısmen de olsa buna uygun bir zemin sunuyorsa durum farklıdır.

ABD'nin Uğradığı Felaketin Mazlum Halklar İçin Anlamı

11 Eylül günü ABD'de gerçekleştirilen eylemlerin İslami açıdan savunulması zor eylemler olduğunu ifade etmek bu eylemlerin hiç bir olumlu sonuç doğurmadığı anlamına gelmiyor elbette. Burada eylemlerin kendisine ilişkin meşruiyet boyutu ile doğurduğu ya da doğurabileceği sonuçları farklı değerlendirebilmek gereklidir. Bu noktadan bakıldığında eylemlerin dünya halkları nezdinde inşa edilmeye çalışılan 'kadiri mutlak' ABD imajını sarsması paha biçilmez bir kazanımdır. Dünyanın egemenlerine karşı mücadele veren güçlere moral sağlamıştır. Ayrıca eylemler ABD'de yaygın olan büyüklük, üstünlük, dokunulmazlık, adeta farklı bir dünyaya ait olma psikolojisini de sarsmıştır. Bilahare eğer ABD kamuoyunda "biz ne yapıyoruz ki, bunca nefreti üzerimize çekiyoruz?" sorularının doğmasına neden olursa bunu da hayati önemde bir gelişme saymak gerekir.

Yönetimin de oluşturmaya çalıştığı imajın etkisiyle ABD ve daha genelde de Batı kamuoyu üçüncü dünya ülkelerindeki antiemperyalist güçleri ve hassaten de İslami faaliyet yürüten fikir ve oluşumları kolaycı bir mantıkla "Batı'da mevcut bulunan özgürlüklere, gelişme ve ilerlemeye karşı düşman zihniyetler ve çevreler" şeklinde kalıplaştırma eğilimi içindedirler. Bir sonraki aşamada 'terörist' sıfatının muhataplara yapıştırılması ile sorun çözülmüş olur! Mantık şöyle işler: "Onlar bize niye düşmandırlar, bizden niye nefret etmektedirler? Çünkü onlar teröristtirler de ondan!" Şartlanmış ve sığ kafa yapısı en kestirmeden sorunu 'halletmekte', arka planda yatan nedenler üzerinde kafa yorma zahmetine katlanmamaktadır. Bir değil, iki değil -eğer eylemlerin gerçekleştirilme biçimine dair şimdiye dek açıklananlar doğruysa- neredeyse yirmiye yakın insanın bir anda ve korkunç biçimde ölüme koşması, koşabilmesinin ardında yatan saikler üzerinde düşünme gereği duyulmamaktadır. Halbuki Amerikalılar açısından meselenin esas can alıcı noktası buradadır. Dünyanın her yanında sayısız insanın nefretini celbeden ABD politikaları üzerinde durmaları Amerikan vatandaşlarının mutluluğu ve güvenliğine mutlaka daha kalıcı katkılar yapacaktır.

Amerikan vatandaşlarının propaganda bombardımanına tabi tutulan zihinlerini Üsame bin Ladin'in cinsel dürtüleri ve benzeri saçmalıklarla yoracaklarına, ABD ordusunun ülkelerinden binlerce kilometre uzaklarda askeri üsler, birlikler, deniz filoları İle adeta dünya jandarması rolünü üstlenmesinin hikmeti üzerinde yoğunlaştırmaları hem kendileri için hem de dünya halkları için çok daha yararlı sonuçlar doğuracaktır. Aynı şekilde 11 Eylül günü Amerikan kamuoyunun yaşadığı dehşeti düşünürken mutlaka ambargo nedeniyle Irak halkına yaşatılan acılar, Filistin'de Siyonist işgalcilerin himaye edilmesi gibi politikalar üzerinde de düşünmek insan olmanın gereği olarak algılanmalıdır.

Amerikalı yöneticiler sürekli olarak teröre karşı işbirliğinden, uluslar arası hukuktan söz etmekteler. Şüphesiz burada kastedilen Amerikan tarzı hukuk ve işbirliğidir. Örneğin yıllardır Birleşmiş Milletler kararlarına rağmen Filistin ve Keşmir'de süren işgale onay verirken uluslar arası hukuk asla hatırlanmaz. Tüm dünyayı tehlikeli biçimde kirleten, çevreye saçtığı zehirli atıklarla kitlesel ölümlere davetiye çıkaran ABD'nin dünyanın zehirlenmesinin ve küresel ısınmanın önlenebilmesi için hazırlanan Kyoto anlaşmasını imzalamamakta direnmesi, tüm dünyanın geleceğini tehdit eden bir azgınlık, bir tür terör sayılmaz mı? Bugün tüm dünyayı peşinde saf tutmaya çağıran ABD uluslar arası topluma verdiği değeri, Eylül ayının ilk haftasında Güney Afrika'nın Durban şehrinde düzenlenen Birleşmiş Milletler Irkçılık Konferansı'nda İsrail aleyhine bir karar çıkmaması için toplantıyı terk ederken ne güzel de ortaya koymuştu!

İsrail'in Kudüs'te Filistinlilerden gasp ettiği 31 dönümlük bir araziyi yıllığı 1 dolardan 99 yıllığına ABD'ye elçilik açması için vermesi ve Birleşmiş Milletler'in pek çok defa aldığı kararlarla Kudüs'te İsrail'in işgalci konumunu teyid etmesine rağmen ABD'nin tüm bu kararları hiçe sayarak elçiliğini Kudüs'e taşıması Amerikalıların zihninde nasıl bir adalet ve hukuk anlayışı barındırdıklarının somut bir göstergesi olsa gerek.

Batı ve Müslümanlar: Farklı Dünyalar

Batı kamuoyu Newyork'taki ikiz kulelerde can veren binlerce insanın dramıyla sarsılmış bir vaziyette. Tüm dünyanın da kendileriyle aynı hissiyatı paylaşmasını istiyor, hatta bunu dayatıyor, bu şekilde algılamayanları cani, vahşi ifan ediyor. Ama dünyanın geri kalanı on yıllardır öyle acılar çektiler ki, tüm ısrarlara rağmen Batı kamuoyuyla aynı şeyleri hissetmiyor, hissedemiyor. Aynen Sabra ve Şatila'da, Halepçe'de, Serebrenica'da yaşanan insanlık suçları karşısında Batı kamuoyunun müslüman halklarla aynı hissiyatı paylaşmaması gibi.

Durban'ın üzerinden bir hafta geçmemişken ABD'de yaşananlar gerekçe gösterilerek Batılı toplumlarda azgın bir ırkçı dalganın harekete geçmesi toplumsal zihinlerin arka planının kolay kolay değişmediğinin bir göstergesi oldu. Gözüken o ki, önümüzdeki dönemde sadece İslam coğrafyasının muhtelif bölgelerinde yaşayan müslümanlar emperyalist şiddetle karşı karşıya gelmekle kalmayacaklar, içinde bulundukları toplumlarda azınlık konumunda olan müslümanlar da ırkçı önyargı ve saldırılarla daha fazla yüz yüze gelecekler. Eylemleri gerekçe göstererek emperyalist saldırganlık başta Afganistan olmak üzere İslam coğrafyasını yakıp yıkma hazırlığı içerisinde. Ayrıca batılı toplumlarda yaşayan müslümanlar için de 11 Eylül sonrasında hayatın daha zor olacağı anlaşılıyor. Ama herşeye rağmen gelişmelerin az da olsa müslümanlar ve batı ilişkisinde tek yanlı, edilgen ve kompleksli tutumun sorgulanmasına da yol açabilme ihtimali mevcut. Ve eğer yaşanan acı ve sıkıntılar daha adil ve kişilikli bir ilişkiye kapı aralayacak bir sorgulamaya zemin açarsa bu da hayati öneme haiz bir kazanım sayılmalıdır.

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR