1. YAZARLAR

  2. Hüseyin Alan

  3. Hedefe Kendi Yöntemlerimizle Varabiliriz

Hedefe Kendi Yöntemlerimizle Varabiliriz

Mayıs 1999A+A-

Kurumsal siyaseti, siyasal faaliyeti siyasi partiler yaparlar. Kuruluş amaçları, mevcut program ve tüzükler çerçevesinde örgütlenerek siyaset yapmak, parlamentoyu oluşturmak, hükümeti ve muhalefeti belirlemek bu partilerin asıl işidir. Yürürlükteki hukuki mevzuat dairesinde ülkenin mevcut sosyal-ekonomik vs. halini düzeltmek ve daha ileriye götürmek amacı ile halk adına çalışırlar. Dahası ülkenin geleceğini kurgulamak ve programlamada onların rolleri büyüktür. Kabaca bütün bunları gerçekleştirmek için aynı dünya görüşüne sahip, benzeri amaçları taşıyan insanlar bir parti adı ile örgütlenirler ve seçimler aracılığı ile de halktan yönetim yetkisi isterler. Siyaset sahnesinde birden çok parti olması, farklı görüşlerin rekabet ediyor görünmeleri doğaldır. Literatürde politik örgütlenmelerin (devletin resmi kurumlarının) karşısında sivil toplum örgütleri yer alır. Bu kuruluşların en popüleri ve en güçlüleri siyasi partilerdir. Devletin buyurgan otoritesine karşı halkın çıkarlarını koruması ve kollaması en doğal görevleridir. Devletin hiyerarşik yapılanmasında halkın otoritesini onlar temsil ederler...

Çoğu zaman teoriler ve gerçekler örtüşmezler. Özellikle teoriler sağlıklı ve sahici olmayınca... Türkiye özeli/gerçeğinde bir kez daha somut bir tecrübe edindik. 28 Şubat süreci diye anılan olaylar zincirinde, siyasi partiler ve onların liderleri kendilerine biçilen rollerini tamamen bilfiil oynamışlardır. Ülke nüfusunun dini/etnik, mesleki/sınıfsal, köylü/şehirli coğrafi ya da sosyal katmanlarında oluşma gerçeğini göz önüne alan devlet eliti, siyaset yapılacak alanı, üzerine politika üretilecek kitleyi ve süreç içerisinde gelişimi göz önünde bulundurarak önce dağılımını belirliyor, sonra da sınırlarını çiziyor. Çizilen sınırlar içerisinde siyaset yapacak ve en sonunda da umut dağıtacak kişi/aktör ve kurumlar üretiyorlar. Derin ya da yüzeysel devlet katındakiler seçimlerde halkın seçebileceği konjonktüre de uygun, alternatif aktörler piyasaya sürerek, görünürde ulusal iradenin tecellisini temin ediyorlar. Kimi zamanlarda ortaya çıkan gelişmeler, olağan dışı sonuçlara gidecek gibi gözükse veya konjonktür yeni bir ayarlama dayatınca aynı elit kadrolar balans ayarı yapıyorlar. Edilgen kamuoyu etken belirleyiciler aracılığı ile de bir ona, bir buna bitmeyen umutlarla bağlanıp zamanı heder ediyorlar. Soruda bahsi geçen 28 Şubat süreci anlatılanların tipik örneklemesinden biridir.

Türkiye 2000'li yıllara giriyorken manzara; dini gelişmeler, etnik ayrımcılık ve mezhebi çatışmaların eşiğinde, ekonomik anlamda krizler peş peşe yaşanıyor. Rejim bitmeyen kriz nöbetlerinden bir türlü kurtulamıyor. Sosyal katmanlar arası farklılaşmalar giderek açılıyor. Huzursuzluk ve çatışma görüntüleri gına getirtmiş durumda. Günlük hayat büyük çoğunluk için çileye dönüşmüş. Bu arada suni gündemlerle oyalama taktikleri peş peşe sergilenmekte. Bütün bunların karşısında en güçlü sivil toplum örgütleri çare olacak yerde(!) hiç bir sorun yokmuşçasına kendilerine biçilen rolleri oynayabiliyorlar. Doğası gereği halkın çıkarlarını koruması gerekenler, üst katmanlardaki elitlerin düzenini pekiştirmek, kendilerine de ikinci dereceden bir gelecek oluşturmakla meşguller. Böylesi bir gidişle insanımız dünya halkları arasında hak ettiği onurlu yerine hiç bir zaman ulaşamayacaktır. Kılavuz-karga hikayesinde olduğu gibi...

Böyle bir tabloda 18 Nisan seçim sonuçlarına bakılacak olursak:

a) Rejim/sistem yerine oturmamıştır. Bu rejimin kökleri bu topraklarda gelişme sağlayamaz. Her seçimde sürpriz sonuçların çıkması bizce bunun en somut göstergesidir. Bu anlamda halk her seçim öncesi umutlanıp yeni birilerini denemektedir. Doğrusu önüne getirilenlerin arasından kendince en iyisini seçmektedir.

b) Giderek seçimlere gösterilen ilgisizlik umutların tükendiğini de göstermektedir. 1950'li yıllarda başlayan oyların kıymeti kaybolmaktadır. MHP'nin yerel bazda kendini iyi tanıtması ve örgütlü çalışması, halkın karşısında onlardan biri gibi görüntü vermesi ile yeni umut olarak halktan kredi almıştır. Ülkenin parçalanma kaygısına karşı en iyi ilaç MHP görülmüştür.

c) DSP'nin, iki sağ partinin güvenine mazhar olarak seçime iktidarda girmesi, halkın da güvenini temin etmiştir. Buna ilaveten gına getiren yolsuzluk ve vurgunculuğun çaresi olarak da bir zamanların karaoğlanı Ecevit'in dürüst görüntüsü pirim toplamıştır.

d) Bir süredir propaganda edilen Türk İslamı anlayışı yerleştirilmek istenmektedir. Her iki parti de bu anlayışın takipçisi olacaklardır.

Bize göre bundan sonra Türkiye, bulunduğu coğrafyada laik, demokratik ve aynı zamanda da Türk İslam'ı anlayışına sahip bir politik rejimin örnekliğini orta vadede taşıyacağı sonucu çıkmaktadır. ABD, bu coğrafyada İslam'ı dışlayarak politika üretemeyeceğini çok net olarak bilmektedir. Suudi tipi, İran tipi veya Taliban tipi İslam(!) yerine laik-demokratik Türkiye tipi İslam'ı yerleştirmeye çalışacaktır. Cemaatlerin liderlerinin söylemlerine ve FP'nin kuruluş ilkelerine bakılacak olursa kastımız daha rahat anlaşılacaktır. Son seçimde ortaya çıkan sonuç, tablonun çarpıcı bir yorumudur.

Bilindiği üzere RP 1995 seçimlerinin galibi idi. Galibiyetin nedenlerini iyi tahlil edersek, birinci soruya verdiğimiz cevaptaki seçim sonuçlarının şıklarını aynen sıralayabiliriz. Buna ilaveten söylenecek önemli iki nokta vardır.

A) RP'nin oy aldığı tabanın beklentilerine cevap verememesi çok önemlidir. Duygu sömürüsü ile pekiştirdiği İslam'ı kullanma politikasını sürdürememiş, tam tersine müslüman halkın öteden beri kazandığı tüm kazanımlarını kaybettirmiştir. Demirel'in şaşmaz kriz politikalarını ilke kabul ederek, ülkede çok gereksiz gerilimler yaratmıştır. İddialarının takipçisi olamamıştır. Siyasette Makyevalizm'i ana prensip olarak uyguladığı halde, iktidarda bu becerisini de kaybetmiştir.

B) RP'ye denenmek üzere verilen oylar, ekonomik ve sosyal problemlere çözüm diye sloganlaştırdığı adil düzen söyleminin kof olduğu, diğer partilerden bir farkının olmadığı açığa çıkınca kaybedilmiştir. Ülke idaresine hazırlıklı olmadıkları açığa çıkmış, onca yıllık geçmişine rağmen iktidar hazırlığı yapmadıkları anlaşılmıştır.

O RP'nin yerine kurulan FP kimliksiz, kişiliksiz, politikasız ve de iddiasız bir görüntüdedir. Mirasına konduğu MNP-MSP-RP çizgisindeki oy tabanını tamamiyle reddederek silikleşmişlerdir. RP'nin kapatılışı ve FP'nin kuruluşu kısa zamanda gerçekleştiği için, taban FP'yi doğru ve tam olarak tanıyamamıştır. Son seçimlerde mazlum konumu dolayısıyla reddettiği tabanının oylarını bu seçimde alabilmiştir. Orta vadede şiir okuyan adamın kahramanlığı(!) istisna tutulursa, FP'nin Özal'lı yıllardaki oy oranına gerilemesi beklenebilir. Çünkü partinin sloganlaştırdığı ilkelerin zaten savunucuları vardır. FP'nin kurmayları korku neticesinde kulvarı yanlış seçmişlerdir. Ya da egemenler bu partinin bölünmesini kararlaştırmışlardır.

Partili mücadelenin dışındaki bazı kesimlerin RP ve FP'ye yönelik ilgilerine bakarken, doğru sonuçlan yakalamak çok önemlidir. Sloganik bir takım suçlamalarla geçiştirilebilecek bir olay olarak da görülmemelidir. Bizim kuşak, neredeyse 30 yıldır bu konuyu yere ve zamanına göre fazlasıyla tartışageldi. Konuya radikaller veya ılımlılar diye yaklaşmak yanıltıcı olur ve konuyu daraltır diye görüyorum. Bu şarkı, bu heyecan burada biteceğe benzemiyor. Gelecekte de benzeri tartışmalar hep olacak gibi. Böylesine ehemmiyetli konuyu tartışmaya açtığınız için de ayrıca teşekkür ederim. Ayrıca bu konu daha geniş platformlarda tartışılmalıdır da.

Partili mücadelenin yanlış olduğunu esastan ve prensip olarak reddedenlerle (iktibas ve Haksöz camiasının bu konuda tescilli olduğu herkesçe bilinir) stratejik olarak gerekli olduğunu savunanlar diye iki ana çizgiden bahsetsem çok sınırlama olur mu bilmiyorum?

Konuya radikaller ve ılımlılar diye yaklaşmak yanıltıcı olur kanaatindeyim. Ülkenin toplumsal yapısı, sosyo-politik, ekonomik ve psikolojik şartları, son yılların birikimleri, çevredeki İslami oluşumların gelişim seyirleri ve geldikleri noktaları, kendi özel şartlarımızı, etkilendiğimiz çevremizi, bilgi kaynaklarımızı v.s. uzun uzadıya konuşabilmeliyiz. Şüphesiz bu faktörler ve daha eklenebilecek olanlar esas belirleyiciler olmayacaklardır. Ancak kişiliğimiz ve gelişmemiz üzerinde hayati öneme haiz etkileri vardır. İlave olarak da paradigmamızı oluşturan İslami algılama ve anlayış farklılığımızın alanını çizmek isterim.

İslami anlayışımız temelde kültürel ve folklorik bir unsur olarak hayatımızda yer almış, bir hayat tarzı-bir yaşama biçimine dönüşmemişse, önümüze sunulan kimi çalışmaları doğru ya da yanlışına bakmadan şu veya bu gerekçe ile kabul edeceğimiz anlayış ve davranışlarımız gerçekten İslami-Kur'an'i değilse yanılmak kader olacaktır. Burada gaflet bağışlanabilir gözükse de sonuçta hıyanetle aynı sonuca varacaktır. Toplumda tutunabilme, aidiyet hissi, statü ve çıkar hesapları bu tür durumlarda kişilik zafiyetinde boşluk dolduracak ve perde arkası arkası niyetleri gizleyebilecektir. Esasa yönelik düşünce sistematiği/ilkeler manzumesi ve oradan çıkartılan yöntem ve davranış kalıplarına sahip olamayanların, egemen propagandanın da etkisiyle konjonktürün önünde her bir yöne savrulacağı açıktır. Burada hüsn-ü niyet ve dava söylemi gerçek sebep olmayıp, bir bahaneden öteye geçemeyecektir. Uzun soluklu mücadele sürecine katlanamayanların ilgisinin, gayri meşru çalışmalara sapması doğal karşılanmalıdır. Problem bu ilgi ile doğru doğrudan ilintilidir, insanoğlu bazı şartlarda ruhunu satabilmektedir. Tarihi süreçte görünen odur ki zor da olsa ruhunu geriye alanlar olabilmiştir. Lakin bir kez vicdanını sattı mı onun geri dönüşü olmamaktadır. İşte bu vicdanı satanlar, kendisini rahatlatmanın yolunu kendileri gibi olanlarla paylaşarak gidereceklerdir. Kural dışı istisnalar/değişimler kaale alınmaz ise yanlışa ilgi duyanlar, yanlışa devam edeceklerdir. Sonradan bu kesimlerin tutumlarında farklılaşma olabileceğini düşünmüyorum. Onlar içinde bulundukları konumlarını kaybetmemek, toplum içi statülerini kayba uğratmamak için başka başka entegrasyonlara gideceklerdir. Artık onlar için aslolan mevcut statülerini korumaktır. Onların tutumlarında doğrudan yana bir değişiklik beklemek, ancak doğru üzerinde olanların bir güç olmalarıyla mümkündür. Çünkü onların doğası gücün çekim alanına girmek olmuştur.

Kur'an-ı Kerim bize bildirmektedir ki salih kulların örnekliği apaçık ortadadır. Tarih şahitlik etmektedir ki toplumu dönüştürme projesi olanlar, iddia sahibi olanlar kendi yöntemleriyle kendi hedeflerine varabilirler. İçinde yaşanılan statüko ile bir biçimde strateji adı altında veya taktik gereği entegrasyona girenler, yahut uzlaşma yolunu seçenler hüsrana uğramışlardır. Kur'an-ı Kerim gerçekten insanların çok azının iman ettiklerini ve sebat gösterdiklerini buyurmaktadır. Allah rızası adına sahip olduğu mevcutlarını kaybetmeyi göze alanlar ve inandıkları doğrultuda gönüllerini ve de davranışlarını değiştirenler, emin olanlar, adil olanlar vadedilene ulaşacaklardır. İzzet ve onur statü ya da sahip olunan imkanlarda değil, İslam üzere olanlardadır. Gerisi hep geçicidir. Bu statüyü ve imkanı verenler, çizgi korunmadığı takdirde, karşılığında izzet ve onuru alırlar. Ya onlardan yana olacaksınızdır ya da Allah'tan yana... Vesselam.

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR