1. YAZARLAR

  2. Haksöz

  3. Gazze’de ve Tüm Yeryüzünde Direniş Bilincini Yükseltenlere Bin Selam!

Gazze’de ve Tüm Yeryüzünde Direniş Bilincini Yükseltenlere Bin Selam!

Şubat 2009A+A-

27 Aralık’ta başlayıp 22 gün boyunca süren Gazze’ye yönelik İsrail vahşeti Filistin’de 60 yıllık Siyonist saldırganlığın bir özeti gibiydi. Hukuk, insanlık, vicdan tanımaksızın her türlü caniliği icra eden Siyonist katillerin işledikleri bu insanlık suçlarının kaynağını gözden kaçırmamak ve pervasızlıklarının iki önemli boyutunun altını çizmekte yarar var.

Öncelikle tüm bu vahşet, emperyalizmin sınırsız desteğiyle icra edilmektedir. Kuruluşundan itibaren Batı sömürgeciliğinin Ortadoğu’daki kanlı uzantısı konumundaki İsrail, başta ABD olmak üzere AB, BM ve benzeri kuruluşların açık desteğine sahiptir. Bu yüzden zaman zaman gündeme gelen “İsrail bu gücü nereden alıyor?” sorusu anlamsızdır. İsrail, emperyalizmin çocuğudur. Dolayısıyla Amerikan emperyalizmine tavır almayanların İsrail’i işlediği suçlardan ötürü kınaması, eleştirmesi komiktir.

Öte yandan defalarca tekrarlanan bir gerçek son Gazze saldırısı ile birlikte bir kere daha ortaya çıkmıştır ki, İsrail kamuoyu işgalci güç olmanın kaçınılmaz olarak kazandırdığı “canavarlaşma” olgusunun doruklarındadır. İsrail’de siyasi nüfuz sahibi olmanın yolu Filistin’de vahşet icrasından geçmektedir. En çok Filistinli kanı dökenin en fazla prestij ve oy sahibi olduğu bir toplumsal yapının mevcudiyeti “barış” şarkılarını ağızlarından düşürmeyenlerin naifliğini ortaya koymaktadır.

Gazze’nin Türkiye’ye Mesajı

Siyonistlerin Gazze saldırısı Türkiye’de büyük bir kitlesel tepki patlamasına yol açtı. Saldırının ilk saatlerinden itibaren başlayan hareketlilik tüm Türkiye’yi adeta sarmaladı. Ülke çapında ortaya konan tepkiler, protestolar, etkinlikler bilahare yardım seferberliğine dönüşerek sürdürüldü. Şüphesiz bu canlılık, duyarlılık önemli bir kazanımdır. Daha 10 yıl önce Ankara’nın Sincan ilçesinde tertiplenen Kudüs Gecesi’nin tankların yürütülmesine gerekçe gösterildiği; İslami hareketlerin liderlerinin posterlerini astıkları için, sergiledikleri bir oyunda İsrail askerlerini taşladıkları için insanların yargılandığı ve gaddarca cezalara çarptırıldıkları bir ülke burası.

Ve şimdi doğusundan batısına ülkenin her yerinde İslami hareketlerin bayraklarının dalgalandığına, direniş önderlerinin posterlerinin meydanlarda taşındığına şahitlik ediyoruz.

28 Şubat süreci adı verilen o kirli dönemde Siyonist çete ile ilişkileri zirveye çıkartan darbeciler ve onların emireri konumundaki politikacıların nasıl hararetli birer İsrail savunucusu oldukları hatırlardadır. Bugünlerde hakkında Ergenekon çetesinin 1 numaralı ismi olduğuna dair yaygın söylentiler dolaşan dönemin Genelkurmay başkanlarından Hüseyin Kıvrıkoğlu’nun İsrail ile imzalanan tank modernizasyonu anlaşmasının iptal edilmesini isteyenleri “analarının karnından Yahudi düşmanı olarak doğanlar” şeklinde nitelemesi unutulabilir mi?

Böylesine kirli, açık İslam düşmanlığı ve dizginsiz İsrail dostluğu sergilenen bir süreçten buralara gelmek şüphesiz hamd etmeyi gerektiren bir kazanımdır. Bu kazanımın ardında iki temel belirleyici bulunmakta: Öncelikle Filistin İslami direnişi kimsenin göz ardı edemeyeceği, karşıtlarının dahi kabullenmek zorunda kaldıkları şekilde kendini ispat etmiştir. İlkeleriyle, sabrıyla, mücadelesiyle tüm dünyaya verdiği mesaj ve oluşturduğu saygınlık Filistin İslami direnişini kimsenin yok sayamayacağı bir noktaya taşımış; basit bir biçimde “terör örgütü” nitelemesiyle yaftalanıp dışlanabilecek bir unsur olmadığını kabul ettirmiştir.

Aynı şekilde Türkiyeli Müslümanların ısrarlı biçimde Filistin sorununu gündemde tutmaları, İsrail’in gasıp varlığını meşrulaştırmaya yönelik çaba ve söylemlere karşı duyarlılıklarını korumaları da Filistin halkına karşı İsrail’in giriştiği saldırganlığın net biçimde algılanmasına ve karşı çıkılmasına zemin hazırlamıştır.

Filistin Mücadelemizi Doğru Kavramak

İsrail vahşetine karşı ortaya konan yaygın tepkilerin ve Filistinli kardeşlerimizle dayanışma çabalarının Türkiyeli Müslümanların kazanımı olduğu açık. Bununla birlikte bu olgunun içinin daha nitelikli bir biçimde doldurulması gerektiği ve ciddi birtakım zaaflar taşıdığı da tartışmasız bir gerçek. Bir kere İsrail vahşetini Ortadoğu gerçeğinden, emperyalizm olgusundan, içinde bulunduğumuz ülkenin de dâhil olduğu işbirlikçilik ağından bağımsız algılamanın bizi “ah vah” etmenin ötesinde hiçbir yere götürmeyeceği görülmek zorunda.

Filistin’de hedef tahtasına konulan şeyin İslami direniş olgusu olduğunu kavramak ve bunun sebeplerini gereğince tahlil etmek zorundayız. Aksi halde Filistin manzarası sadece kendisine acınan ve infak duygularının harekete geçmesiyle sahip olduğumuz bazı nesneleri paylaştığımız konjonktürel bir gündem olmaktan ibaret kalır. Oysa coğrafi olarak küçük ama siyasi açıdan devasa öneme sahip bu davadan çıkartmamız gereken çok fazla ders var.

Aynı şekilde yardım faaliyetine sıkışmış bir dayanışma sorumluluğunun ötesine geçmek zorundayız. Elbette muhtaç konumda bulunan mağdur kardeşlerimizin yardımına koşmak Müslüman olarak, insan olarak acil görevimiz. Nitekim bu konuda Türkiyeli Müslümanların kurumsal bazda ciddi örneklikler ortaya koydukları ve halkı da harekete geçirmeyi başardıkları görülmekte. Bununla birlikte Filistin sorununun bir mağduriyet ve mazlumiyet sorunu olmaktan önce siyasi bir mesele olduğunu ve siyasi tutumdan bağımsız bir infak ve hayır faaliyetinin İslami çabaları “Kızılaylaştırma” tehlikesi bulunduğunu da görmek zorundayız.    

Unutmayalım ki, gerek kendimize gerekse de Filistinli kardeşlerimize yönelik olarak yapabileceğimiz en büyük iyilik, en güzel destek İslami kimliğimizi netleştirmek ve ilkeli bir İslami mücadeleyi geliştirmek olacaktır. Ancak bunu yapabildiğimiz oranda dayanışma, yardım, sahiplenme çabalarımız anlamlı bir zemine oturabilir. Aksi halde dönemsel gelişmelere konjonktürel tepkiler vermekten ileriye geçemeyiz.    

Direniş Esaslı Bir Öğretmendir!

Dikkat edecek olursak bugün çeşitli biçimlerde dayanışma içinde olduğumuz, destek vermeye çalıştığımız Filistin İslami Direnişi de bunu yapmıştır. Bunu gerçekleştirerek bugünlere gelmiştir. Bugün Hamas tüm dünya Müslümanları ve mazlumları için bir simgeye dönüşmüşse, İslami Cihad kendisiyle iftihar ettiğimiz onurlu bir direniş çizgisini temsil edebiliyorsa bu en başta ortaya koydukları ilkeli tutum sayesinde mümkün olabilmiştir.

Eğer bu hareketler daha fazla büyümek, daha hızlı gelişmek için tavizkâr politikalar izlemiş olsalardı, kısa vadede bazı siyasi menfaatler elde etme ve kitlelerin hoşuna gidecek adımlar atma adına ilkelerini esnetmiş olsalardı bugün sahip çıkmamız, örnek almamız gereken bir konumda olamazlardı. Bugün tüm ümmet olarak meydanlarda onurla, sevinçle bu hareketlerin bayraklarını yükseltebiliyorsak bu her şeyden önce İslami kimliklerini dünyevi çıkar ve siyasi kazanımlarla değiştirmeyi asla kabul etmemelerinden ötürüdür. Ortaya koydukları direniş çizgisinin sahihliğinden, tavizsizliğinden, fedakârlığından kaynaklanmaktadır.  

Peki, aynı tutarlılığı bizler de sergileyebiliyor muyuz? Meydanlara, salonlara toplanan kitlelere aynı mesajı net biçimde verebiliyor, İslami hareket sorumluluğunu yansıtabiliyor muyuz? Tam bu noktada kendi zaviyemizden bazı soruların sorulması ve muhasebe yapılması önem arzetmektedir.

Siyonist Vahşete Karşı Mücadelenin Sürekliliği

Öncelikle Türkiyeli Müslümanların Gazze’ye yönelik vahşi saldırı karşısında ortaya koydukları tepkilerin, yaygınlık ve süreklilik açısından çok değerli olmakla birlikte, temel bir zaaf noktası olarak duygusallık boyutunun ağır bastığını görmek lazım. Neredeyse ekranlardan üzerlerine kan sıçradığı bir vasatta geniş kitlelerin, kalabalıkların her zamankinden çok daha hareketli bir tutum sergilemeleri doğaldır elbette. Daha soyut bir nitelik arzeden, müşahede edilmesi biraz daha gayret gerektiren zulüm uygulamalarını fark etmek ve tepki göstermek konusunda kitlelerin geri kalması anlaşılabilir bir durum. Mamafih konuya vakıf olan, daha duyarlı konumda olması gereken insanların, çevrelerin tutumlarının ise geniş kitlelerin tutumlarından daha farklı olması gerektiği de tartışılmaz.

Şöyle ki, Gazze Ocak 2006’da Hamas’ın seçimleri kazanmasından itibaren tam bir toplama kampına çevrilmiş ve Haziran 2007’de işbirlikçi Abbas’ın elemanlarının sürülüp çıkarılmasının ardından itibaren ise vahşi bir ambargoya tabi tutularak ağır ağır “ölüm”e maruz bırakılmış bir beldemiz. Ambargo yüzünden insanların aç, susuz, yakıtsız, elektriksiz, ilaçsız kaldıkları Gazze’den yardım çağrıları, feryatları hep yükseldi. Ama ne yazık ki, ABD ve AB onaylı, yerli işbirlikçiler destekli Siyonist ambargo hiçbir zaman gerektiği oranda bir tepkiyle karşılaşmadı. 27 Aralık’tan hemen önceki süreçte ambargoya karşı düzenlenen etkinliklere, gündem oluşturma çabalarına İslami çevrelerin genelde duyarsız, sessiz kalmaları bu durumu açıkça yansıtmaktadır.

Özetle, şunun anlaşılması gerekmektedir: Siyonist çetenin insanlık suçu, savaş suçu işlediğini haykırmak için illa ölü bebeklerin resimlerini görmek gerekmiyordu! Kardeşlerimizin feryatlarına ses vermek için bombaların Gazze’yi tarumar etmesini beklemek gerekmiyordu! Aynen Irak’ta Amerikalı işgalcilerin varlığını reddetmek için Ebu Gureyb manzaralarıyla karşılaşmanın gerekmemesi gibi!

Yaşadığımız Kuşatılmışlığı Kavramadan Filistin’i Anlamak Mümkün Olamaz!

İkinci bir zaaf noktası da Türkiye devletinin konumunun doğru algılanması ve doğru zemine oturtulması konusunda ortaya çıkmakta. Gazze ile dayanışma etkinliklerinde Hükümet politikalarına paralel tutumlar sergileme mantığı kendisini sıkça hissettirmiştir. Bu kimi zaman Hükümet adına yapılan açıklamaların, girişimlerin açıkça desteklenmesi tarzında, kimi zaman da düzene ait değerlerin, sembollerin, kavramların sorgulanmaksızın sahiplenilmesi şeklinde tezahür etmiştir.

Yaşadığımız ülkeye egemen rejimin politikalarını, Müslümanlara ve İslam’a düşmanlığını, Ortadoğu’da ABD ve İsrail politikalarıyla çok yönlü ortaklığını görmezden gelip işi Başbakan’ın duygusal çıkışlarına, dış politika danışmanının iyi niyetli girişimlerine indirgemek ve bunları esas alarak pozisyon belirlemek siyasi basiretsizliktir.

Türkiye, Mısır ve Ürdün ile birlikte on yıllardır bu bölgede İsrail ile stratejik işbirliği içinde bir ülke. Sadece ekonomik ve siyasi alanda değil, askeri ve istihbarat alanında da çok yönlü ilişkilere sahip bu iki ülke arasındaki irtibat yazılı metinlerde de ifade edildiği üzere “stratejik ortaklık” kavramıyla tanımlanmakta.

Elbette AK Parti Hükümeti’nin Siyonist saldırganlığa yönelik eleştirileri, tepkileri önceki dönemlere nazaran ileri bir adım sayılabilir. Yaşanan vahşete karşı Başbakan’ın hislerinin ve tepkisinin seleflerine nazaran çok daha yoğun ve içten olduğunu görmemek imkansız. Mamafih TC’nin konumuna dair tüm arkaplan atlanarak, İsrail’i bu coğrafyada bunca azgınlaştıran, kudurganlaştıran temel faktörün bölge ülkelerinin tutumları olduğu gerçeği görmezden gelinerek Başbakan’ın sözlerine bel bağlamak makul bir yaklaşım olamaz.  

Hükümet’in tutumuna sempatiyle yaklaşma olgusu sadece aktüel politik gelişmelere dair bir tutumdan ibaret kalsa, belki çok da önemli sayılmayabilir, konjonktürel bir değerlendirme veya tavır alış denilip geçilebilirdi. Ne var ki, konu burada kalmayıp Hükümet politikalarına sempati duyma, destek verme tavrı üzerinden düzene eklemlenme, düzenin yaygınlaştırdığı kimliğe ve sembollere sahip çıkma tavrına dönüşmektedir.

Bu çerçevede rahatlıkla “biz Türkler”, ya da “Türk milleti” söylemleri dillendirilebilmiş, ümmet duyarlılığı ve bilinci yerine Osmanlı misyonuna özlemler canlandırılabilmiştir. Hatta yer yer İslami kuruluşların etkinlikleri dahi resmi tören havasına büründürülmüş, İstiklal Marşı, Türk bayrağı gibi düzeni temsil eden semboller öne çıkartılmıştır. Bunca yaşanandan sonra hâlâ birilerinin orduyu göreve çağırması ve TSK’nın Gazze için iyi şeyler yapabileceğine inanması çok düşündürücü, aynı oranda da üzücüdür.

Tüm bunlar neden yapılmıştır? Sisteme karşı bir politik tavra, muhalif bir duruşa sahip olunmadığını göstermek; halka daha şirin gözükmek; daha geniş kitleleri kucaklamak adına! İyi de bu tarz bir pragmatizmin bizi götüreceği yer neresidir? Bizler İslami kimliğimizi ikinci plana attıktan ve cahili değerler ve sembollerden beri olma tutumumuzdan taviz verdikten sonra sadece Gazze değil, tüm Filistin kurtulmuş olsa bize ne faydası olacak?

Siyonistlerin Gazze’ye yönelik saldırısına karşı geliştirilen tepkilerle ilgili olarak net bir ayrıştırmanın gerekliliği açıktır. Bizler İslami kimliğimizden dolayı Gazze’ye, Filistin’e, kardeşlerimize sahip çıkmak durumundayız. Daha temelde Filistin davasını, Mescid-i Aksa’nın kurtuluşunu, Ortadoğu’da Batı emperyalizminin ileri karakolu olan İsrail’e karşı mücadeleyi kendi davamız, mücadelemiz, sorumluluğumuz olarak görmek zorundayız. Ve mutlaka bunu saf, net, katışıksız bir İslami kimlikle yapmalıyız.

Ne şekilde olursa olsun “Gazze’nin yanında yer alalım, Filistinli kardeşlerimize destek olalım!” tavrı tutarlı bir tavır değildir. Hiçbir sorunu böyle değerlendiremeyiz, değerlendirmemeliyiz. Nasıl ki başörtüsü sorunu çözülsün de bedeli ne olursa olsun, Kürt sorunu çözülsün de neye mal olursa olsun demememiz gerektiği gibi! Çünkü çözüm zannedilen şeyler bazen bizatihi düğümün kendisi olabilir.

Biz her konuda adalet temelinde çözümden yanayız. Gerçek çözümün, adil çözümün ise ancak Kur’anî ilkelerden neşet eden, İslami kimliğimizle uyumlu yöntemlerle mümkün olabileceğine inanıyoruz. Bu esaslarla çelişen yöntemler üzerinde yükselen hiçbir çabanın, mücadelenin bizi ve kardeşlerimizi hayırlı bir sonuca götürmeyeceğinin de farkındayız.

Bu duyarlılıkla zihnimizi, saflarımızı, zeminimizi İslami kimliğimizle çelişen, çatışan her türlü unsurdan net biçimde arındırmalıyız. Kuşatıcılık adı altında pragmatik bir yaklaşımla ilkelerimizi, söylemlerimizi esnetmemiz ciddi bir kimlik kirliliğine ve savrulmaya kapı aralayacağı gibi, dayanışma içinde olduğumuzu iddia ettiğimiz kardeşlerimizin mücadelesine de zarar verecektir.

Destek verdiğimiz Hamas ve İslami Cihad eğer pragmatik tutumu tercih etmiş olsalardı bugün başlarına gelen sıkıntıları yaşamaz, el-Fetih gibi “uluslararası kamuoyu”nun “saygı” gösterdiği bir örgüt; liderleri de  Mahmud Abbas gibi diplomatik müzakereler sürecinin bir parçası olurlardı. Onlar ilkeli davrandılar; “İsrail’in varlığını kabul etsek ne olur, zaten tüm dünya kabullenmiş!” demediler; “Direniş bugüne kadar bize kurtuluş getirmedi, artık müzakereler yoluyla halkımıza refah sağlamaya çalışalım!” demediler; “İslami şiarlar tüm dünyada olumsuz algılanıyor, daha kuşatıcı, evrensel kabul gören aidiyetleri, kavramları öne çıkartalım!” demediler.

Ya ne dediler? “Hasbunallah ve nimel vekil” dediler! Ve bugün gıptayla, onurla baktığımız tabloları meydana getirdiler. Bizler de “kısa günün kârı” mantığıyla hareket edenlerden ve ziyana uğrayanlardan olmak istemiyorsak, bu tablodan ders çıkartmalı ve gerçek kazanımlar için ilkelerimize sarılmalıyız!

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR