1. YAZARLAR

  2. Hamza Türkmen

  3. Fikrî ve Stratejik Önceliklerimizde Tarih ve Gelecek

Fikrî ve Stratejik Önceliklerimizde Tarih ve Gelecek

Eylül 2011A+A-

Müslümanların fikrî ve stratejik önceliklerinin ne olduğu meselesi tebliğ, inşa ve değerlerini koruma çabalarıyla ilgili ibadî bir konudur. Oysa bugün fikrî ve siyasi önceliklerimizle ilgili birçok konu Türkiye’nin “bölgesel güç olma” hedefi ve gündemi tarafından kuşatılmakta veya birçok Müslüman aktör ve cemaat, çağdaş gelişmelerin sadece takipçisi konumuna düşmektedir. 

Türkiye’de birçok Müslüman tarafından çağdaş gelişmelerle ilgili takınılan tutumun, fikrî ve stratejik İslami öncelikler doğrultusunda “analiz ve tavır geliştirmek”ten çok, “kuşatılma ve izleme” haline dönüşmesi üzücüdür.  “Kuşatılma” egemen kültür ve verili siyasete kimliksel eklemlenmeyi, “izleme” hayattan ve şahitlik görevinden kopmayı, içe kapanmayı getirmektedir. Çağdaş sorunları hem kavramsal zemin hem vakıa olarak tanımlamalarında eksikler olsa da içe kapananların kaygılarını anlamak mümkündür; ama çoğu zaman geç gelen tepkileri ve sünnetullaha aykırı çıkışları geleceğe dönük bir ışık vermemektedir.

Bir de Türkiye’yi tarihî kardeşlik bağları özlemiyle bölgesel güç haline getirmeyi ve kurulu cahilî nizam içinde halka hizmet politikaları üretmeyi, ıslah ve inşa konusundaki önceliklerine tercih edenler var. Bu kişiler ya hayatı anlamlandıran öncelikler bakımından tercih değiştirmekte veya “ibadî öncelikler”ini takdir edemeyen bir kırılma ya da “ahd-i ilahi”den bir uzaklaşma hali yaşamaktadırlar.  1945’ten sonra oluşan/oluşturulan Türk milli dindarlığı ile yaşanan yabancılaşma hali de hâşâ aşılabilmiş değildir. Bu yabancılaşmayı Kürt ulusçuluğu ve PKK’nin yükselişi karşısında yaşanan öykünmecilikle şimdi de “eli tespihli” ve “dili Kur’anlı” kişilerin Kürt milli dindarlığı şeklinde tekrar etmeleri, her iki kesim için de henüz İslami rüşt ve mükellefiyet yaşına varamamışlığın bir göstergesidir.

Çağdaş durumlar karşısında pasif veya içe kapanan izleyici olmayı aşarak, her ortamda vahyin mesajını fıtri ve Kur’ani adap, üslup ve tedricilik doğrultusunda gündeme sokmaya çalışmak ibadî bir sorumluluktur. Zira tertil fıkhı, tebliğ ve şahitlik, tüm rasullerin farz olan sünnetleridir.  Bizler inanç ve amel boyutuyla “Allah’ın birleştirmesini emrettiği şeyi kesme” (4/24) ve “Kur’an’ı mahcur bırakma” (25/30) eşiğine yaklaşan parçalanmış bir ümmetin çocuklarıyız.

Müslüman muhayyilesinde “ümmet bilinci” en önemli ufuk ve “ümmetin yeniden inşası” en önemli gelecek tasavvurudur. Bugün ümmet örgütlülüğünü yitirdiğimiz ve ulusal-modern devletlerin tebaası konumuna düştüğümüz bir gerçekliği yaşıyoruz. Batı paradigmasına ait bu seküler toplumsal mühendislik kuşatmasını aşabilmemiz için, kuşatıldığımız sosyo-kültürel, sosyo-ekonomik ve sosyo-siyasal yerel ve küresel vakıayı, İslami hedeflerimiz ve önceliklerimiz doğrultusunda değerlendirip, Rum Suresi’nin girişinde Yüce Rabbimizin yol gösterdiği gibi çağdaş vakıanın lehte ve aleyhte olan boyutlarını ortaya koymamız gerekmektedir.

Tabii ki ümmetin tarihî sürecini, bugünkü konumunu ve stratejik önceliklerimizi sünnetullah çerçevesinde netleştiremeyenlerin dilinde “Rum” vakıasını da Mekke cahiliyesindeki “ilaf”, “eman” ve “panayır” imkânlarını da Habeşistan’a niçin “hicret” edildiğini de değerlendirmenin pek anlamı olmayacaktır. Veya vakiî gerçekliğimize dayanmayan ideolojik okumalar, Siret-i Nebi’de örneklerini gördüğümüz bu imkânları değerlendirmede indi telakkiler üretmektedir. Dolayısıyla mevcut durumumuzla ilgili doğru vakıa okuması ve ciddi bir tarih ve toplum analizi yapamayanların metodik konularda fıkıh üretmeleri de şazz görüşlerden öteye gidememektedir.

Müslümanların mevcut halleriyle ilgili fıkıhsızlıkları ya da metodik planda şazz veya kaos içeren yaklaşımları yeteri kadar “tarih bilinci”nin gelişmemesiyle alakalıdır. Özellikle Osmanlı tarihi arşivlerine uymasa da 1400 yıldan bu yana Müslümanların hilafetle yönetildiklerini iddia eden “savunmacı tarih yaklaşımı”nı da; İslami yaşamı yatay ümmet ilişkilerinde değil de iktidarda arayan ama tarihî saltanat rejimleri yüzünden çaresiz kalan “geniş aralı” veya “kopuk tarih yaklaşımı”nı da aşamayan kişi ve cemaatler tabii ki bugünkü vakıamızı doğru tespit etmekte zorlanmakta ve de hükümlerinde büyük yanılgılara düşmektedirler. Oysa sünnetullah çerçevesinde değerlendirilecek “safhalı tarih anlayışı” ile bugünkü durduğumuz yeri ve mücadele safhamızı daha iyi anlayabiliriz.1 Bu perspektif, cahilî kuşatmalara karşı direnmek, tarihî birikimi veya enkazı ıslah etmek ve niteliği Müzzemmil Suresi’nde öğretilmeye başlanan Kur’an nüvesini veya nüvelerini yeniden inşa etmek doğrultusunda daha verimli açılımlar vazetmektedir.  Ve bu yaklaşım, önceliklerimiz konusuna da tutarlılık ve önemli bir hamle enerjisi getirecektir.

Müslümanların dünden bugüne gelen tarihî sürecine “savunmacı tarih yaklaşımı” veya “geniş aralı tarih yaklaşımı” ile bakanlar sürecimizi ve bugünü değerlendirmekte ciddi çelişkilere düşmekte ve perspektif zafiyeti yaşamaktadırlar. Bu iki uç tutumun tarihimizdeki yanlışları örtücü, tevil edici veya her şeyiyle yok sayıcı olan yorum ve kurguları, insanımızı geldiğimiz sürecin gerçekliğinden kopartmakta; hamaset veya ilgisizlik boyutuna sevk etmektedir. Kur’an’ı ve hayatı, tarihi yorumlamak için yol gösteren ayetler ve sünnetullah çerçevesinde bir okuma denemesini ifade eden “safhalı tarih anlayışı” önemlidir. Ancak tüm peygamberlerin siretlerinde de karşılık bulabilen bu okuyuş, öncelikle hak edilmemiş gücü değil, arınma, takva ve İslami şahsiyeti; zemini olmayan bir iktidarı değil, kuşatmalar altında da olsa sosyal şahitliği vazetmektedir.

Tebliğ ve mücadelede merhaleciliği ifade eden safhalı tarih algısı, sahip olunacak bir “ıslah projesi” için tüm rasullerin hayatında örneklenen önemli bir perspektiftir. Günümüz için bu algıyı ve projeyi, Batılı paradigmada yer alan “revilation”lardan öykünme bir aceleciliği, devrimciliği veya ihtilalcılığı önceleyen iktidar merkezli kimlik olarak değil;  iktidarı da hedefleyen köklü bir fikrî, siyasal ve sosyal değişim için Kur’an’ın gösterdiği tedricî ıslah ve inkılâp yolunda ümmet merkezli bir direniş ve inşa faaliyeti olarak değerlendirmek gerekmektedir. Ödünç bir kavram olan “devrimcilik”, eğer fikrî ve siyasi alanda kimliğimizi Rasulullah’ın (s) siretindeki örneklik gibi Kur’an merkezli kılabilmek ise; ümmetin yeniden ıslah ve inşası faaliyetlerinin aşamalarında sabır ve kararlılıkla rol alabilmek ise ve kazanımlarımızı koruma bilinç ve tavrını şahsiyetleştirmek ise o zaman son derece anlamlı bir nitelemedir. Kısmen “muslih” kavramını karşılayabilir. Ama kendi safhamızın değil de tabanı oluşmamış ütopik hedeflerin uğrunda dökülen terin adı olarak kullanılıyorsa, bilinmeli ki bu devrimcilik vasfı, cahiliye karşısında tepkileri olan ama ıslah ahlakını şahsiyetleştirememiş bir “direniş”ten veya “anarşizm”den öteye gidemez. Bir de Müslümanca var kalabilmek için nefsimize, yerel ve küresel istibdada karşı direnme ibadetini “devrimcilik” olarak sunma öykünmeciliğine veya çocuksuluğuna da dikkat çekmek gerekir.  

Zaafları ve Kuşatılmışlığımızı Okuyabilmek

Rum Suresi’nin girişinde gösterildiği gibi kuşatıldığımız cahilî çağdaş vakıanın lehte ve aleyhte olan boyutlarına tabii ki bakmamız gerekmektedir. Son dönemde Türkiye halklarına (çevreye) belli ölçüde de olsa sosyal hizmet yollarının açılması ve Kemalist vesayet karşısında hukuk ve özgürlük alanlarının geliştirilmesi; ayrıca Türkiye’nin -hangi nedenle olursa olsun- İslam coğrafyasına yönelik açılımlarıyla sınır ötesi Müslümanlarla tarihî kardeşlik bağlarımızın yeniden güçlendirilme imkânının doğması, bir nevi Mekke döneminde Müslümanlar için güvenli belde haline gelen Habeşistan şartlarının çoğaltılması anlamına alınabilir. Müslümanlara düşmanlık yapmayan müşriklere adil davranmamızı emreden Rabbimizin buyruğu  (60/8) kuşatıldığımız tarihî süreç içinde de bize ışık tutmalıdır. Hükümet olarak, tıp sahasından ulaşım alanına kadar devletin imkânlarını halka hizmet için kullanmaya yöneltenlerin, inanç ve düşüncelere alan açmak konusunda bazı girişimlerle kolaylık sağlayanların; İslam’a bütünsel karşıtlığı ifade eden Kemalist vesayeti geriletmeye çalışanların Türkiyeciliği yücelten bir misyona da hizmet etseler, gerçekleştirdikleri çabalar önemlidir. Küresel sistemin işbirlikçiliğinden yeterince kopamamış ama İslam’a da açıkça düşmanlık yapmayan bu “Türkiyeci misyon”un taşıyıcıları, en az fiilî düşmanlıkta bulunmayan Hicaz müşrikleri ya da Habeşistan Nasranîleri kadar adaletle karşılanmayı hak etmektedirler. Kimliğimiz konusunda fiilî düşmanlık yapmayan muhataplar olarak görülmesi gereken bu kişilere, tebliğ açısından uyarı ve ikaz görevinden de geri durmamamız gerekmektedir. Reel siyaset içindeki bu aktörlerle ilişkimiz nemalanıcı bir müdahane/dalkavukluk içinde değil, Hz. Yusuf’un icraatlarını hatırlatan, uyarıcı ve ölçü bildiren nassların üzerini örtmeden gerçekleştirilmelidir.

Kaldı ki bu ekibin önde gelenleri İslami ilmihal bilgilerini dar anlamda da olsa uygulamaktadırlar. Bu kişilerin Rasulullah’ın (s) örnekliğini gösterdiği gibi İslam’ı Kur’an eksenli bir bütünsellik içinde kavrayamamaları veya kavradıkları vahyî bütünlüğü gerçekleştirmekten uzak kalmaları ve diğer yanlışları, onları İslam’a mensubiyet dairesi içinden çıkartmaz. Ama onlara yönelteceğimiz adaletli tutum tebliğde, yaşayışta veya inşada hamle yapan İslami bir güzelliğe imza attıkları için değildir; Türkiye’nin cahilî sisteminde seçtikleri reel misyonları gereği halka hizmeti ve insan haklarını gözetmeye çalıştıkları içindir. Yanlışları yanında sergiledikleri güzelliklerindeki temel saikin ne olduğu hususu ise kalplerden geçeni bilen Rabbimize kalmış bir husustur.

Aslında Kur’an ve Sünnet merkezli bilinç ve tavrı kuşananlar dışında, dün İslami talepleri ve İslam düşmanlarına karşı başarılı direnişi ile gündeme gelen İran İslam İnkılâbı’nın kendini Kur’an dışı akidevi aidiyetlerle sınırlandırmasındaki taklitçiliği görmezden gelen veya onaylayan refleksler; bugün de AK Parti yönetimiyle birlikte Müslümanlara saygılı, tek-tipçi Kemalist otoriteyi geriletici tutumlara destek vermeye yönelmektedir. Ama genellikle bu destek, bağımsız İslami kimliğini oluşturmayan veya ayrı tutmayan bir erozyonla beraber gerçekleşmektedir. Bu taklitçi veya sığınmacı refleks türü, küresel kapitalist yapı içindeki kalkınmacılığa ve ulusçuluğun farklı bir türü olan ayrıştırıcı Türkiyecilik mefkûresini öne çıkartan asabiyeye ses çıkartmamaktadır.

Ya da dün İslami bir düzen için istikameti belirsiz bir duyarlılıkla Moro’daki, Eritre’deki, Afganistan’daki Müslüman gerillaların mücadelesini veya İslami devrim hayalini şiarlaştıranlar, bugün AK Parti iktidarının başarıları ile yetinmekte ve İslami dönüşüm özlemlerini reel şartların akışına ve kendiliğindenciliğe mahkûm edebilmektedirler. Oysa İran’daki devrimin de AK Parti iktidarının da sağladığı imkân ve güzelliklere sevinmek, vahiy temelli “direniş, ıslah ve inşa projemiz”in biricikliğini örtmemeli ya da perdelememelidir.

Fikrî ve stratejik öncelikler için alan açılması veya şartların iyileşmesi, Mekkeli muhacirleri “Habeşistancı” yapmadığı gibi, kendilerine bu şartları sağlayan Habeş otoritesine karşı fıtri ve vahyî esasları tebliğ etme mücadelesinden de alıkoymamıştı. Dün İran’daki gelişmeyi Müslümanlardan vahyî ölçülerle nesnel olarak değerlendiremeyen dışlayıcı ya da İran’daki pratikle tümüyle bütünleşici tavırlar; bugünün Türkiye’sinde AK Parti misyonu ile ya kimliklerini aynılaştırıyor ya da AKP’yi hedef tahtasına koyuyor. İbadî tutum içinde tahkik, yenilenme ve şahitlik sorumluluklarını modelleştiremeyenler veya bu istikamette çabası olmayanlar için zaaflı çözüm arayışlarıyla cedelleşmeyi ya da bütünleşmeyi öncelemeleri, iki taraflı bir erozyona kapı açıyor.

Olumsuzluk konusunda, İran’ın “La Şiiyye La Sünniyye Vahde Vahde İslamiyye” sloganıyla adım atılan inanç ve düşünce özgürlüklerinin önünü mezhebî taassup ve engellerle kesmesi ne ise AK Parti’nin İslami aidiyetleri Mevlanalı, Hacı Bektaşlı batini sembollerle karıştırıp post-modern bir kaosa sürüklemesi veya kapitalist kalkınma ve tüketim hedefini şerh koymadan yaygınlaştırması da odur.

Özellikle egemen küresel sistemin aşıladığı alışkanlıklarını nasıl aşacağımızı tasarlarken, reel siyasi ve ekonomik alanda rol alan Müslüman siyasilerin ve ekonomistlerin sistem içi kalkınmacılığı şerh koymadan ve zaaflara vurgu yapmadan teşvik etmesi, kimliksel önceliklerimizle çatışmaktadır. Bu hal tehlikelidir. Çünkü vahyî bilinçle inşa edip güçlendirmeye çalıştığımız İslami kimliklerimiz, genel olarak küresel önceliklerin ve yaşam tarzının kültürel ve ekonomik kuşatmasını yeterince aşabilecek bir donanıma henüz ulaşabilmiş değildir.

Örneğin ergenlik çağına ulaşan Müslüman çocuklarımıza bugün için “Hayatta vazgeçemeyeceğiniz iki şey nedir?” şeklinde soru yönelten bir anketin aldığı ana cevap şu olmuştur: “Cep telefonu ve bilgisayar.” Bu ankette kanaatini “Cep telefonsuz bir hayat düşünemiyorum.” diye ifade edenler de olmuştur. İnsan yaşı ilerledikçe kuşatılmış kimlikler bölünmüş kimliklere dönüşebilmektedir. Rüşt yaşına ulaşan Müslüman geçlerden büyük bölümü “İslami kimlik nedir?” sorusuna tatminkâr cevaplar verebilmektedirler. Ama aynı gençlerin önemli bir kısmı beğeneceği karşı cinsi İslami dava insanlığı ve muslih tutumu yerine; öncelikle giyim tarzına, modern araçları kullanma becerisine ve eğlence biçimine göre tercihte bulunma eğilimindedir. Hayat motivasyonunu fıtri ve vahyî değerlerden çok, modern tüketim kültürü ve hazcılık motive edebilmekte, mutluluk tasavvuru anlam kaymasına uğramaktadır.

Mükellefiyet yaşına ulaştıktan sonra sistem içinde edinilen roller ve statüler, ekonomik güç, yaşanılan semt, çocukların eğitim aldığı kolej ve benzer imkânlar, birçok insan için araç olmaktan çıkıp liberalizmin bireyselleştirici rolü doğrultusunda amaç haline gelebilmektedir. Müslümanların hayat yolunda önlerine çıkan bu nefsanî ve modernist sapmaların eleştirisinin hangi saikle yapıldığı da önemlidir: Eleştiri söz konusu eğilimleri yaşamak konusunda gündem tutan araç ve imkânlara ulaşılamadığı için mi; yoksa gerçekten ıslah kaygısı ve adil, yaşanabilir bir inşa çabasını alternatifleştirmekte güç kaybetmemek için mi yapılmaktadır?

Yanılgılar ve Ayrışan Eğilimler

İslam dünyasının düşüşü 19. yüzyılda somutlaştı. Başımıza ulus devletler dikilirken dayatılan ulusal kimlikler karşısındaki Müslümanların direniş ve kıyam hareketleri katliamlar, sürgünler ve sonra da uyduruk yargılama süreçlerinde alınan kararlar gereği kanaat ve hizmet temsilcilerimizin idamlarıyla bastırıldı. Müslüman halkın kahhâriye çekmekten başka gücü kalmamıştı. Korku içinde kalan tebaanın karşıtına sığınarak alan açma teşebbüsü, 1945’teki görece demokratikleşme imkânı ile gündemleşti. Çaresiz bir halde çocuklarına Kur’an okutabilmek, camilerini ahır ve depo olmaktan kurtarabilmek ve hac farizasını eda edebilmek için karşıtına sığınarak var olmaya çalışan büyüklerimiz, sığındıkları ulusçuluk/millilik şemsiyesi altında zaten yeterince kitabileştirme imkânına ulaşamadıkları değerlerine bu sefer de millilik elbisesi giydirdiler. “Milli dindarlık” sentezi içinde İslami olana alan açmaya çalışanlardan bazıları DP, AP, ANAP gibi çevreyi önemseyen muhafazakâr elitlerin kuruluşlarında siyaset yaparken; bazıları da sistem içinde kendileri aktör olmaya kalkıştılar ve 1945’te MKP, 1970’te de MNP çizgilerini geliştirmeye çalıştılar.

1970’li yılların ortalarında az da olsa temayüz eden ve elbisesini ulusalcı ve gelenekçi muharref kutsallardan temizlemeye çalışan “tevhidî uyanış süreci”, belki Danişmendlilerden ve Osmanlılardaki Kadızadelilerden sonra Bilad-ı Rum’da yakalanan en önemli imkândı. Ancak bu süreç düşünsel ve yapısal inşasını pratiğin içinde tamamlamak yerine, “mektep ve hareket” boyutunu kurumlaştıramadan, sistem dışı bir mücadele algılayışıyla “devrim ve devlet” hedefine kilitlendi.

Sistem içi güçlere sığınarak veya sistem içinde rol alarak var kalmaya çalışanlar ya da sistem dışı devrimci bir algıyla devleti ele geçirmek veya İslami devlet kurmak hedefine yönelenler sünnetullahı, tedricî/safhalı mücadeleyi ve şahitliği ıskalıyorlardı. Müslümanlar yerel ve küresel sistemin birbirine entegre olan gücünü ve hazırlıksızlıklarını kavramaya başladıklarında 28 Şubat 1997 darbesiyle karşılaştılar. 28 Şubat’la birlikte ılımlı ve radikal ayrımı yapılmaksızın Müslümanlara yönelik adeta sürek avı başlatılmıştı. Bu süreçte en başta, uğrunda büyük fedakârlıklar sergilenen ama sünnetullaha uymayan yanlış öncelikli hedefler nedeniyle büyük düş kırıklıkları ve sarsıntılar yaşandı. Sonunda “dağılma, bireyselleşme, ricat, toparlanma, direniş, savrulma, yozlaşma” lafları etrafında dönen ve bir türlü genel bir “istişari özeleştiri”ye dönüşemeyen söylemler gündemi oyaladı. 28 Şubat süreci sonrasında -istisnai durumlar dışında- Müslümanların üç ana eğilimi belirginleşti:

1- Sistem içi veya sistem dışı öncelikli iktidar hedeflerinde yanılıp eski iddialarını terk eden ve peşinden de güç eksenli seküler değerlerle dirsek temasına geçen büyük çoğunluk. Bunlar genellikle eski enerjilerini kariyer yapmak, zengin olmak, statüko içinde üst makamlara ulaşmak için seferber ettiler. Öncelikli iktidar hedeflerini yitirenlerden bir kısmı da kendilerini hayır işlerine adadılar.

2- Gizli veya açık yapılanması içinde öncelikli iktidar hedefi konusunda aceleciliğini görüp içe kapanan kesim. Bu kesim arasında, mektebî boyutunu dondurup siyasi ve metodik tespitlerini doktrinleştiren Hizbu’t-Tahrir’in ezberci mantığı gibi taklidî eğilimler derinleşti. Bu eğilim Selefiliğin ve el-Kaide mantığının beslendiği önemli bir zemin haline gelirken, aynı zamanda derinleşememiş tevhidî birikiminden dolayı da tasavvufi eğilimlere eleman kazandırabildi.

3- Türkiye’deki tamamlanamamış olan “tevhidî uyanış süreci”nin zaaf ve kazanımlarını “direniş, ıslah ve inşa projesi” doğrultusunda değerlendirip, mektep-hareket boyutunu tanıklık kaygısı içinde kurumlaştırmayı ve uzun erimli tedricî bir mücadeleyi önceleyenler. Nicelik olarak küçük ama sürekli olarak niteliklerini artırıp şahitliklerini kökleştirmeye çalışanlar. Müslümanların gelecek tasarımlarını Kur’an’ın amaçları ve Rasulullah’ın evrensel örnekliği ile kurmaya çalışan en önemli birikimimiz ya da kazanımımız da işte bu “tevhidî direniş, ıslah ve inşa çizgisi”dir.

Bizleri kuşatan yerel ve küresel sistem içinde fikrî ve stratejik önceliklerimizle ve durum değerlendirmesiyle ilgili yapılan tüm metodik tartışma ve analizler, büyük ölçüde bu üç şıkta tasniflediğimiz arka plandan beslenmektedir. Bu çerçevede kimin ne tartıştığından önce, hangi çizgide durduğu önem kazanmaktadır.

İçinde bulunduğumuz hat ne olursa olsun Türkiye’de yaşıyoruz. Zorunlu olarak İslami amel ve faaliyetlerimizi de bu statü içinde gerçekleştiriyoruz. Türkiye’deki sistemin vahye dayanmadığı ve içinde yaşadığımız ulus toplumun da bir Kur’an ümmeti olmadığı açıktır. Bu çerçevede cahilî TC sisteminin ve hâkim tüzel kişilik olarak da Türk ulus toplumunun içinde bulunuyoruz. Bu statü, İslami kimliğimiz açısından bir kuşatmayı veya mahkûmiyeti ifade etmektedir. Egemen Batıcı-ulusalcı sistemin veya resmi ideolojinin kimliğinden arınıp, özgün kimliğimizin, İslami aidiyetimizin bilinci içinde olmak, bize kimliksel olarak sistemin kimliği dışında olma sorumluluğunu yükler. Bu sorumluluk her Müslüman için kazanılması gereken taabbudi bir görevdir.

Sistemin kimliği dışında olmak veya dayatılan resmi ideolojiyi aşmakla, sistem dışı olmak aynı şeyler değildir. Cahilî sistem dışında olmak için ilk defa toplumu vahiyle gereğince uyaracak ve toplumsal dönüşümü sağlayacak bir ıslah ve inkılâp hedefine ulaşmak gerekir. Bu hedeften sonraki kazanımlar da Rabbimizin gaybi yardımına bağlıdır. Eğitimini, sosyal ve ekonomik ihtiyaçlarını sistemin imkânları içinde gerçekleştiren Müslümanlar, tabii ki bizi ve kimliğimizi tutsak konumuna düşüren cahilî sistemin içindedirler ve kurtuluşlarını bu sistemin içinde kendilerine alan aça aça yürüteceklerdir. Sistem içi ve sistem dışı tartışmaları sosyal varlığımızla ilgili değil, kimliksel aidiyetlerimizle ilgilidir. Ve sistemi aşmak için tabii ki Rasulullah’ın Mekke cahiliyesinde gösterdiği gibi ilkelerimizden taviz vermeden periyodik yayın, dernek, vakıf, camii gibi kullanabileceğimiz sistem içi araçları kullanmayı gerekli kılmaktadır. Yoksa sosyal vakıa olarak kendisinin “sistem dışı” olduğunu iddia edenlere sünnetullahı gözetmeyen bir acelecilikle silahlı mücadeleden başka yol kalmamaktadır. Ekonomik ilişkilerinden tebliğ ve cihad telakkilerine kadar sistem dışı olduğunu söyleyenler, iddialarının gereklerini yerine getirmedikleri sürece “Yapmayacağınız şeyleri söylemeyin.” (61/3) ilahi ikazını hak etmektedirler. Bu tür ataletlerini mücadelede gizlilik söylemiyle örtenler ise bilmeliler ki, Kur’an bütünlüğünde ve rasullerin siretleri içinde “şahitlik” asıl, “gizlilik” ise istenmeyen istisnai bir haldir.

AK Parti’nin İhtiyacı ve Müslümanların Önceliği

Türkiye Müslümanlarının 21. yüzyılın ilk on yılında metodik ve fikrî planda en fazla tartıştıkları gündem maddesi, Recep Tayyip Erdoğan öncülüğündeki AKP’nin Türkiye’deki ve Ortadoğu’daki rolü ve misyonu olmuştur. Erdoğan ve arkadaşları, 28 Şubat’taki bağ bozumundan sonra TC anayasal rejiminde sistem içinde İslami kimlikli partisel bir siyaset yürütülemeyeceği tespitinde bulundu. Ve mevcut laik ve Batıcı sistem içinde İslami aktör olunamayacağı düşüncesi içinde “ılımlı laiklik” ve “muhafazakâr demokrasi” şiarlarıyla özgürleşmeyi ve hukukileşmeyi savunmak, Kemalist ve askerî vesayeti geriletmek, Türkiye’nin ekonomik, siyasi ve kültürel yapısını normalleştirmek çabası içinde oldular.

Türkiye’deki militarist yapı güçlüydü. Kemalist elitler bürokrasiden medyaya, iş dünyasından mafya yapılanmasına kadar arzı endam ediyordu. Dolayısıyla hak ve özgürlükler doğrultusunda ürkek ve seküler adımlar atılıyordu. Fincancı katırları ürkütülmek istenmiyordu. İktidar olabilmek için içeride TSK ve TÜSİAD gibi güç odaklarıyla, dışarıda ABD, AB ve İsrail gibi bölgemizi kuşatan küresel güçlerle didişilmeyecek, müzakerelerle işbirliği içinde bazı imkân alanlarının açılması sağlanacaktı. Bazı kısmi başarılar da elde edildi. AB süreci içinde MGK’nın statüsü kısmen değiştirildi, OHAL uygulaması kaldırıldı ve ülke genelinde işkence olgusu adeta sona erdirildi. İşbirliği yapılan iç ve dış güçlerle onların iç çelişkilerinden de yararlanılarak yol alınması düşünülüyordu. Ama 2003’te Irak’ın işgaline fiilî olarak katılmayı ve Türkiye’de ABD kontrolünde üç askerî üssün açılmasını içeren “1 Mart Tezkeresi”, bizzat bu işbirlikçilik içinde politik manevralara giren AK Parti’nin kucağına bir bomba gibi bırakıldı. Ancak bizim mahallenin 1 Mart Tezkeresi’ne karşı çıkan sokak eylemleri, Erdoğan’ın kabul edilmesi yönündeki teşviklerine rağmen TBMM’yi tıkadı ve 3 oy farkıyla tezkere, dolayısıyla da ABD’nin Türkiye üzerinde yoğunlaştıracağı hegemonyası reddedilmiş oldu.

28 Şubat darbecilerinin İHL’leri kapatmasına ve başörtüsü yasaklarına karşı darbe şartlarında gerçekleştirdiğimiz ve toplumun gönlünde kitleleşen İslami direnişimiz, 2001 yılında hak ve özgürlükleri ön plana alarak kurulan AKP’nin yararlandığı en önemli kitlesel duyarlılık zeminiydi. “Savaşa ve İşgale Hayır Platformu”nun ve “Irak’ta Savaşa Hayır Koordinasyonu”nun büyük gayretleri sonucu Meclis oylamasında reddedilen 1 Mart Tezkeresi, ilk önce küresel dengeler adına AK Parti iktidarını panikletse de daha sonra bu tavrın Türkiye’nin en önemli kazanımı olduğunu Erdoğan ve kabinesi kavramaya başladı. 1 Mart Tezkeresi’nin reddi Türkiye’nin bölgesel ve küresel itibarı açısından ciddi bir sıçrama oluşturdu. 1 Mart Tezkeresi’nin reddi ve peşinden ekonomik alanda elde edilen başarı zamanla Türkiye’nin İslam, Asya, Afrika ve Latin Amerika ülkelerinde hatta Avrupa’da bile itibarını artırdı. Ve Türkiye’nin politik tavırları, onu izlenen bölgesel aktör haline getirdi. AK Parti iktidarı, Türkiye ve bölge halklarının geleceği üzerinde BOP doğrultusunda rol üstlenici uluslararası sığınmacı politikalarını geride bırakırken, sonucu “One Minute” çıkışıyla sivrilen, ama uluslararası işbirliğini de hesaba katarak bölgesel güç olma statüsüne yönelen bir trend yakaladı.

Son senelerde derin devletin vurucu güçleriyle ve dolaylı olarak da Kemalist statükoyla hesaplaşan AK Parti Hükümeti, TC tarihinde ilk defa darbeci albayları ve generalleri sivil mahkemelerde yargılanır hale getirdi. Türkiye’deki Kemalist statükoyu kısmen sarsmak, tabii ki pranga tahtasındaki ilk çiviyi gevşetmek gibi bir şey. Daha geride çok çivi var ama artık ayağını bir adım da olsa geriye çeken statükodan bahsediliyor. Bu halin Mehter Takımı taktiğine dönüşmemesi için işi sıkı tutmak gerekiyor.

R. Tayyip Erdoğan ve yakın ekibi işi sıkı tutmak konusunda, dayandığı kitleyi kimliksel bir örgütlenmeye sevk etmekten çok, uluslararası ilişkilerde eşit taraf veya ortak olabilmeyi önemsiyor. İsrail dışında hâlâ güçlü gördüğü diğer iç ve dış siyasal aktörlere “gizli ajanda”sı olmadığını kullandığı en dindar söylemde bile göstermeye çalışıyor. Erdoğan, çok sevdiği Mevlana’nın deyimiyle “Olduğun gibi görün.” umdesine uyduğunu belirtiyor. Ama gene de gizli ajandası olup olmadığı hem Müslüman ülkelerde hem Batılı ülkelerde tartışılıyor. Erdoğan’ın Batı’ya mı takiyye yaptığı, yoksa Müslümanlara mı takiyye yaptı spekülasyonu bitmiyor. Oysa beyan asıldır ilkesi gereği, Erdoğan’ı olduğu gibi kabul etmek ve kalplerde olanı da Allah’a havale etmek gerekiyor.

Birincil Önceliğimiz

Görülen o ki, AKP kadroları içinde askerî vesayeti geriletmek, halkın çıkarları, inanç ve düşünce özgürlükleri konularında mesafe almak için en çalışkan ve cesur adımlar Erdoğan’ın “merkez ekibi” ile atılabiliyor. Ancak hayatı algılama ve anlamlandırma açısından kimliksel farklılıklar taşıyan AKP kadroları içinde merkez ekibe ayak uyduracak kıvamda ve nitelikte pek fazla insanın olmadığı dikkat çekiyor. Zaten mevcutların önemli bir kısmı da eski İslamcı kadro ve çevrelerin yetiştirmesi. Merkeze yakın duran ve Erdoğan’ı alkışlayan birçok insan, merkez ekibin politik reflekslerini okuyamıyor, pot kırmamaya çalışan bir müteşebbislik içinde siyasi inisiyatif kuramıyorlar. 28 Şubat süreciyle beraber vesayet sistemiyle irtibatlı kişilerle ilişkileri dolayısıyla lekelenen kariyer yapmış, donanımlı ve kabiliyetli kişilere de Erdoğan pek yüz vermiyor. Yani anlayacağımız AKP güvenli yerlerde görev vereceği, parti misyonunu ve Erdoğan’ın reflekslerini iyi okuyabilecek, dinî ritüellere yatkın, faaliyetlerinde ve görev alanlarında bu doğrultuda inisiyatif kullanabilecek ama bununla birlikte reel siyasetin kırmızı çizgilerini de aşmayacak elemanlar arıyor. Yani çevrenin kültürüne saygılı ve özgürlükçü ama hem Türkiyeci, hem kapitalist kalkınmacı hedeflere de ayak uydurabilecek yeni insanlara ihtiyaç duyuluyor.

Erdoğan Hükümetinin insan hak ve özgürlükleri konusundaki başarısı tabii ki desteklenmelidir. Ancak yanlışlar karşısında uyarıda bulunmak veya 1 Mart Tezkeresi’nde olduğu gibi en başta da “çağdaş medeniyet seviyesine ulaşmak” idealindeki kapitalizmin içkinliğine tavır alabilmek için Müslümanların kendi bağımsız hatlarını ve özgün kimliklerini korumaları gerekmektedir. Bu bağlamda risalet dönemi Müslümanlarının Habeşistan’daki rol ve tavırlarının özgünlüğü ve vesayetsizliği unutulmamalıdır. Türkiye’de insani ve hukuki şartlar iyileştirilse de Firavun’un sarayı gibi İslam dışı bir devlet ve sistemin hâkimiyetinde olduğumuz hatırdan çıkarılmamalıdır. Ve bu sarayda imanını gizleyen adam (40/28) gibi imanın gizlenmesi istisnai, Musa (a) gibi İslami kimliğin izharı ve tebliğin gerekliliği ise kaçınılmaz bir durumdur. Devletin ceberut yapısından hukuki yapılanmaya ve hizmet eden çizgiye çekilmesi tabii ki iyidir ve imkân açar. Ama yine de üretilen “iyi”, vahyin adaletine değil, beşeri iyinin seyyaliyetine bağlıdır.

Bizim için “iyi” ancak “birr”i (2/177) taşıyan müminler olabilmemiz ve “birr” doğrultusunda toplumu ve sistemi dönüştürebilmemizle mümkündür. Bize düşen insanın anlam arayışını rölatif kaoslardan arındırıp, vahyin muhkem ve delaleti açık perspektifiyle cevaplayabilmek olmalıdır. Ve vahyî ideallerimiz için iman edenlerin imanını Rasulullah (s) gibi yeniden Kur’ani ilkelerle yenilemeye yöneltebilmeliyiz. “İyiliği emr kötülüğü men” esasına dayanan ve Kur’an’ın örnek sosyal nüveleriyle yükselen bir değişimin sürekli taşıyıcıları olmayı hayatımızın gayesi edinebilmeliyiz. Biz Müslümanlar için iki cihan saadetine ulaşabilmek, ancak sünnetullah çerçevesinde vakıaya ve vahye uygun istikameti kavramamız ve takip etmemizle mümkün olacaktır. Kur’an talebelerinin kuşatıldıkları sistem içinde becerilerini ikincil stratejilerden önce, öncelikle yeniden ıslah ve inşa projeleri için seferber etmeleri gerekmektedir. Kendi evini kurmayı öncelemeyenlerin, başka evlerin yapımına katkı sağlamak için koşuşturmaları fıtri değildir.

Kendi evine hayrı olmayanın, diğer evler için çalışmayı öncelemesi ya beşerî aşk gibi bir akıl tutulmasıdır ya da sorumluluklarının önceliğini karıştıran bir şaşkınlık halidir. Kendi evimizin inşası için Kur’ani mesajın taşıyıcı ve tanıklaştırıcı sosyal nüveleri haline gelmeden başka stratejik hedeflere öykünmek ya basiretsizlik ya da çözülme halidir.

 

Dipnotlar:

1-“Savunmacı tarih yaklaşımı”, “geniş aralı” veya “kopuk tarih yaklaşımı” ve “safhalı tarih anlayışı” ile ilgili bkz: “Türkiye’de İslamcılığın Kökleri” adlı kitabımız, s. 72-79, Ekin Yayınları, İstanbul, 2008.

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR