1. YAZARLAR

  2. Yılmaz Çakır

  3. Eşkiya Dünyaya Hükümran Olmaz!

Eşkiya Dünyaya Hükümran Olmaz!

Haziran 2010A+A-

Başlığa bakarak kastımızın İsrail olduğunu anlayanlara daha girişte zorunlu bir tashih/hatırlatma borcumuz olsun. Belki de doğru başlık, “Haydut dünyaya hükümran olmaz!” şeklinde olmalıydı. Öyle ya, pek çok eşkıya hikâyesi biliriz; yol kesilir, insan öldürülür. Ama hiçbirinde çoluk çocuk demeden, kadın erkek ayırmadan, hele de vicdanının ve imanının sesine kulak vermekten başka kusurları olmayan yardım gönüllüleri katledilmez. Bu ne eşkıyalık geleneğine ne de “ahlak”ına sığar. Onun için, haydutlara, katillere eşkıya ya da korsan denmesi ancak iltifat olabilir.

İlkbaharın yaza evrildiği bir gece bitiminde, vakitlerden sabah namazında insanlığın vicdanına saldırmak, hemen ve belki de tabii olarak korsanlıkla ilişkilendirildi. Buna aktüel gelişimlerin ve çağrışımların sebep olduğu aşikârdı. Somali açıklarında tezahür eden, üç-beş çapulcunun icraatları bir müddettir korsanlık olarak nitelendiriliyordu. Oysa Siyonist haydutlar Somalili ya da başka korsanlarla kıyaslanamazlardı bile. Çünkü Somalili korsanlar 1) Yardım gemilerine saldırmıyorlardı. 2) Teslim aldıkları gemi yolcularını öldürmüyorlardı. 3) Yaptıkları zorbalığı devlet adına ortaya koymuyorlardı. 4) Böyle olduğu halde uluslararası tepkiyle karşılaşıyorlardı. Ülkelerin donanmaları onlara karşı harekete geçiyordu. Şimdi hangi insaf ve hangi kıyas Siyonist haydutları, Somalili korsanlarla aynı ayarda görebilir, aynı terazide tartabilir? Bunun içindir ki, Siyonist çete mensuplarını tanımlarken, eşkıyalık da korsanlık da kifayetsiz kalmakta; korsanlar kendilerini incinmiş hissetmektedirler.

Gemiler Vardı Farklı…

Gemilerden birinde ekmek, su, ilaç ve oyuncaklar vardı. Kardeşlik, dayanışma, kaynaşma vardı. Değişik dinlerden, değişik dillerden, değişik mesleklerden, değişik yaşlardan kadınlar ve erkekler yani insanlar vardı. Gemilerden diğerinde ise bombalar, silahlar, tüfekler vardı. İşgal, abluka, cinayet vardı. Kibir ve yalan vardı. Kahpeler ve katiller yani Siyonistler vardı.

Ekmek ve umut taşıyanlar, İslam’ın ve insanlığın vicdanı olarak korkusuzdular. Ölümü şehadet bilip, “dünyanın en gelişmiş ordularından” olma iddiasındaki katillere karşı çıplak yumruklarıyla direndiler. Silah ve şiddet taşıyanlarsa, onca teçhizatlarına rağmen insanlığın yüzkarası olarak onursuz ve korkak çıktılar. “Seçkin komandolar”, yaş ortalamaları 40’ın üstünde olan “seçkin siviller” karşısında korkudan ağlıyorlardı. Şimdi daha iyi anlıyoruz bu çapulcuların Hizbullah milisleri ya da diğer İslam mücahitleri karşısında tutunamayışlarını…

Bütün bu olanlar tarihin yeni bir evreye girdiğinin de göstergesidir. Müslümanların kendilerini Kur’an’a ve Peygamber’e daha bir yaklaştırdığı bu yeni dönemde hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktır, olamaz da. Aidiyetlerin ulusalcılıktan İslam’a doğru şekillendiği bu vasatta, milliyetçiliğin ve laikliğin darboğazından sıyrılanların, Siyonizm ile mücadeleleri de eski tarz ve yöntemlerle olmayacaktır. Siyonistlerin sahte zaferleri ve başarıları da bir an önce tarihin çöp kutusuna atılmayı beklemektedir. Zaten bölgedeki ve bütün dünyadaki İslami yükselişe paralel gelişen, İsrail’in ve onun hamisi durumundaki Amerika’nın mağlubiyetleri ve başarısızlıkları sözlerimizin doğruluğunun karinesidir. Bütün dünya bilmelidir ki; artık “Altı Gün Savaşları”nın mağlup milliyetçileri, yerlerini İslam mücahitlerine bırakmıştır. Güney Lübnan’dan ve daha sonra Lübnan’ın bütününden, keza yine Gazze mıntıkasından, Siyonistlerin askerî birliklerini söküp atmak bu cümleden olarak okunmalıdır.

İmaja Karşı İman

Uzun yıllardır İsrail, icraatlarını, kamuoyunda oluşturduğu iki imajla/algıyla kotarmaktaydı. Bunlar: 1) Mazlumiyet ve mağduriyet imajı. Bu holocaust (soykırım) sonrası oluşan ve bir ucu bilahare istismara kadar varan bir süreçten besleniyordu. 2) Güç ve galibiyet imajı. Bu da Siyonistlerin uluslararası medyadan sermayeye, sanata ve siyasete kadar uzanan bir dizi alandaki etkisinden kaynaklanıyordu. Özellikle Siyonist rejimin askerî alanda ortaya koyduğu pratikler de güç ve galibiyet imajını daha görünür kılıyordu. İşte son gemi baskını ve katliamı, bir kez daha İsrail’in yukarıda zikrettiğimiz her iki alandaki imajını yer ile yeksan etmiştir. Entebbe baskınını gerçekleştiren askerlerin yerini “ağlayan komando”ların alması ve holocaust’un çocuklarının Filistinlilere daha ağır müeyyideler uygulamaları “imaj devleti”nin son sınıra dayandığına işaret etmektedir.

Yardımlar ve İsrail’in Anladığı Dil

Gazze’ye yardım konvoyu bağlamında gündeme getirilen bir söylem dikkat çekiciydi. Buna göre İsrail’le anlaşarak, konuşarak, işbirliği içinde olmak varken bütün bu süreci işletmemek hatalı bir tutum olmuştu. Bazı yardım kuruluşlarının faaliyetleri de bu söylemi örnekleyen ve özendiren çabalar olarak sunuluyordu. Burada iki hatalı tutumdan, iki temel yanlıştan/kabulden bahsetmek mümkün olsa gerektir. Birincisi, İsrail’in varlığıyla oluşturduğu işgal gerçeğini görememektir. İkincisi, Siyonistlerin direnişten başka hiçbir dilden anlamadıkları hakikatini unutmaktır. O halde hatırlayalım: İsrail; emperyalizmin bölgeye diktiği bir karakoldur. ABD dış yardımlarının neredeyse yarısı bu ülkeye yapılmaktadır. Onun için, dünyanın şımarık bir devleti olarak kibirle salınmaktadır. Onun için, BM’nin aldığı yüzden fazla kararı takmamaktadır (BM’nin 2009 yılında aldığı Gazze ablukasını kaldırma kararı bunlardan sadece bir tanesidir.) Onun için, ambulansları bile vurabilmektedir. Onun için, BM’ye ait bir ilkokulu bombalayabilmektedir. Onun için, İsrail’in yanında hakkın, hukukun ve meşruiyetin anlamı yoktur. Mavi Marmara katliamı ise bunu sadece bir kez daha resmetmiştir. Bu bakımdan adalet ve insaf ehli insanlar nezdinde de İsrail’in meşruiyeti yoktur ve olmamalıdır. İkinci olarak kararlılık ve direniş dışında hiçbir dil İsrail’i ikna edememiştir. Yüzlerce kınama kararının ve onlarca girişimin akamete uğraması bu meyanda ele alınmalıdır. Son olaylarda da hükümetin kararlı tutumunun hemen sonuç vermesi ve ardından tutsak alınan yardım gönüllülerinin salıverilmesi yukarıdaki ifademizi doğrular mahiyettedir.

Şimdi nasıl olur da böylesi gayrimeşru, hukuk tanımaz bir zorbanın iznini, rızasını almayı tavsiye edebiliriz? Kaldı ki, mesele sadece iki-üç geminin götürdüğü son derece yetersiz yardım malzemelerine de indirgenemez. Bizzat bu yardımları götürenlerin de defaatle ve sarahatle izah ettikleri üzere asıl olan genelde işgale dikkat çekmek, özelde ablukayı delmek ve ortadan kaldırmaktır. Yani mesele “balık verme” meselesi değil; “balık tutma”ya imkân verme ve dahi karada ve denizde ifsat çıkaranların ifşası ve imhası meselesidir.

Devlet Terörü Değil; Terör Devleti

İsrail için sık kullanılan ifadelerden birisi onun “devlet terörü” uyguladığı yönündedir. Doğru ve anlamlı gibi görünen bu ifadede çok temel bir yanlış kabul yatmaktadır. Şöyle ki, güya İsrail normal(de) bir devlettir. Ne var ki, yer-yer azgınlık ve hukuksuzluk icra etmektedir. Oysa İsrail kurulduğu ilk günden bu yana zorbalığı, kavgayı, haksızlığı, yalanı ve her tür şiddeti meslek edinmiştir. Bu mesleği icra sadedinde; çocukların kollarını taşlarla kırmak; babasının arkasına saklanan küçük bir çocuğu (Muhammed Durra’yı) katletmek; Amerikan vatandaşı gencecik bir kızı (Rachel Corrie’yi) tanklarla ezmek; tekerlekli sandalyeye mahkûm, bütün vücudu felçli, yaşlı bir insanı (Ahmed Yasin’i) sabah namazı çıkışında, mabedin kapısında füzeyle vurmak gibi, anlamakta, nitelendirmekte hiçbir kelimenin karşılık gelemeyeceği, karşılık veremeyeceği iğrençlikleri, alçaklıkları vardır. En son silahsız ve korumasız bir yardım gemisindeki dokuz kişinin katliamı, onlarca kişinin yaralanması da “terör devleti”nin son icraatıdır. 19 yaşındaki Furkan Doğan’ın beynine ve kalbine sıkılan “beş kurşun”, acımasızlığın, merhametsizliğin, hukuksuzluğun vardığı, geldiği son yere işaret etmektedir. Umut ederiz ki; bu Siyonistlerin de sonuna işaret etsin. İnsanlık şimdi, böylesi vahşi, böylesi akıldan ve izandan uzak haydutların elinde yüzlerce nükleer silahın olmasının anlamını bir kez daha iyice düşünmelidir. Bu vesileyle İsrail’e karşı kendisini güvenceye almak isteyen ülkelerin (başta İran olmak üzere) hissiyatlarını anlamak daha kabil olabilmektedir. Buna rağmen emperyalizm ve onların tabileri olayı ters yüz ederek İran’ı cezalandırma peşindedirler. İsrail’in gücünün olmadığı, gücün İsrail’i olduğu bu yeni gelişmelerle bir kez daha netlik kazanmıştır. Buna rağmen yeryüzünün onurlu bütün insanları, zulümle abad olunmayacağı gerçeğini haykırmaktan geri durmayacaklardır.

İçimizdeki Siyonistler ve Kara Propaganda

Gazze’ye yardım vesilesi ile yaşanılan olaylar, her zorluk zamanının, tarafları ayrıştırıcı, safları netleştirici etkisini, dostluğun kara günde belli olacağı hakikatini, zor zamanda konuşmanın önemini, bir kez daha ortaya çıkarttı. Savaşların, saldırıların insanı, insanlığı tanımada turnusol kâğıdı fonksiyonu gördüğü gerçeği, bir kez daha tezahür etti.           

Daha yardım gemileri yola çıkmadan evvel başlayan kara propaganda, sözü Türkiye’deki yardıma ya da ilgiye muhtaç insanlara/kesimlere getirmeye başlamıştı. Bu bildik, tanıdık sesin sahipleri her seferinde benzeri nakaratları dillendirmekten kaçınmayanlardı. Üstelik kendileri hiçbir hayrın, iyiliğin ve yardımın içinde de bulunmaz ve görünmezlerdi. Görevleri kafa karıştırmak, zihin bulandırmaktı. Başka zamanlarda hacca gitmek isteyenlere karşı zekât vermeyi salık veren alıklardı bunlar. Haccın ifasının namazdan, oruçtan ve tabi ki zekâttan farklı ve ayrı olduğunu düşünemeyen, düşünmek istemeyen hayırsızlardı bunlar. Bu sefer de vazifeleri gereği iş başındaydı her biri ve “Hırsızın hiç mi kabahati yok?” dedirtecek, kerameti kendinden menkul demeçler vermeyi, tespitler yapmayı sürdürüyorlardı. İlk buldukları, yardım gemisinin savunulması sırasında kullanılan “sopa”lardı. Mal bulmuş gibi sarıldılar meseleye. Zaten İsrail de ilk iş olarak, yardım gemisinin haber bağlantılarını kesmiş ama sadece yardım gönüllülerinin mukavemeti sırasındaki sopalı görüntüleri medyaya servis etmişti. Mesaj alınmış, mesai başlamıştı. Artık İsrail muhibbi işbirlikçilerin dilinde kara propaganda şöyle şekilleniyordu: “Doğru söylüyorsunuz ama efendim, sopalar…”, “Haklısınız ama askerlere mukavemet…”, “İsrail haksız ama şimdi bu sırası mıydı?..” vb. ‘Fakat’ın, ‘ama’nın, ‘haklısınız lakin’in kısacası şerh düşmelerin en iğrençleri, en pespayeleri, en yanıltıcıları işbirlikçilerin diline pelesenk olmuştu. Söz konusu olan, hakla batılın ya da sapla samanın karıştırılması değildi. Söz konusu olan, yüz tane hakikatin içine, bir tane batılın salıverilmesi, bin tane sapın arasında, bir tane samanın gündeme getirilmesiydi.

Artık ne işgalci Siyonist devlet, ne zulümleri, haksızlıkları, ne uyguladığı abluka, ne BM’nin ablukanın kaldırılması da dâhil olmak üzere aldığı kararların uygulanmaması, ne uluslararası sulardaki dokunulmazlığın çiğnenmesi, ne otuz küsur ülkenin katılımıyla oluşturulan silahsız, savunmasız insanlara saldırı ve onların katledilmesi gündemdeydi. Varsa yoksa sopalar, olmadı Gazzeli çocuklara götürülen sapanlardı gündeme gelen. Bir yanda füzeler, bombalar, tepeden tırnağa silahlı komandolar, bir yanda çıplak yumruklar, demir yürekler tepeden tırnağa imanlı/vicdanlı insanlar. Bir yanda, 9 şehit, 10’u ağır olmak üzere 100’e yakın yaralı, 600’e yakın kadın, çocuk, genç, yaşlı esir. Bir yanda, yardım gemilerini donanmanın yarısıyla esir almış askerlerin vahşeti ve onları alkışlayanlar. Safınızı seçmekte, tarafınızı bulmakta serbestsiniz. Gemilerden hangisinde olmak istediğinize karar vermeliydiniz. Nuh’un, Musa’nın, İsa’nın, Muhammed’in yanında olmayı ya da Nemrut’un, Firavun’un, Neron’un, Ebu Cehil’in safında durmayı tercih etmeliydiniz. Birincilerin yanında, katında insanlık, onur, şeref ve izzet vardı. Adalet ve merhamet vardı. İkincilerin safında, zevk, sefahat, dünyalık ve düşkünlük vardı. Hukuksuzluk ve zorbalık vardı. Buna rağmen, birileri utanmazca, pişkince “Ama sopalar…” deyip duruyorlar böylece vuruyorlardı. Gün; kardeşliğin de, kalleşliğin de iyice tefrik edildiği gün oluyordu.

Siyaset ve Basiret Hangi Yana Düşer, Hikmet Hangi Yana?

Biz bir kez daha yaman bir sınavın içine giriyorduk. Ağlayanlar da ‘Gülen’ler de aramızdaydı… “Dost”ların Gül’leri, düşmanların taşlarından daha çok acıtıyordu içimizi. Ve pek tabii olarak düşmanlar seviniyordu en çok bu işe. Basiretli ve hikmetli davranmak gereği kendisini derinden hissettiriyordu. Bereket, imam bildiğini okusa da bu sefer cemaat imama uymuyordu. Hem hakikat gün gibi aşikârken niye uysunlardı? En fazla tevil çabaları hissettiriyordu kendisini ya da tek-tük tefsir çabaları…

Gün; haklılığımıza rağmen öfke, gücenme, cepheyi bölme, direnme günüydü. Gün; düşmanları sevindirmeme günü olmalıydı. Bunun için zembereği boşaltılmış saat gibi olmamızı bekleyenlere vereceğimiz cevap önemliydi. Ya az konuşmalı ya da susmalıydık, nitekim öyle yaptık. En güzel cevap, şahıslar üzerinden değil; konular üzerinden olmalıydı. Biz konumuza sahip çıkabilirsek, başkaları konumlarına sahip çıkamayacaklardı...

Bir Rahatlama Yöntemi: Sorumlulukları Başkalarına Tahvil Etmek

30 Mayıs’ı, 31 Mayıs’a bağlayan gecede, saatler 22.50’yi gösterdiği sıralarda gemilerdeki kardeşlerimizden, haydut devletin tacizlerinin başladığı haberlerini almaya başlamıştık. İsrail’in vahşetine defalarca tanık olduğumuzdan, taciz haberlerinin vahametini kısmen kestirebiliyorduk. Bu kaygılarla bir yandan İsrail Konsolosluğu önünde tepkilerimizi dile getirmeye koşarken, öte yandan Hükümetten sürekli bir haber bekliyorduk. Saatler ilerliyor, gece sabaha evriliyordu. Hükümetten hâlâ çıt çıkmamıştı. Pazarı, pazartesiye bağlayan böylesi bir gecede yöneticilerimiz uyuyor olmalıydılar. Derken olayın tek naklen haberini yapan “TV Net” kanalı, sabah 04.30 sıralarında gemilere yapılan tacizlerin saldırıya ve katliama dönüştüğünü bildiriyordu. Tüm iletişim de kesildiği için hiç kimseden haber alınamıyordu. Alınan en son haberde, büyük bir katliamın gerçekleştiği duyurulmuştu. Artık sözün bittiği yerdeydik. Ne sloganlar teskin ediyordu yüreğimizi, ne de söylenenler… Muhatap İsrail’di. Ve biz onu çok iyi tanıyorduk. Neler olduğunu, neler olabileceğini ancak tahayyül etmeye çalışıyorduk. Ve her bir tahayyül, tahammül sınırlarımızı zorluyordu. Dakikalar, saatler geçmek bilmiyordu. Zaman sanki uzamıştı. Gözümüz kulağımız “one minuete” söylemini kitlelere ezberleten Başbakan’ın ve hükümetinin temsilcilerindeydi. Öyle ya, uluslararası sularda saldırıya uğrayanların büyük çoğunluğu bu ülkenin vatandaşlarıydılar. Hükümetlerin kendi vatandaşlarına yapılan haksızlıklara derhal müdahale etmeleri gerekirdi.

Oysa Hükümet adeta işi ağırdan almayı sürdürüyordu. Ancak pazartesi öğleye yakın bir zamanda, beklenen açıklama yapıldı. Lakin açıklama hiç de beklendiği gibi değildi. Bülent Arınç’ın ağzından dökülen ifadeler, tam bir hayal kırıklığı oluşturuyordu. Muhtemeldir ki, Hükümetin daha ilk anda ortaya koyduğu bu gevşeklik ve ihmal, İsrail’i cesaretlendirmişti. Bir kez daha işin başa düştüğü, sorumlulukların başkalarına havale edilemeyeceği gerçeği kendisini hissettiriyordu. İnsanlar bu ciddiyet ve bilinçle sokakları, caddeleri tıklım tıklım dolduruyorlardı. Derken, toplumsal infialin doruğa ulaştığı noktada Hükümet de Başbakan’ın ve Dışişleri Bakanı’nın gayretleriyle sorumluluğunu hatırlamaya başlamıştı. Bu anlamlı ve olumlu bir gelişmeydi. Nitekim İsrail de bu tavra ve tepkilere bigâne kalamayacağını göstermiş oldu. Böylece bir kez daha görüldü ki, sonuç alabilmenin yolu sorumlulukları başkalarına havale etmeden, tepkileri ısrarla sürdürmekten geçmektedir.

İçeride Darbe Yapanların, Dışarıdaki Darbelere Sessizliği…

Aynı süreçte; ilgili-ilgisiz, bilgili-bilgisiz, her konuda siyasete müdahil olmayı görev addeden silahlı bürokrasi, belki de ilk konuşması gereken bir alanda ve bir zamanda derin bir sessizliğe bürünmüştü. Birlikte Akdeniz’de tatbikat yaptıkları İsrailli askerler, ortak tatbikat becerilerini çoğunluğu Türkiye vatandaşı olan insanlar üzerinde acımasızca sergilerlerken ortaya çıkan sessizlik büyük bir anlama bürünüyordu. Onların olayın başında da sonunda da İsrail’e karşı sessiz kalma tavırlarını sürdürdüklerini ibretle izledik. Tank modernizasyonunu ve askerî pek çok antlaşmayı büyük bir hararetle sürdürenlerden başkasını beklemek ham hayal olsa gerek. Bu vesileyle, “Mehmetçik Gazze’ye!” gibi sloganların da ne kadar yersiz, romantik ve içi boş olduğu düşünülmelidir.

Hamaset de Hassasiyet de Güzel Ama Yeterli Değil

Her zaman halkın, geniş kitlelerin duygusal ve reaksiyoner olmaları anlaşılır ve anlamlandırılabilir bir şeydir. Bununla birlikte, onlara vekâlet eden, refakat eden öncülerin, önderlerin salt hassasiyetle ve hamasetle yetinmeleri düşünülemez. Oysa yaşadığımız pek çok olayda ve bu son olayda ortaya çıkan tablo, örnek olması gerekenlerin bir kısmının da hamaset rüzgârına kendilerini kaptırdıkları yönündedir. Kitleye, halka somut hedefler ve mesajlar vermek yerine sürekli kızgınlığımızı ve temennilerimizi dile getiren bu anlayış, ne yazık ki öfke boşaltımı ve yürek soğutumu dışında sonuç alıcı pek bir şey ortaya koyamamaktadır. Böyle olunca da toplulukların tepkileri, netice alıcı somut taleplere kanalize olamamaktadır. Misal olarak; haydut devlet İsrail’e duyulan öfke, onunla kurulan siyasi, askerî ve ticari ilişkilerin kesilmesi talebine yansıtılamamakta ve dönüştürülememektedir. Sel gitmekte kum/çamur/pislik kalmaktadır. Tıpkı onca tepkiye rağmen İsrail Büyükelçisinin ve Büyükelçiliğinin kalması gibi...

Filistin’e Zorunlu İlgimiz Ya da Üç Mescid

Yeryüzünde Müslümanların üç kutsal mekânları, üç harem-i şerifleri, üç mübarek mescidleri vardır. Bunlardan ilki, Kâbe-i Mükerreme’dir. Müslümanların en temel ve ibadi birlikteliğini sağlayan bu mabet Mekke’de bulunur. İkincisi, Mescid-i Nebevi’dir. Ve Hz. Resul’ün kabrini muhafaza ederek adeta onun sünnetini ve Müslümanlar arasındaki içtimai birlikteliği simgeler. Hicret yurdu olan Medine’dedir. Üçüncüsü, ilk kıblemiz ve isra olayının sembolü Mescid-i Aksa’dır. Özellikle, Siyonist işgalle karşı karşıya kalan bu mübarek mescid, Müslümanların siyasi birlikteliklerini, bugün dahi tesis etmede önemli bir işlev görmektedir. Selam diyarı Kudüs’tedir.

En azından ve hafifinden yukarıdaki sebeplerle bir Müslüman, Kudüs’e ve Filistin’e karşı; 1) İslami, 2) İnsani, 3) Siyasi sorumluluk içinde olmak zorundadır. İslami sorumluluğa kısmen değindiğimizi varsayacak olursak, insani ve siyasi sorumluluğa ilişkin de birkaç hatırlatma yapmanın uygun olacağı görülür. Dünyanın gözü önünde cereyan eden bir mağduriyetin ve mazlumiyetin muhatapları olan; sürgüne, açlığa ve ölüme mahkûm edilen insanlara karşı gösterilen ilgi elbette en başta fıtri ve insanidir. Aynı şekilde dünya egemenlerinin ve emperyalizmin denetiminde ve gözetiminde saldırılara uğrayan kişilere -kim olurlarsa olsunlar- yakınlık duymak, yardımcı olmak adaletli bir siyasetin en temel yaklaşımı olmak durumundadır. İşte Filistin tam da bu sebeplerle, adil ve onurlu insanların meselesi olmak durumundadır. Hele bu insanlar, bir de Müslüman olduklarını ifade ya da iddia ediyorlarsa bu tümden böyledir.

Son olarak; Filistin gerçeğini ve İsrail vahşetini bütün çıplaklığıyla dünyanın gözleri önüne seren, Mavi Marmara ve diğer gemi yolcularına, şehitlere ve gazilere, bir kere daha minnet ve muhabbetle şükranlarımızı arz ediyoruz.

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR