1. YAZARLAR

  2. Haksöz

  3. Ergenekon Çetesi ve Militarist Bataklık

Ergenekon Çetesi ve Militarist Bataklık

Kasım 2008A+A-

Aylardır hararetli tartışmalara konu olan Ergenekon olayında 20 Ekim tarihi itibariyle yeni bir aşamaya geçildi. 46’sı tutuklu olmak üzere 86 sanığın yargılanmasına başlandı. Sanık sayısının fazlalığı ve davanın kamuoyu gündeminde yarattığı yankı Silivri Cezaevi’ndeki duruşma salonunun yetersiz kalması sonucunu doğurdu. Henüz iddianameleri hazırlanmadığı için duruşmalara dahil edilmeyen sanıklar mevcut. Ayrıca bu dosya çerçevesinde soruşturma ve operasyonlar da devam etmekte. Bu durumda Ergenekon davasının çok uzun bir maraton şeklinde süreceği kesin gözüküyor.

Ergenekon olayını başından itibaren basite indirgemek, sulandırmak peşindeki çevreler davanın başlamasıyla birlikte malum söylemlerine hız verdiler. Aynı çevrelerin duruşma salonunun kapasitesinden, tuvalette havlu bulunmamasına dek bir dizi alakasız konuyu magazin tarzında gündemleştirme taktiği izledikleri görüldü. Bu tarz mugalatalarla bir anlamda “Ergenekon fasa fisodur!” tezi güçlendirilmeye çalışıldı.

Elbette Ergenekon’un fahri avukatları da boş durmadı. Ergenekon iddianamesinin hukuki olmaktan çok siyasi amaçlı olduğunu iddia eden CHP, hukukçulardan oluşan bir heyetle duruşmaları yakın takibe aldı. Çete ile en üst düzeyde dayanışma sergiledi. Bu zeminde sorular, endişeler serdedilmeye de devam etti. Örneğin CHP Grup Başkanvekili Kemal Kılıçdaroğlu davanın başlamasından kısa bir süre önce “35 el bombasıyla darbe mi yapılırmış?” sorusuyla davanın mesnetsizliğini vurgulamaya çalıştı.

Keşke Kılıçdaroğlu’nun bu ülkede molotof kokteyli atmak suçundan haklarında idam cezası verilen gençler hakkında ne düşündüğünü de öğrenebilseydik! Ya da örneğin hakkında ne bir eylem ne de bir silah bulundurma suçlaması olmaksızın yargılandığı mahkemede geçtiğimiz ay “anayasal düzeni silah zoruyla değiştirmek” iddiasıyla ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasına çarptırılan Metin Kaplan’ın mahkûmiyeti konusunu nasıl değerlendirdiğini Sayın Kılıçdaroğlu’na sorabilseydik!

Ergenekon’un Hedefi Darbeye Zemin Hazırlamaktır!

Kılıçdaroğlu’nunki gerçekten de can alıcı bir soru! Doğrudur, 35 el bombasıyla ülke yönetimine el konulması olsa olsa fantastik bir yaklaşım demektir. Ne var ki, soru şık olmakla beraber aynı zamanda boş da bir soru! Kimse Ergenekoncuların el bombalarıyla ve beylik tabancalarıyla darbe yapmaya kalktıklarını düşünmüyor ki! Ergenekon çetesinin darbe yapmaktan ziyade darbecilere zemin oluşturmak, ülkede bir kaos havası oluşturup ortamı darbeye müsait hale getirmek hedefine odaklandığı bilinmekte. Ki bu tarz faaliyetler Türkiye’de güçlü bir arkaplana ve geleneğe sahiptir. 27 Mayıs’tan 12 Mart’a, 12 Eylül’den 28 Şubat’a tüm darbelerde önce ortamın darbeye hazır hale getirilmesine yönelik yoğun faaliyetler yürütüldüğü sabittir.

27 Mayıs öncesinde kışkırtılan öğrenci eylemleri; 12 Mart dönemine ilişkin olarak bilhassa 9 Mart cuntacılarının “Bize orayı burayı bombalattılar!” itirafları; 12 Eylülcülerin bilahare yaptıkları “Ortamın hazır hale gelmesini bekledik!” itirafları hep aynı kirli süreçlere işaret etmiyor mu? Yine 28 Şubat sürecinde medyada yoğunlaşan kampanyalar, orada burada kotarılan “irticai” eylemler bu işlerin bir kuluçka devresi bulunduğunu göstermiyor mu? Aynı şekilde geçen yıl tertiplenen Cumhuriyet mitingleri ve benzeri kampanyaların asıl hedefinin ne olduğu herhalde artık pek merak edilmiyor olsa gerek!

Medyada sıkça duymaya başladığımız “Bir kısmı birbirlerini bile tanımayan bu adamlar mı darbe yapacak?” ya da “35 el bombasıyla darbe mi olurmuş?” sorularını soranlar doğal olarak Ergenekon iddianamesinde ayrıntılarıyla izah edilen Danıştay eylemi ve Cumhuriyet gazetesinin bombalanması olaylarını bir türlü anlamak istemiyorlar. Bu tarz provokasyonlarla zeminin askeri bir müdahaleye uygun hale getirilmek istendiği gerçeğini görmezden geliyorlar.

Ne yani “İlhan Selçuk kendi gazetesini mi bombalattı?” diye istihza ile konuyu sulandırmaya çalışmaktalar. Neden yapmasın? Becerikli biri olduğu açık. Pek utangaç da sayılmayacağına göre! Cuntacılıkta gayet mahir ve birikimli üstadınızın derin hesaplarını kavramakta zorlanmamalısınız. Bahçeye atılan birkaç bomba eğer ülke çapında büyük bir gürültüyle patlayabiliyorsa bundan alâ eylem mi olur? Sonra biz bu ülkede öldürdükleri arkadaşlarının cenaze törenini gösteriye dönüştürenleri bilmiyor muyuz? İşinize geldi mi, örneğin öldürülen kimi PKK yanlısı kişilerle ilgili olarak “iç hesaplaşma” türünden manşetler atabiliyorsunuz. Ya da “Örgüt provokasyon peşinde!” türünden iddialar üfürmekten hiç çekinmiyorsunuz.

Ergenekon Davasının Özenle Çizilen Sınırları

Konuyu sıradanlaştırma ve basitleştirme çabalarına karşın, Ergenekon davasının darbeci oluşumlara yönelik ciddi bir darbe olduğu kuşku götürmez. Öncelikle takibata uğratılan yapının sıradan bir çete olmayıp, güçlü bağlantılara sahip ve etkili isimlerden müteşekkil bir örgütlenme olduğu açık. Ayrıca da darbeci çetenin bu biçimde takibata uğratılmasının potansiyel darbeci oluşumlarca güçlü bir ikaz mesajı şeklinde algılanacağı da tartışmasızdır.

İşin özü, bilgi vermek için tenezzül buyurup Meclis’e dahi gitmeyen paşa geleneğine sahip bir ülkede mahkeme salonlarının omzu kalabalık militer şefleri ağırlaması başlı başına önemli bir gelişme. Bununla birlikte davanın dar bir alanda ve seçilmiş isimlerle sınırlandırılması ise büyük bir eksiklik ve zaaf. Özden Örnek’in günlüklerinin de net biçimde teşhir ettiği üzere darbeci oluşumlar öncelikle ordu içinde ve hiyerarşik bir yapı şeklinde vücut bulmakta.

Siyasi iktidar açısından operasyonun genişletilmesinin zorluğunu tahmin etmek zor değil. Askerlerin dahil olduğu hemen her konuda AK Parti’nin sergilediği pragmatizmin darbeci oluşumlarla ciddi bir hesaplaşmaya pek imkan tanımadığı ortada. Buna aşılması güç mevzuat engellerini ve en önemlisi de darbe tehditlerinin sıcaklığını koruması durumunu da eklediğimizde bugünkü manzara aşağı yukarı netleşiyor. Bu yüzden de böylesi bir vasatta mevcudun fevkinde bir şeyler beklemek pek gerçekçi görünmüyor.

Bununla birlikte en azından durumu doğru tespit etmek açısından konunun gözden kaçırılan boyutlarına dikkat çekmek gereklidir. Operasyon çerçevesinde bazı teğmenlerin tutuklanması ama bu teğmenlerin komutanlarına dokunulmaması son derece dikkat çekici bir durum. Kaldı ki söz konusu teğmenler girdikleri ilişkileri konusunda komutanlarından teşvik gördüklerini de söylemişler ki, bu durumu daha da vahim hale getiriyor.

Açıkça görünen şu: Ergenekon dosyasının “sınırları” var. Kışladan içeri girmiyor! Eskiye uzanmıyor! Fırat’ın ötesine kesinlikle geçmiyor! Kısacası sınırlar özenle korunuyor. Oysa kışladan içeri uzanmayan bir soruşturmanın darbeci bir örgütlenmenin üzerine gidip de cuntaları, çeteleri tasfiyeyi başaracağını düşünmek hayalcilik.

Dosyada bir dizi bilgi ve iddia yer almakla beraber iddianame yakın tarihli iki eylemle davayı sınırlıyor. Oysa tek başına Veli Küçük’ün JİTEM dahilinde organize ettiği eylemler, cinayetler, infazlar dahi korkunç bir tablo oluşturmakta. Aynı şekilde bilhassa Güneydoğu’da, Kürt illerinde yaşanan vahşet de ne yazık ki Ergenekon davasına teğet geçmekte. Bu yönleriyle davanın ciddi eksiklik içerdiği, moda deyimle “gidilmesi gereken yer”in epey uzağında durduğu görülmeli.

Peki, öyleyse bu dava nedir? Ergenekon olayını sistemin bir nebze de olsa töre hukukunun dışına çıkıp, hukuk devleti olma yolunda adım atma çabası olarak görmek mümkün. Son kertede Ergenekon sistem içinde sınırlı bir restorasyon çabasıdır. Mızrağın çuvalı deldiği bir noktada düzenin dizginsiz unsurlarına çekidüzen verme operasyonudur. Elbette sistemin resmi ideolojik dayatmaları devam ettiği müddetçe hukuk devleti, normalleşme, sivil siyasetin belirleyiciliği, halk iradesinin üstünlüğü ve benzeri kavramların somutlaşmasının kolay olmayacağı baştan anlaşılmalı. Bu yüzden de Ergenekon olayını sistemin topyekûn bir temizlik operasyonu olarak görmek de oldukça abartılı ve afaki bir tutumdur.  

En yanıltıcı tutum ise şüphesiz Ergenekon olayını bir grup kirli ve karanlık ismin toplandığı darbeci çete oluşumundan ibaret görmek olacaktır. Ergenekon özünde militarist yapının kendisidir. Sistematik ve kurumsal bir işleyişe sahip bu yapının günlük hayatta sürekli yansımalarına şahit olmaktayız. Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ’un “Hizaya gir!” komutundan farksız bir tarzda herkesi doğru yerde durmaya davet etmesinden, Anayasa Mahkemesinin başörtüsü ve AK Parti kararlarına kadar her düzeyde bunu görmek mümkündür.

Halk iradesini, basın özgürlüğünü, soru soran sorgulayan herkesi tehlike addeden, susturmaya kalkan, tehditle sindirmeye çalışan militarist tutumdur Ergenekon. Kökleri düzenin darbeci birikimine uzanmaktadır. Meşruiyetini Kemalist resmi ideolojiden almakta; 27 Mayıs’tan 28 Şubat’a, 27 Nisan’a uzanan askeri darbe-müdahale-muhtıra geleneğinden beslenmektedir. Şartlanmış ve dogmatik bir kafa yapısının, tahammülsüz bir zihniyetin ürünüdür.

Bu kafa yapısının işleyişini izah noktasında 25 Ekim tarihli basında yer alan bir anekdotu aktarmak faydalı olacaktır. Anavatan Partisi’nin eski Genel Başkanı Erkan Mumcu 367 tartışmaları sırasında Meclis’e girmemelerinin asker baskısıyla gerçekleştiği iddialarına cevap sadedinde, 28 Şubat darbe sürecinin mimarlarından eski Genelkurmay Başkanı Org. Hakkı Karadayı ile ayaküstü bir karşılaşmalarından söz ediyor.

Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde DYP ile birlikte hareket etme kararı aldıkları günlerde İstanbul’da havaalanında karşılaştığı Karadayı, Mumcu’yu tebrik ederek muhalefette CHP’yi yalnız bırakmamak gerektiğini söylüyor ve Çankaya seçimleri için Meclis’e girmemelerini talep ediyor. Mumcu’nun oylamaya katılıp katılmamaktan ziyade cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesinden yana olduklarını söylemesi üzerine ise Karadayı çok anlamlı ve öğretici bir tepki veriyor: “Ama onun da mahzurları var. Halk seçerse sürekli bunların istediği kişiler seçilir.”

İşte Ergenekon bu! Halka güvenmeyen, halkın tercihlerine saygı duymayan, gerektiğinde baskıyla, dayatmayla onu eğitmeye, hizaya sokmaya hazır jakoben kadroların ne pahasına olursa olsun iktidarlarını sürdürme formülüdür Ergenekon! Halka hiçbir şeyi layık görmeyen bu anlayış kendisine ise her şeyi mübah görüyor. Gerek Ergenekon dosyasında gerekse de Ergenekoncularla aynı ideolojik dalga boyunda yayın sürdüren çevrelerin değerlendirme ve yorumlarında bu tutumun sayısız örneklerini görüyoruz. 

Cuntacılığa Vatanseverlik Kılıfı TSK’ya Anti-Emperyalizm Maskesi

En enteresanı ise bu kaşarlanmış halk düşmanı darbecilerin çeteci faaliyetlerini vatanseverlik, anti-emperyalizm ve benzeri kavramlarla allayıp pullamaları. Amerikancı AKP, AB’nin de desteğiyle TSK içindeki ulusalcı kanadı tasfiye ediyormuş! Bölgeye yönelik emperyalist projeler önünde sıkı bir engel oluşturduğundan dolayı ordu yıpratılmaya çalışılıyormuş vs. vs. Eh, “Çılgın Türkler” türünden masallarla tarih yazmaya kalkan bir kafa yapısının bu tarz iddialarına şaşmamak lazım!

Cumhuriyet gazetesi ve Perinçek takımının iflah olmaz cuntacılıkları ve cuntacılığın doğası gereği ordu içinde “iyi paşa-kötü paşa” hesaplarına boğulmaları anlaşılır da, bu tarz komik tahlillerin muhalif kimlik iddiasında olan çevreler arasında da bir nebze de olsa ciddiye alınması gerçekten çok abes bir durum teşkil etmekte.

Türkiye’de darbeci oluşumların temel mantığı bilinmiyor mu? Darbeci geleneği temize çıkartma işlevi yüklenen yurtseverlik ve bağımsızlık gibi kavramların halkın tercihlerine, taleplerine düşman bir irade tarafından araçsallaştırıldığı ortada değil mi? Bu bağlamda hep aynı plak çalınmakta, 27 Mayıs’tan bu yana aynı nakarat tekrarlanmaktadır. Oysa darbecileri harekete geçiren şey DP’nin ABD’ye bağımlılığı ya da Kore’ye asker göndermesi değildir. Ezanın Arapça okunmaya başlanmasından itibaren ordu içinde cuntaların teşekkül etmeye başladığı tarihi bir gerçektir. Ne 27 Mayıs darbecilerinin ne de 12 Mart ve 12 Eylül cuntalarının ABD aleyhine bir tavrı, eylemi ya da tepkisi söz konusu olmuştur.

28 Şubat ise ordunun ABD-İsrail irtibatının çok daha belirginlik kazandığı bir darbedir. Hükümetteki RP’nin İslam dünyası ile yakınlaşma çabası ordu içinde Batı Çalışma Grubu türünden ismiyle bile ideolojik duruşunu beyan eden oluşumları ortaya çıkarmıştır. O sürecin en kudretli ismi Çevik Bir’in Somali’de emperyalist işgalcilere komuta düzeyinde hizmet ettiği de atlanmaması gereken bir veri olarak önümüzde duruyor.  

Peki, şimdi durum değişmiş midir? TSK’nın ABD’ye direndiğinin göstergeleri nelerdir?

Kürt düşmanlığı kaynaklı Kuzey Irak sendromu nedeniyle zaman zaman ordunun ABD’ye sitemkâr tavırlar takınmasını anti-emperyalist duruş diye yutturma kurnazlığını ciddiye mi almamız gerekiyor. İşte en yüksek perdeden ordu komutanları ABD ile her şey çok iyi gidiyor diye ardı ardına açıklamalar yapmıyorlar mı? Arada bir askeri başarısızlıklarını örtmek kaygısıyla Kuzey Irak yönetimine ve ABD’ye tarizde bulunmalarından kimse derin anlamlar çıkarmamalı. Zaten Amerikalılar da çıkarmıyorlar ve “Politik kaygılarla böyle şeyler söylenir!” deyip duymazdan geliyorlar. 

TSK, tankından tüfeğine kadar her şeyiyle ABD’ye bağımlı bir NATO ordusu. İncirlik’ten Afganistan’a kadar her yerde işbirliği içinde. Üst düzey komutanların eğitiminden dünyaya bakışlarına dek ABD her noktada belirleyici bir yere sahip. Konya hava sahasında Türk jetleri ABD ve İsrail jetleriyle, Akdeniz’de Türk donanması ABD ve İsrail donanmasıyla düzenli aralıklarla ortak tatbikatlar gerçekleştirmekte. ABD’nin tehdit olarak gördüğü İran, Suriye gibi ülkeler ya da Taliban, Hamas, Hizbullah gibi örgütler TSK açısından da tehdit unsurları olarak algılanmakta. 11 Eylül’den sonra emperyalizmin ve NATO’nun yakın tehlike olarak gördüğü ve her alanda kıyasıya mücadele ettiği İslami hareketler TSK açısından on yıllardır düşman kategorisinde sınıflandırılmakta ve topyekûn savaş konsepti çerçevesinde değerlendirilmekte. 

Tüm bu tabloyu görmezden gelip birkaç emekli geveze askerin abartılı söylemini, çoğunlukla ırkçılık temelli hamasi sözlerini esas alarak orduya anti-emperyalistlik sıfatı yüklemek acaba nasıl bir aklın ürünü?

Bu noktada Ergenekon olayının kontrgerillaya bakan bir yüzünün olduğunu ve kontrgerilla faaliyetinin ise ABD planlaması dahilinde icra edildiğini de gözden kaçırmamak lazım. Bu ülkede bunca yıldır yaşanan hukuksuzlukların, bunca faili meçhul cinayetin, yakılan boşaltılan köylerin, işkencelerin sorumluları yok mu? Tüm bunlar da fasa fiso mu? Nerede tüm bu icraatın failleri? Hepsini yabancılar mı yaptı? Ya “ulusal güçler”? Onlar bu süreçte bölücülük ve irtica karşıtı ne tür faaliyetler içindeydiler acaba?

Suları Yukarı Akıtmak Mümkün mü?

Tüm bu karanlık eylemlerin icracılarının şimdi toplumun karşısına vatansever, emperyalizm karşıtı vb. sıfatlar takarak çıkmaları tam bir maskaralık ve de boşa kürek! O kadar kirli ve karanlık bir kimlik taşıyorlar ki, kimseyi ikna etme şansları yok! Ergenekon çetesi sanıklarının medyada ve siyaset çevrelerinde sahip oldukları güçlü bağlantılar nedeniyle propagandalarından etkilenenler olsa da bu çetenin savunucularının çabaları boşa çıkmaya mahkûm gözükmekte. Demagojiye bir müddet daha devam edebilirler ama kendilerinden başka kimseyi kandıramazlar.

Aslında suları yokuş yukarı akıtmaya kalkmaktan farksız bu tutumların sahipleri de olan bitenin farkındalar. Bunu zaman zaman itiraf etmekten de çekinmiyorlar. Nitekim yukarıda alıntıladığımız İsmail Hakkı Karadayı’nın sözleri bu anlayış sahiplerinin içinde bulundukları çaresizliği çok net biçimde ortaya koymakta. Yapmak istedikleri, gerçekleştirmeyi arzu ettikleri şeylerin halkın talepleriyle örtüşmediğini biliyorlar ama kaba güçle, manipülasyonla hedeflerine ulaşma gayretkeşliğinden de kendilerini alamıyorlar. Bu bir tür iktidar bağımlılığı! Resmi ideolojik körlük diye de tarif etmek mümkün hallerini. Ve açıkçası iflah olmaz bir illet bu yakalandıkları.  Zorbalıkla, baskıyla yürütmeye çalıştıkları gemilerinin her geçen gün biraz daha suya battığını görmek istemiyorlar ama sonunda ayakları suya değecek nasılsa!

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR