1. YAZARLAR

  2. Şehid Naqavi

  3. Endonezya: Müslümanlar Yargılanıyor

Endonezya: Müslümanlar Yargılanıyor

Haziran 1990A+A-

Indonesia: Muslims On Trial (Endonezya: Müslümanlar Yargılanıyor ). Yazarları anonim. Tapol (Ba Treport Street, Londra SW1S 2BP), 1987, 115 sahife.

 

En azından felsefe ve dinler tarihinin doğruladığı bir gerçek, generallerin, peygamberler şöyle kalsın iyi ideolog veya filozoflar oluşturamadıklarıdır. Bununla birlikte bu gerçek, yönetimleri ve askeri rejimleri her ne kadar beceriksiz ve yetersiz de olsa da nevi şahsına münhasır ideologluk iddiasında bulunmaktan veya peygamber rolü oynamaktan alıkoymaya yetmemektedir. İşte bu iktidar sarhoşluğudur ki, insanların fiziki davranışlarını kanunlar, basın-yayın ve sürgünlerle alabildiğine -en azından muvakkaten- kontrol etmek yanında, ayrıca ruhlarını da işgal etmeyi mümkün kılacağı yanılsamasını doğurmaktadır.

Bu durum günümüzde de askeriye ve bir çok sözde demokratik yönetimin zihnini meşgul etmeyi sürdürmektedir. Ve böylelikle, direncin karşısında, generallerin çelik disiplinli ideolojilerinin tümü tek bir dogmaya dönüşmektedir ki, tek kelimeyle ifade ederek olursak, 'baskı'dır.

Bu Endonezya'da devlet felsefesinin ve Pancasila dininin [Beş ilke] durumunu tam olarak yansıtmaktadır. Birinci ilke olan 'Allah'a iman', pratikte Allah'a karşı husumet ve O'nun dinine [hukukuna] karşı çıkış şekline dönüşmüştür. 'Endonezya ulusalcılığı' ise Endonezyalıları İslam öncesi gelenekleriyle, Batı'dan ithal yeniliklerin bir karışımından oluşan Cahiliye'nin müşrik ilkelerine göre şekillendirme anlamına geliyor. Üçüncü ilke olan 'insaniyetperverlik' ise sadece generalleri, işbirlikçilerini, itaatkar maiyetlerini ve efendilerini insan olarak tanımakta ve yasal ve ahlaki anlamlarıyla insan haklarına layık görmektedir. 'Konsensüs yoluyla demokrasi' ilkesi güçlülerin konsensüsü ve baskıcı devlet aygıtı aracılığıyla yürütme ve yasama fonksiyonlarının yerine getirilmesi anlamına gelmektedir. 'Sosyal adalet' ise olsa olsa fakirlerin açlıktan ölmedikleri anlamına gelmektedir. Çok cazip bir öğreti olmamakla birlikte, cuntanın pratik bir ideoloji oluşturma yoluyla ortaya koyduğu budur.

Sonuçta, dünyanın bu en yoğun Müslüman nüfusa sahip ülkesinden, generallerle ve onların öğretisi olan Pancasila ile ters düşmekle yargılanan, Müslümanlar değil, İslam, Allah ve O'nun Rasulu olmaktadır.

Neden teorik olarak hoş ilkeler ile İslam çatışmaya girmekte ve bunlar neden pratikte baskıya dönüşmektedir. Sorunun cevabı ilahi Şari ile tağuti kanun koyucunun amaçlarında yatmaktadır. İlahi Şari tüm insanların iyiliğini amaçlamakta ve takipçilerinden İnsanların iyiliği için gerekirse hayatlarını bile feda etmelerini isterken, ister bağımsız bir tiran, isterse yeni sömürgeci işbirlikçi şeklinde olsun, tağut her zaman kendi çıkarlarının peşinde koşar. İlahi Şari hükümranlığının bir gereği olarak insanları uyandırmayı ve aydınlatmayı dilerken, tağuti kanun koyucu ise halkın uyanması ve aydınlanmasının hakimiyetini bozacağından korkar. İlahi kanun koyucu kendi kanunlarının ardında bir takım çıkarlar aramaz ve yarattığı kullarının mutluluğunu dilerken, despotik kanun koyucu ise kendi çıkarlarının ötesini asla düşünemez. İlahi Şari hükümranlığını tesis etmek ve sürdürmek için görevlilerin ve halkın dindarlığı ve dürüstlüğünü isterken, tağuti kanun koyucu sömürgecilerin bir uzantısı olsun veya olmasın, müfsid görevliler ve kitleleri tercih eder ve fesadı iktidarının temel bir direği olarak görür. İlahi Şari bağımsız düşünceli ve dünyaya bağlılıktan arınmış üstün kişilikleri sosyal adaletin temellerinden biri olarak görürken, tağuti kanun koyucu üstün şahsiyetli insanlara şüpheyle yaklaşır ve dünyaya bağlanmış kişileri ve akılsız köleleri hakimiyetinin temeli olarak görmektedir. İlahi Şari hükümranlığını halkların korkusuzluğu üzerine temellendirir ve tüm boyutlarıyla cesareti teşvik ederken, tağut siyasi istikrar ve ulusal bütünlük adına korkuyu -hayatı, sosyal statüyü yitirme korkusu, hapis veya işkence korkusu, yoksulluk korkusu vb.- geliştirir. İlahi Şari hırs, haset ve gururu yok eder, maddi şeyler için hırsı mahkum eder ve alçak gönüllülük, işbirliği ve tevazu gibi değerleri özendirir, insana yaraşır manevi değerleri ön plana çıkarır.

Allah ve tağut zıt kutuplarda bulunurlar ve bu nedenle İslam ve Pancasıla ihtilaf halindedir. Bu nedenle Allah, ulusun -kendince- kutsal özünü temsil eden askeri cunta ve ulusal bütünlük için bir tehdit oluşturmaktadır.

Endonezya: Müslümanlar Yargılanıyor bize bu çatışmaya ilişkin bir bakış açısı sunuyor. Önsözünde bizi TAPOL [Endonezya insan Hakları Kampanyası] ile tanıştırıyor ve özellikle seksenli yıllarda ordunun Müslümanların hareketine karşı baskıcı tavrı üzerinde yoğunlaşıyor. 'Endonezya Ordusu ve Örgütlü İslam' adını taşıyan birinci bölüm kısaca İslami organizasyonları, siyasi partileri ve forumları ve bunların sömürge döneminde, Sukarno'nun 'Yol Gösterilmeye Muhtaç Demokrasi' döneminde ve Suharto'nun 'Yeni Düzen' devrindeki rollerini ele alıyor.

Öncesinde Japonlar tarafından eğitilmiş, 1951'den itibaren ise Amerikan askeri yardım programları uyarınca eğitilmiş Endonezya ordusunun örgütlü İslam'a karşı derin düşmanlığı cumhuriyetin ilk yıllarından başlayan Müslüman militanlarla silahlı çatışmalara uzanıyor. Sömürgeciliği yeniden hortlatmak amacındaki Hollanda'yla yapılan iki büyük savaş dönemi olan 1945'ten 1949'a kadar Endonezya ordusu ve Müslüman militanlar arasında sayısız çatışma vuku buldu. 1945 yılında bağımsızlık ilanından sonra -1947'de kendisini Darul İslam olarak adlandıran- Hizbullah ve onun silahlı kanadı olan Endonezya İslam Ordusu, Endonezya Ordusu ile çok şiddetli çatışmaların geçtiği özellikle Batı Cava gibi müstahkem Müslüman bölgelerde büyük bir güç oluşturdu. Endonezya ordusu kendi bünyesine oturtmak için Müslüman silahlı birimlerle amansızca savaştı. Sekar Madci Kartosuviryo liderliğindeki Darul İslam Batı Cava'da kontrolü ele geçirmeye çalışan Cumhuriyet ordusuna boyun eğmeyi reddetti ve 1960'ların başlarına kadar bastırılamayan bağımsız bir devlet ilan etti. Müslüman militanlarla çarpışmalar Endonezya'nın başka bölgelerinde de, özellikle Merkezî Cava'nın kıyısı boyunca Açe, Kuzey Sumatra, Güney Kalimantan ve Güney Sulavesi'de meydana geldi.

Endonezya ordusunun ezici çoğunluğunu etnik köken itibariyle Cavalılar oluşturuyor. Cava'nın iç kısımlarında, Orta ve Doğu Cava'da İslam, İslam topluluklarının kimliğinin takım adalardaki diğer toplulukların kimliğinden zorlukla ayırabileceği ölçüde, Cava'nın İslam Öncesi kültürü ve mistisizmi tarafından yutulmuştur. İşte ordu öğretisi ve İslami hareket arasındaki temel çatışma Cava topluluğu içerisinde mevcut bulunan iki ayırıcı kültürel yöneliş arasında kısmen kökleşmiştir; inançlarına sadakatle bağlı Müslümanlar olan santriler ve İslam öncesi Cava kültürü ve felsefesine bağlı ismen Müslüman olan abanganlar. Müslüman militanlara karşı sürdürülen uzun süreli savaşla birlikte, bu kültürel çatışma, subay takımı arasında İslami harekete karşı derin bir düşmanlık ve güvensizlik yaratmıştır.

Kitabın bu bölümü ayrıca Muhammediye (1912'de kuruldu), Nahdatul Ulema (1926) gibi İslami örgütler ve Mascumi (1960'da yasaklandı), Parmusi (1965-1973) ve -1973'te Suharto tarafından birleşmeye zorlanan Müslüman partilerin oluşturduğu- PPP koalisyonu gibi siyasal partilerin sosyo-politik karakter ve rollerine ışık tutuyor.

Bölümün kalan kısmı yeni bir akım olan camilere dayanan İslami eylemliliğe ve rejimin bunu yok etmeye yönelik hareketlerine ayrılmış. Suharto'nun iktidarı ele geçirmesini izleyen yıllarda, diğer hareketleri ezen otoriteler dikkatlerini İslami harekete çevirdiler. Yazar(lar)ın ifadesiyle: "En genelde, Suharto ve çevresindeki generaller İslam'a karşı daha önce Endonezya'daki Hollandalı sömürgecilerin benimsediği yaklaşımı tercih ettiler. Hollandalı sömürgeciler şu sonuca varmışlardı: Müslümanlar dini konularla, işlerle uğraşıp durdukça İslam kendi haline bırakılabilir, hatta gerekirse desteklenebilir, fakat siyasal örgütlenmelere giriştikleri noktada sert tedbirler alınmalıdır."

İkinci bölüm 'Tanyung Priok Yargılamaları' başlığını taşıyor ve Tanyung Priok Katliamı [12 Eylül 1984] olarak bilinen dört tutuklu ve 28 kurbanın yargılanmalarını ele alıyor. Bu olay mahalli askeri görevlilerin Cakarta'nın kuzeyindeki Tanyung Priok rıhtım bölgesindeki Müslümanları, tutuklu 4 cami görevlisinin salıverilmesi için gösteri düzenlemeleri için provoke etmeleri ile başlamıştır. Göstericilere ağır teçhizatlı silahlı askerler tarafından hiç bir ikazda bulunulmadan ateş açıldı ve yüzlerce insan öldürüldü ve yaralandı. Yüzlerce insan her yönden açılan ateş altında kalmıştı. Herkes yerlere yuvarlanmıştı. Kalkıp kaçmaya çalışan yaralıların bir çoğu vuruluyor veya süngülerle parçalanıyordu. Ateşin kesilmesiyle birlikte ortaya çıkan askerler cesetleri ve yaralıları, beklemekte olan askeri araçlara doldurdular. Çevrede oturan her aile en az bir yakınını kaybetmişti. Katliamdan kurtulanlardan bazıları ölü sayısının 600 civarında olduğunu tahmin ediyordu.

Katliamdan yaralı olarak kurtulabilmiş 28 kişi gösteriye katılmak suçundan yargılanarak idam cezasına çarptırıldılar. Ayrıca Tanyung Priok olayıyla ilişkileri dolayısıyla 37 kişi mahkemece 1-3 yıl arası değişen hapis cezalarına çarptırıldılar. Bu bölümde basında çıkar haberlerden yararlanılarak, çoğunluğunu yirmi yaş civarındaki gençlerin oluşturduğu kurbanlar hakkında ayrıntılı bilgiler veriliyor.

Kitabın sonunda yer alan iki ekte, bu katliama ilişkin görgü şahitlerinin ifadeleri (Dharsono Mahkemesinde verilmesine rağmen) yer alıyor. Ordunun katliam olayına ilişkin açıklamasına karşı çıkan 'Elliler Dilekçesi' grubunun yirmi iki üyesince imzalanan Beyaz Dosya [17 Eylül 19841 metni de ek olarak kitabın sonunda yer almış.

Rejimin İslami hareketi mahkum etme, cezalandırma ve ona terörist-yıkıcı bir imaj yükleme çabaları 'Tanyung Priok Katliamı'nın Perde Arkası", 'Bombalama Yargılamaları' ve 'Merkezî Cava'da Usrah Yargılamaları' adlı sırasıyla üçüncü, altıncı ve yedinci bölümlerde iyi bir biçimde ele alınmış.

'Baskı ve Adalet Sistemi' başlıklı dördüncü bölüm ve 'Vaizlerin Duruşması' başlıklı beşinci bölüm kitabın en aydınlatıcı bölümleridir. Bu bölümlerde, yönetime muhalif bir halka karşı durmaya çalışan ve ana amacı statükoyu korumak ve askeri yönetimi devam ettirebilmek olan bir hukuk sisteminde siyasal baskılar ve yargılamaların nasıl bir rol oynadığı ortaya konuluyor. Özellikle 'Vaizlerin Duruşması' adlı bölüm rejimin İslam ve O'na bağlı Müslüman ulema ve vaizlere karşı olan korkusunu çok iyi ortaya sermektedir. Burada on ünlü zulüm kurbanı hakkında ayrıntılı bilgiler veriliyor: A. M. Fetva (46 yaşında) vaaz vermekten 18 yıl hapse mahkum; Hacı Salim Kader (51) [Korps Mubelliğ Indonesia (KMI)'nın üçüncü başkanı] vaazlarında mevcut ideolojiyi eleştirmekten 20 yıla mahkum; Yayan Hendrayana (36) KMI'nin Kuzey Cakarta şubesinin genel sekreteri ve İslami ihtida Koleji'nde yardımcı öğretmen, konuşmalarında yönetime çatmaktan 20 yıla mahkum; Abdulkadir Djaelani (46), konuşmaları ve iki bombalama olayına (kendisince reddedilmiştir) karıştığı iddiasıyla 18 yıl hapse mahkum; Tony Ardie (31), konuşmaları dolayısıyla 9 yıl hapse mahkum; Maverdi Nur (67), bir hukukçu ve KMI'nin başkan yardımcısı, vaazları dolayısıyla 14 yıl hapse mahkum; Abdul Rani Yunsih (41), vaazları dolayısıyla yedi yıla mahkum; Abdul Latif bin Emir (43), vaazları dolayısıyla yedi yıla mahkum; Hasan Kiat (36), mevcut ideoloji aleyhine açıkça konuşma yapmaktan 9 yıl hapse mahkum; Ahmet Zonet Sumarlan (24), Endonezya İslam Üniversitesi Teknoloji bölümü Öğrencisi, el-İhvan adlı yayından üç nüsha dağıtmak suçundan 6 yıl hapse mahkum.

Kitap hepsi tek tek uygun olarak yaftalanmış bir seri istihbarat operasyonları ve bir takını entrika ve şebekelerle İslami harekette korku ve vesvese atmosferi yaratmaya çalışan rejimin Müslüman eylemcilere karşı baskı ve işkencelerinin kapsamlı bir belgelenmesidir. Bu aynı zamanda Muhammed Cabir bin Ebubekir gibilerinin ender bulunur cesaret ve büyük kahramanlığına da ışık tutmaktadır. O, işkence altında ölmeyi kabul etmiş, fakat H. M. Sanusi aleyhinde yalan ifade vermeyi reddetmişti. O şöyle diyordu: "İslam hukukuna göre iftira olarak adlandırılan bir işi yapmaya zorlandım. Kur'an-ı Kerim iftiranın cinayetten de kötü olduğunu bildiriyor ve cinayet ise İslami öğretide büyük bir günahtır." O, İslami ilkelere bağlı bir alim olarak gördüğü Hacı Muhammed Sanusi'ye (66) iftira atmaktansa ölmeyi tercih ettiğini söylemişti. Sanusi, Başkan Suharto'yu öldürmeyi hedefleyen bir komplo düzenlemek ve Merkezî Cava'da bulunan onuncu yüzyıldan kalma meşhur Budist tapınağı Borobudur'u bombalamakla suçlanmaktaydı.

Sanusi iki kez yargılanıp 19 ve 20'ser yıl hapis cezalarına çarptırıldı, ilk yargılamasında, savunma ve iddia makamının tanıklarının kendisi aleyhinde önceden verdikleri ifadeleri, sonradan baskı ve işkence altında vermeye zorlandıklarını açıklayarak geri çekmeleriyle, rejimin kendisine yönelik komplosu açığa çıkmıştı. Diğer bir davada, Doğu Cava'daki Malang'da ilk yargılanmalarına yetkililerce fanatik birer bombacı olarak tanıtılan 4 sanığın, daha sonra İslami bir eğitim programına katıldıkları için tutuklanan 4 aydın olduğu ortaya çıkmıştı.

Burada sahih İslam'ın hakimiyeti ile İslami bir çerçevede halkın içten bir katılımıyla gerçekleşen yönetim, gerçek demokrasi arasında gerekli ilişki açığa çıkıyor. Ne yazık ki, solcu veya sağa siyasal partiler biçiminde ortaya çıkan Doğulu ve Batılı ideolojilerin etkisi Müslüman ve Üçüncü Dünya ülkelerini iki rakip emperyalist güç arasındaki bir savaş alanına çevirdi. Neticede beyhude savaşların doğal bir sonucu olarak bir çok acı olay yaşanıyor. Kazanan kim olursa olsun, halklar her zaman kaybetti. Bir çok örnekte de görülebileceği gibi, bağımsızlık sonrasında kurulan cumhuriyetler, kısa zaman içinde askeri rejimlere dönüştü ve Doğu veya Batı'yı temsil eden siyasal çatışmalar kaoslar doğurdu. Sahnenin gerisinde her zaman aktif bulunan emperyalist güçler, askeri rejimleri tercih ederek nüfuzlarını devam ettirmeye koyuldular. Bir çok durumda da askeri rejimlerin gözetiminde oluşturulan yarı demokratik melez yönetimler gündeme geldi.

Bu dramada tamamen katı tutumlarla İslam ve İslami güçler propaganda ve baskı araçlarıyla arenadan uzak tutulmaya çalışıldı. Din ve siyasetin ayrılığı şeklindeki propagandalarla Müslüman eylemciler Müslüman kitlelerden yalıtılmaya çalışılırken, bir yandan da Müslüman eylemcilerin kendileri baskılarla sindirilmeye çalışılıyordu. Bununla birlikte bu ikili stratejinin çöküşü 1980'lerle birlikte hızlandı ve İslam dünyasında tümüyle yok oluşu yakındır. Dünya halklarını aldatan ve onlara boyun büktüren, iflas eden ideolojiler ve yıkılan putların dünyasında İslam siyasi bir güç olarak doğmaktadır. Put kıranların öncüsü İbrahim tekrar sahnededir ve Doğu'nun ve Batı'nın bütün putlarının günleri ise sayılıdır.

Çev.: Nilgün Yüksel

 

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR