1. YAZARLAR

  2. Haşim Ay

  3. Emperyalizmin Batılısını-Doğulusunu Yeniden Düşünmek

Emperyalizmin Batılısını-Doğulusunu Yeniden Düşünmek

Nisan 2016A+A-

Değişen durumlar karşısında bazı kavramları güncellemek, yeniden tanımlamak kaçınılmaz hale geliyor. Emperyalizm kavramı da bunlardan biri. Kavramı kimin nasıl algıladığı ve bu algısal değişim ve çeşitlenmeyi sağlayan kalkış zeminlerini doğru saptamak önemlidir. Emperyalizmi, onun işleyişini, beytimiz olan İslam coğrafyası üzerinde oluşturduğu kuşatma veya hegemonyayı konuşmak aynı zamanda küresel sistemi doğru kavramak ve konumumuzu saptamak açısından da elzemdir.

Emperyalizm

Emperyalizm kavramıyla ilgili yekpare bir algı söz konusu değil. Çoğu alanda karşılaşılan kavram kargaşası burada da mevcut. Kalkış zeminleri farklı olunca kaçınılmaz olarak algılar da farklılaşıyor ve buna bağlı olarak neyin emperyalizm, kimin emperyalist ve kimin anti-emperyalist olduğuna dair yaklaşımlar da karmaşıklaşıyor. Ortadoğu’daki intifada süreçleri ise emperyalizmin neliği, emperyalistlerin kimliği ve kimin/kimlerin anti-emperyalist olup olmadığını ortaya koymada adeta bir elek işlevi görüyor.

Öte yandan emperyalizm kavramı reel olarak belki de haklı şekilde sık sık kapitalizm, liberalizm, neo-liberalizm, küreselleşme veya globalleşme kavramlarıyla ya yan yana getirilmekte ya da özdeş şekilde kullanılabilmektedir. Özellikle de sol literatür ve onun etkisinde kalanların bir kısmının nezdinde ise sosyalizm, komünizm ve bu ideolojilerin siyasal-kurumsal tezahürleri olan SSCB, Rusya, Mao’nun Çin’i, hatta Hitler’in Almanya’sı, Stalin’in uygulamaları hatta ve hatta Nasır’ın Arap milliyetçiliğini esas alan Nasırizm, Baasçılık, Kemalizm de “anti-emperyalist” olarak okunabilmektedir. Batı emperyalizmine karşı ulusal kurtuluş ve bağımsızlık mücadelesi veren hareketlerin adeta hemen hepsi anti-emperyalist addedilmektedir. İran, Esed ve Hizbullah’a ise bu bağlamda zaten diyecek bir şey yok! Onlar bu perspektife göre reel olarak dünyanın en anti-emperyalist güçleri olup insanlığın selameti için “direniş hattı”nın son kalesinin yılmaz müdafiliğine soyunmuş kurtarıcılar pozisyonundalar! Yine özellikle sol perspektiften dünyayı okuyanlara göre İslamcı hareketler emperyalizmin bölgesel siyasi aktörleri olup tarihleri kullanılmışlıkla doludur!

Ulusalcılık/Milliyetçilik Tabiatıyla Anti-Emperyalist midir?

Emperyalmisyonun özünü mündemiç olan yayılmacı siyaset merkeze alındığında meselanasyonalizmin ne kadar anti-emperyalist olduğu sorgulanabilir. Nasyonalizm/milliyetçilik ideolojisi ve onun çağdaş dünyaya damgasını vurmuş iki ayrı pratik modeli olan Anglo-Sakson veya İngiliz-Amerikan modeli ile Alman-İtalyan versiyonu arasında yayılmacı siyaset bağlamında bir fark var mı? Hayır. Her iki model de aynı emperyal/yayılmacı karakter taşıyor. Hatta SSCB de bu bağlamda emperyalist kapsamında değerlendirilebilir. Çünkü alabildiğine yayılmacı siyasetlere yaslanıyor. Ulusalcılık da en azından Türk milliyetçiliği bağlamında başta kültürel olmak üzere birçok alanda emperyal-yayılmacı özellik sunuyor/du. Hem de alabildiğine otoriter-dayatmacı türden bir yayılmacılık örneği/idi bu! İster belirli bir dil ve etnisiteyi merkeze alarak onu “öteki”lere zorla dayatmaya çalışsın, ister Sovyetler örneğinde olduğu gibi belirli bir sınıfın egemenliğini merkeze alarak dünyaya açılmayı düşlesin, isterse de büyük boy ulus-devletler olan İngiliz, Alman, Fransız, Amerikan vb. kendi kültürünü ve ekonomik çıkarlarını merkeze alarak dünyanın geri kalanına sömürgeci refleksle yayılma isteğini yansıtsın bunların tümü karşımıza emperyalizm olarak çıkmaktadır.

Sömürgecilik sonrası şekillenen modern Ortadoğu bağlamında milliyetçiliğe baktığımızda ise şunu daha rahat söyleyebiliriz: Ortadoğu’da nasyonalizm anti-emperyalist değil, bilakis emperyalizmin maya tutması için kullanılmış/teşvik edilmiş en temel enstrümanlardan biri olarak kullanılmıştır. Yani doğrudan sömürgecilik çağı sonrası Ortadoğu’sunda gerek ulusalcılık ideolojisi gerekse de ulus-devlet modeli emperyalistler tarafından bölge halklarını kuşatma altına almanın en temel enstrümanı olacak şekilde teşvik edilmiştir. Batı’da bir dış-politik icraat olarak ulus-inşası siyaseti meşhurdur. Yeni ulusların ve ulus-devletlerin inşası emperyalist Batı için özetle; yeni pazar alanları ve güvenlik ihtiyaçlarının karşılanması demektir. Aynı stratejik ihtiyaç aslında sözde anti-emperyalist SSCB ve mirasçısı Rusya için de geçerli olmaktadır. Sovyetlerin ulus-inşası siyasetinin merkezinde de aynı maksatlar geçerli olmuştur. Ne Batı ne Doğu emperyalizminin şöyle veya böyle inşasına olur verdiği Ortadoğu’daki hiçbir ulus-devlet gerçek bir bağımsızlığa sahip değildir. Zaten sosyalizm özü itibariyle a-nasyonal değil, enternasyonaldir. Dolayısıyla dün olduğu gibi bugün de emperyalist kuşatmayı gerçek anlamda yarmak öncelikle emperyalizmin boynumuza doladığı ulus-toplum ve ulus-devlet isimli esaret zincirini kırmakla; ulusalcı tarih ve kimlik perspektifinden arınmaya yönelmekle mümkün olacaktır. Bu yüzden adı gelenekçilik, nasyonalizm ve emperyalizm olan üç zindandaneşzamanlı olarak kurtuluşa yönelmek çağdaş İslamcı siyaset ve hareketimizin öncelikli hedeflerinden olmaya devam etmelidir. Ümmet perspektifimizi emperyalist bakışın etkilerini taşıyan enternasyonalizmden ve öncülerimizin mesela Afgani’nin arızi durumlara binaen geçit verdiği bölgesel devlet fikrimizi ulus-toplum ve ulus-devlet modelinden arındırmalı; ulusalcılık veya milliyetçiliği salt kavmiyet ve ırkçılığa indirgeme kolaycılığını aşarak toplum tasarımımızda enternasyonal değil bizatihi a-nasyonal yani sadece ulusalcılık karşıtı değil bizatihi ulus tasarımının kendisinin karşıtı olmaya çalışmalıyız!

İslami Siyasetin Emperyal Vizyonu Var mı?

Mesele yayılmacı siyasetler izlemek veya imparatorluk düşleri kurmaktan ziyade (Kaddafi bile bunun Ortadoğu’daki tipik bir örneği idi.) yayılmacı siyasetin neyi merkeze aldığı meselesi olmalıdır. Halkların maslahatını ve değerleri merkeze alan bir yayılmacı siyaset ile kendi indi çıkarlarını merkeze alarak muhataplarını sömürmeyi amaçlayan bir yayılmacı siyasetin farkını tefrik etmeli. Doğal olarak devletleşmiş ve gücü tekelleştirmiş her siyasal yapı dışa dönük olarak yayılma isteği duyacaktır. Hatta her devletin istese de istemese de biraz emperyal bir misyona sahip olacağı gibi bir kabul bile bulunmaktadır. Bu emperyal siyasetlerin başarısı ise söz konusu devletin güç ve etki düzeyiyle doğrudan orantılı olarak değişmektedir. Kültürel planda kendisini evrensel addetmiş bir dava da aynı yayılma özelliği yansıtacaktır. Dolayısıyla mesele salt yayılma istencinin kendisi olmayıp bu yayılma siyasetinin neyi merkeze aldığı olmalıdır. Tek başına bir yayılma siyaseti ile sömürgeci/emperyalist emellerle öne çıkan bir yayılmacı siyasetin arasını tefrik edecek yaklaşım belirlerken şunlara dikkat edilebilir:

-Dış politika perspektifimiz değerleri mi yoksa çıkarlarımızı mı merkeze alıyor?

-İşbirliği geliştirdiğimiz siyasal yapılar halkların iradesiyle mi işliyor yoksa halkların değerler dünyasıyla çatışıyor mu?

-Herhangi bir siyasal yapıya veya topluma yayılma isteğimiz onlara değerlerimizi sunmak-tanıtmak mı yoksa onların yer altı ve yerüstü kaynaklarını işgal edip kendilerini sömürgeleştirmek için mi?

Emperyalizm Bağlamında Küreselleşmenin Değeri

Emperyalizm bilindiği ve uygulandığı haliyle talan siyasetidir, hırsızlıktır, sömürgeciliktir, işgalciliktir. Sömürgeci-emperyalist siyaset algısı kapitalizmin doğasını mündemiç olup en temelde insanın doymak bilmez iştahını yansıtmakta, dolayısıyla ekonomik-iktisadi bir özellik arz etmektedir. Yani olguyu tanımlamada iktisadi unsuru merkezî ölçü edinen teorinin bu bağlamda haklılığı var. Bu iştah hayatın ve meşruiyetin merkezine gücü, parayı, çıkarı koymaktadır. Dolayısıyla emperyal hegemonyanın olduğu bir dünyada parası olan konuşur, güçlü olanın hükmü geçer. Emperyal toplum modeli tekasür ve tuğyan toplumudur; birikim yaptıkça kibre kapılır, kendine güveni artar.

2016'da dünya nüfusunun yüzde %1'ini oluşturan en zenginlerin toplam mal varlığının kalan yüzde 99’un toplam gelirine eşit hale gelmesi bekleniyor. Bu dünyanın en zengin sermayedar sınıfıiçin insan ırkının geriye kalan çoğunluğu hizmetkârlar sürüsünden ibaret. Onlar isyan etmemek için adeta ücretlendirilmiş kölelerdir. Geri kalmış veya bırakılmış ülke ve toplumların “yükselen değerler”e tutunma çabası ve “çağdaş uygarlık seviyesi”ne varma ideali bu yüzden gerçekleştirilebilir değildir. Çünkü sistemi kuranlar ve çarkın iplerini ellerinde tutanlar onların tüketim toplumu olmasını bir kader olarak tayin etmiştir.

“Vahşi kapitalizm” sadece derinliksiz bir slogandan ibaret değildir. Vahşidir, çünkü ‘Sosyal Darwinizm’e yaslanmaktadır. Vahşidir, çünkü vahşi doğanın orman kanunlarını bilimsel kılıflara dökerek meşrulaştırmıştır. Bugün vahşi kapitalizmin kurbanı olup onun yükseliş formuna özenenler de günün birinde o seviyeye ulaşırlarsa büyük ihtimalle yarının yeni vahşileri olacaktır. Vahşi kapitalizm onun yükseliş modeline özenerek ve ilerleme için öngördüğü değerlere tutunarak değil, onun insanlığın önüne koyduğu bilgi felsefesi, üretim ve tüketim ahlakı, ekonomi-politiğinden mümkün olduğunca arınarak aşılabilir.

Çokça tartışılan ancak üzerinde halen tanım düzeyinde bile konsensüs oluşmayan küreselleşme tam da bu bağlamda serbest pazarın genişlemesi, sermaye sınıfının çıkara dayalı atraksiyonlarının ulusal sınırları aşması, dünyanın adeta küresel bir pazara dönüşmesi demektir. Şüphesiz bilim, teknoloji, iletişim, kültür vb. alanlarda küreselleşmenin dünya halklarına ve yeni bir dünya özlemi taşıyan hareketlere de sunduğu avantajlar söz konusudur. Bu nedenle küreselleşme veya globalleşmenin tek bir faktöre bağlanarak tanımlanması indirgemeci bir yaklaşım olup adaletten uzak kalacaktır. Bununla birlikte sermaye sınıfları için küreselleşmenin arz ettiği değerin hiç de yeryüzü halkı ve fıtrata uygun olmadığı çok açık. Dünyayı büyük sermaye güçlerinin acımasız çıkar yarışı ve çatışması arasında adeta küresel bir pazara dönüştürüp arasında parselleme kavgası verenlerin benzeşen ortak amacı küresel bir tüketim toplumu inşa etmek istemesidir.

Emperyalizmin Batılısı Doğulusu: Benzeşen Yanlar, Kaybolmaya Yüz Tutan Farklar

Hâlihazırda Ortadoğu politikasında özellikle de İslami hareketlere dönük yaklaşım ve tutumu bağlamında dünyanın bir zamanlar aralarında ciddi farklar olduğu sanılan Doğulu-Batılı emperyalistlerinin kayda değer bir farklılıklarının olmadığı aşikârdır. Artık mesela bir Mısır veya Suriye’de İslami hareketlere karşı yaklaşımlarında Neo-Sovyet Rus emperyalizmi ile Batı’nın kapitalist emperyalizminin şefi ABD arasında hiçbir fark olmadığı anlaşılmıştır.

Bugün İslam coğrafyası Doğulu ve Batılı emperyalist blokların eşzamanlı kuşatması altında bulunmaktadır. Coğrafyamızda ayrıca bu iki emperyalist bloktan birine veya pazarlık gücü varsa ikisine birden tutunarak, emperyal politikalardan medet umarak kendini var etmeye çalışan bir de yerli işbirlikçi aktörlerin varlığı söz konusu.

Amerika’nın ağabeylik yaptığı Batılı emperyalizm tabi ki beynine oturmuş Siyonist güç ile birlikte bir cephedir. Enerji rezervleri ve bunların dünya pazarlarına ulaştırılması konusunda diğerlerinin hepsinden daha fazla hak iddia etmektedir ve hepsinden daha güçlüdür.Enerji rezervleri üzerinde egemenlik ve mülkiyet kurabilmek için lider, hükümet, devlet devirebilmekte ve yıkabilmektedir.

Rusya’nın Neo-Sovyetik emellerle ağabeylik yaptığı Doğulu emperyalizm ise Amerikan emperyalizmi ve öncülü olan İngiliz emperyalizmi kadar atak, etkili ve uzun soluklu değilse de nüfuzu, nükleer gücü, enerji rezervleri üzerindeki mülkiyetinden dolayı ikinci sırada yer almaktadır. Rus emperyalizmi aynı zamanda Müslüman toplulukların yanıbaşında olması ve ek olarak bugün özellikle de Suriye’de giriştiği atraksiyonlar nedeniyle yakın ve doğrudan tehdit potansiyeline sahiptir.

Bugün bu Doğulu-Batılı emperyalistlerin arasında var olduğu sanılan kayda değer hiçbir farklılık ortada mevcut görünmemekte. Tam tersine aralarında benzeşen yönler ve örtüşen çıkarlar daha belirginleşmiş vaziyettedir. Emperyalizmin Batılısı-Doğulusu kol kola vaziyette Suriye’de İslami hareketlerin kendi toplumlarını öz değerleri olan İslami ilkeler çerçevesinde yeniden inşa etmesine izin vermemek için elinden geleni yaptı/yapıyor. Yine kol kola vaziyette Mısır’da demokrasi yoluyla iktidara gelen İslami hareketi düşürmek için açıkça karşı darbeyi örgütledi, Sisi cuntasını destekledi/destekliyor. Filistin’de demokrasi yoluyla iktidara gelen Hamas’ı “terörist” ilan etti ve yetmedi güçsüz düşürmek için elinden geleni yaptı/yapıyor. Türkiye’de dış politikada yüzünü ümmet coğrafyasındaki despotik yönetimlerden ziyade Müslüman halklara dönen AK Parti hükümetini yıkmak için sonuna kadar çabaladı/çabalıyor. Aynı emperyalist ikili Tunus’tan Libya’ya, Bangladeş’ten Suriye’ye İslamcıların etkinliğini kırmak için omuz omuza çarpışıyor. Söz konusu İslami hareketler olunca küfrün tek bir millet olduğu kabulü bugün net şekilde ortada duruyor. İslami hareketler söz konusu olduğunda emperyalistler arasındaki görece rekabet anında silikleşiyor ve rekabetin yerini ittifak alıyor. Suriye fotoğrafı Doğulu-Batılı emperyalistlerin İslami hareketlere karşı müttefiklik ilişkisinin en aktüel ve net örneği olmaya devam ediyor.

Emperyalizmin Doğulusu-Batılısına Karşı “İslam” Ülkelerinin Konumu

Ortadoğu İntifadasıyla birlikte hem ümmet coğrafyası hem de küresel emperyalist sistem şuan itibariyle bir geçiş süreci yaşamaktadır. Ortadoğu İntifadası veya meşhur ifadesiyle “Arap Baharı”, küresel emperyalist sistemin temellerini sarstı. Sistemin işleyişini alt üst etti. Dolayısıyla sistemin re-organizasyonu sürecinde düzenin sahipleri şöyle veya böyle intifadanın yol açtığı bu yeni özgürlük dalgasını bir şekilde dikkate almak zorunda hissediyorlar kendilerini. Ve doğal olarak da herkes gibi emperyalist güçlerin de kendilerine göre hesapları var. Yaşadığımız durum biraz da güçlerin ve çıkarların çatışmasına bağlı olarak bu hesaplardan kaynaklanmaktadır.

Ortada olan çıplak gerçeklik şu ki emperyalizmin Doğulusu-Batılısı İslami hareketleri, özellikle de İslamcıların siyasal arenada etkinliğini artırmasını ortak tehdit algılamakta ve bunu bertaraf etmeye dönük olarak işbirlikçi partnerler aramaktadır. Bir yandan Suriye’de Eğit-Donat Projesi adı altında denenen ancak maya tutmayan safları içeriden bölerek kendisinin “ılımlı muhalif” profilini oluşturma stratejisine yönelirken diğer yandan da hâlihazırda İran, Hizbullah gibi işbirlikçiliğe yatkın yeni müttefiklere can simidi gibi sarılmaktadır. Emperyalizmin doğulusu-batılısı kol kola vaziyette bir yandan da yine Suriye’de PYD/PKK örneğinde olduğu gibi ideolojik kimliğine bakmaksızın tüm seküler-laik unsurları doğal müttefik olarak palazlandırmaktadır.

İntifada sürecinin öne çıkardığı ve Suriye’deki savaşın iyice netleştirdiği etkili Ortadoğu ülkelerinin emperyalizme karşı konumu reel olarak özetle şu şekildedir:

İRAN: Sünni dünyada mezhepçiliği kışkırtarak Şii hinterlandı oluşturmaya çalışıyor. Bu nedenle emperyalist aslında ama çapsızlığı dolayısıyla tetikçi pozisyonunda. İran Çeçenistan’da Rus emperyalizminin müttefiki, Suriye’de Rus emperyalizminin adeta 1. Kolordusu, Afganistan’da hem ABD hem Rus emperyalizminin müttefiki, Irak’ta ise doğrudan emperyal bir güç… İran Cumhurbaşkanı Yardımcısı Ali Yunusi'nin şu sözleri bu bağlamda ilgi çekici: “Bağdat, büyüyen imparatorluğumuzun başkentidir. Bölgede bizimle yarışmaya giren gerek Osmanlı nesli gerekse Roma'dan geri kalanlar, bizim şu an Irak'a verdiğimiz desteğe itiraz ediyor. Biz bu bölgede bunlara karşı İran Birliği kuracağız.” İran'ın ve İsrail'in Ortadoğu'da aynı yayılmacı ve işgalci zihniyetle hareket eden, madalyonun iki yüzüne tekabül eden, birbirlerinin zıddı gibi görünse de düşmanlık kurgusu içinde birbirlerini 'meşruiyet' sağlayarak var eden iki ülke olduğu görenlerin malumu.

SUUDİ ARABİSTAN: Sünni dünyanın temsilcisi olduğunu ittihaz ediyor ama emperyal bir misyonu yok. Özellikle de İhvan korkusu, İran ve Şii tahammülsüzlüğü ve Sünnilik düzleminde Türkiye ile rekabeti kendisini Batı emperyalizminin bölgesel bir aktörüne dönüşmeye itiyor. İhvan’ın etkili olduğu tüm bölgelerde küresel emperyalizmle omuz omuza İhvanofobia tehdidinde bütünleşiyor. Mısır’da Sisi cuntasını İhvanofobia korkusuyla küresel emperyalizmin çıkarları doğrultusunda finanse eden temel bölgesel aktör. Kral Selman döneminde Suriye’ye yaklaşımda Türkiye ile paralel. Siyasal ve toplumsal yapıda reform belirtileri var. Yemen’de Husi tehdidinin ayyuka çıkması dolasıyla İhvan politikasını gözden geçirebileceğinin sinyallerini veriyor. İsrail’le ilişkiler bağlamında HAMAS’ı an itibariyle destekler bir görünümü var. Sisi cuntasıyla ilişkilerini gözden geçirmeye meyyal. Kral Selman Suudi dış politikasında kalıcı bir kırılma sağlayabilir mi? Bu belirsiz ancak mevcut yönelim ve kısmi politikalarıyla bu beklentiyi oluşturmakta ve Müslüman halkların ve İslami hareketlerin lehine bir pozisyon takınabileceğine dair işaretler sunmaktadır.

MISIR: Kurulduğu günden bu yana sürekli olarak küresel emperyalizmin jandarması rolünü oynamıştır. Afrika ve Ortadoğu’ya açılan kapıları ve bilhassa da Süveyş Kanalı dolayısıyla tüm emperyalistlerce stratejik bir üs olarak görülüyor. Emperyalizmin bölgenin bağrındaki jandarması İsrail’in güvenliği için de Mısır hayati bir konumda. Abdunnasır ve Enver Sedat döneminde emperyalizmin solunun/doğulusunun, Hüsnü Mübarek döneminde ise ağırlıklı olarak emperyalizmin sağının/batılısının piyonu rolü oynuyordu. İhvan’ın anavatanı olması hasebiyle de İslamcılığı baskılama ve kontrol altında tutma noktasında her iki emperyalizm ve bölgede işbirlikçileri tarafından özellikle de finansal anlamda sürekli koruyup kollanmıştır. ABD’nin Ortadoğu’dakarşılıksız olarak İsrail’den sonra en çok mali ve askerî destek sağladığı işbirlikçi ülkeler namına sahip. Aynı avantajlı konumunu Sisi döneminde de fazlasıyla muhafaza ediyor. Gazze’ye olan sınırıyla ve topraklarına uzanan tünellerle Gazzeliler için neredeyse tek nefes borusu. İsrail ve ABD’ye hizmet noktasında Sisi dönemi en alçak dönemdir. Sisi defalarca Gazze’nin nefes borularını kesmeye yeltenmiştir. Son olarak da tünellere su pompalayan Sisi diktası, Gazze’nin idaresinin işbirlikçi Ramallah yönetimine devredilmesi koşuluyla tünelleri açabileceğini söylemiştir.

TÜRKİYE: 2000’li yıllara kadar Batı emperyalizminin bölgedeki etkili müttefiki olarak hareket ediyordu. AK Parti’nin başlattığı “Yeni Türkiye” hamlesi ilk etapta BOP döneminde bir model olarak destek gördü ancak Erdoğan projeyi bölge halkları ve İslami hareketlerin lehine kullanmaya başlar başlamaz bir tehdit unsuru olarak algılanmaya başladı. 1 Mart Tezkeresi ile başlayan küresel vesayetten kısmi kopuş Mavi Marmara olayını müteakip müthiş bir özgüvene dönüştü. Davos’ta İsrail’e karşı yapılan “One Munite” çıkışı; Ortadoğu İntifadaları sürecinde intifada bölgeleri ve siyasal dinamikleriyle dayanışma; Filistin, Tunus, Mısır ve Suriye politikasındaki bölge halkları ve İslami hareketler öncelikli politikası emperyalizmin sağında veya solunda duran küresel güçler nezdinde ona karşı alerjiyi artırdı. Yanı sıra AK Parti’nin içeride Müslümanların lehine izlediği açılım politikaları ve dış politikada ortaya koyduğu işbirlikçi despotik rejimlerden ziyade bölge halkları ve İslami hareketler öncelikli politikası bölge halkları nezdinde onu klasik NATO müttefiki ve emperyalizmin işbirlikçisi konumundan çıkarıp küresel emperyalizm ve bölgesel despotizm karşısında bir umut kapısı ve model noktasına getirdi. Erdoğan’ın “Dünya 5’ten büyüktür!” sözü sadece bölgede değil küresel ölçekte farklı bir dünya arayışı içerisinde olan onurlu kitle ve oluşumlarınönemli bir kısmı arasında umut dalgası oluşturdu-oluşturuyor. AK Parti’nin reel-politikanın sınırlı imkânları içerisinde edindiği bu pratik vizyon onu bir zamanlar popülaritesi olan Hugo Chavez’den de sözde anti-emperyalist İran’dan da çok daha sahici kılıyor.

Doğulusuyla Batılısıyla Emperyalizminden Medet Uman Küçük Ölçekli Aktörler

Gerek Doğulu gerek Batılı emperyalistlerin ümmet coğrafyasındaki atraksiyonlarından medet umarak, ona sığınarak kendisini var eden ancak buna rağmen bir kısmı halen de anti-emperyalistmaskesi takacak kadar sahtekâr olan hâlihazırdaki bazı küçük ölçekli siyasal aktörlere şunlar örnek verilebilir:

1-Tunus ve Mısır’da Temerrütçüler

2-Afganistan’da Karzai ve tüm Taliban karşıtları

3-Çeçenistan’da Kadirov

4-Filistin’de Mahmud Abbas

5-Türkiye’de Geziciler, Paralelciler, bazı liberaller, bazı Kemalistler, nasyonal sosyalistler, DHKP/C, MLKP, PKK-HDP-KCK

6-Suriye’de PYD/YPG, Demokratik Suriye Güçleri, Mihraç Ural çetesi, Hizbullah ve uluslararası Şii lejyonerler…

Bunların tümü reel olarak Doğulu-Batılı emperyalistlerin Ortadoğu’da ve özellikle de Suriye’deki İslami hareket karşıtı atraksiyonlarından medet uman işbirlikçi güçler pozisyonundalar.

Bunların önemli bir kısmı söz konusu İslami hareketler olduğunda Batı emperyalizmiyle müttefik hale gelen Doğulu yanaşmacılar, neo-mandacılardır.

Ataları Engels ve Marks da dünyayı aynı ilerlemeci gözlükle okuyor ve Batılı emperyalistlerin İslamcıları terbiye etmesine alkış tutuyorlardı! Marks, Britanya sömürgeciliğinin Hint Alt Kıtasındaki işgalini, Engels ise Fransız emperyalizminin Cezayir’de Emir Abdulkadir’i derdest edişini destekliyordu. Engels Komünist Manifesto’nun yayınlanmasından bir ay kadar önce kaleme aldığı bir yazısında Fransa’nın Cezayir’i işgalini ve Emir Abdulkadir’in yenilgisini medeniyetin ilerlemesi adına “önemli ve talihli bir olay” olarak alkışlamıştı!

Adlarıgeçen oluşumların önemli bir kısmı kendilerini anti-emperyalist olarak tanımlıyor. Ama bu tanım somut eylemler planında tutarlı bir karşılığa sahip değil. Paradigma düzleminde İslam ve Müslüman algısında sol ile sağın veya komünistlerle kapitalistlerin farklılığa dair edindiği maske düşüyor. Kralın çıplak kaldığı bu zeminde İslam düşmanlıkları afişe oluyor. Nitekim PKK/PYD hareketi her sıkıştığı durumdaanında “uluslararası toplum” isimli emperyalist güruhlara “gericilik alarmı”na basıp “Laikliğin (yani bölgedeki çıkarlarınızın) güvencesi biziz!” diyor.

Liberalini, sosyalistini aşan temel nokta kendisine yaslanılan seküler paradigma olmaktadır. Aydınlanma dininin sağı-solunda yer alanların bu paradigmanın tam karşısında yer alan İslam ve Müslümanlara karşı nihai kertede aynı düşmanlığı benimsemesi şaşırtıcı değil. Bu husus tabiatıyla paradoksal olup sahiplerini tutarsızlaştırıyor. Ne solcusu ne sağcısı için başka bir deyişle ne ABD’si ne Rusya’sı için Ortadoğu’da yüzlerce, binlerce Müslümanın katlediliyor olmasının hiçbir kıymeti harbiyesi yok. İslamcılara yol görünen her şartta demokrasi arızi, diktatörlük asıl payesine dönüşür. Olanca demokrat ya da hümanist iddialara rağmen İslam ve Müslümanlara karşı bu paradigmanın çocukları kendilerini hükmeden, tahakküm kuran, yönlendiren pozisyonunda ittihaz etmektedirler. Onlara göre kendileri doğal olarak merkezde; İslamcılar ise dönüştürülmesi, olmadı başı ezilmesi gereken gericiler sürüsünden ibaret. Şu bulunduğumuz konjonktürde bile mesela Türkiye üniversitelerinde solcuların halen de üniversiteleri babalarının çiftliği şeklinde algılamasında ve kendilerinde İslamcılara had bildirme hakkını ittihaz etmelerinde rol oynayan temel faktör bünyede taşınan bu otoriter-faşizan seküler itikat olmaktadır.

İşin garibi bunların her birine göre söz konusu “gerici tehdit” olunca emperyalist veya diktatör görünenlerle kol kola girmek taktik bir durumdur. Çünkü amaca götüren her yol mubah görülmektedir. Teorisyenleri Marks da Britanya emperyalizmine olumluluk atfederek adeta “Bırakın sömürsünler!” diyordu. Engels de aynı söylemi emperyalist Fransa’nın Cezayir’deki sömürüsüne arka çıkarak seslendiriyordu. Marks’ın ve Engels’in çocukları çok mu farklı? Hayır! Onlar da “Söz konusu olan gerici güçler ise yaşasın ilerici güçlerin ittifakı!” akaidine sımsıkı sarılmakta ve bu cümleden olarak mesela Mısır’da Doğulu-Batılı emperyalistler ve Ortadoğu’daki despotik işbirlikçi yönetimlerin desteğiyle Sisi darbe yaparken “Ne darbe ne şeriat!” kurnazlığına yeltenebilmişlerdir.

Öyle çünkü bu paradigmaya göre kapitalistleşme ve uluslaşma sağlanmadan komünist evreye geçilemez. Kendilerinin emperyalistler ve diktatörlerle halkların yıkımı ve İslamcıların katledilmesi temelinde girdiği her ilişki taktik veya geçici ittifak; İslamcıların halkın üzerindeki zulüm ve zorbalığı defetmek, özgürlük alanlarını açmak, zorba diktatörleri püskürtmek amacıyla bölgesel ve küresel güçlerin iç çatlaklarından istifade etmesi ise işbirlikçilik olmaktadır! Stinger füzeleriyle Rus ayısını Afganistan’dan defetmek İslamcı direnişçileri emperyalizmin işbirlikçisi yapıyor ama YPG/PKK/MLKP’nin Stinger talebi dünyayı ortak düşman İslamcılardan (IŞİD bahane) temizleme kahramanlığı addediliyor! 21. yüzyılın en büyük özgürlük hamlesi olan Ortadoğu İntifadası; Türkiye’nin son 10 yıllık yakın siyasi tarihi ve 5 yıllık Suriye savaşı kimin anti-emperyalist kimin işbirlikçi, kimlerin tarihinin kullanılmışlıktan ibaret olduğunu çok net gösteriyor!

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR