1. YAZARLAR

  2. Rıdvan Kaya

  3. Düşünce Özgürlüğünün Tabusal Sınırları

Düşünce Özgürlüğünün Tabusal Sınırları

Nisan 2009A+A-

Türkiye’de düşünce özgürlüğü alanının ne kadar genişlediği konusunda rivayet muhtelif. Bir tarafta özde hiçbir ilerlemenin gerçekleşmediğini savunanlar var. Bunlara göre makyaj malzemesi olmaktan ibaret düzenlemelerle göz boyanıyor. Buna karşın son yıllarda yaşananları devrim çapında gelişmeler olarak algılayan ve genelde de siyasi iktidara paralel tutum sahibi çevreler açısından ise düşünce özgürlüğü önünde artık hiçbir engel kalmamış durumda. Bu yaklaşıma göre ise zaman zaman yaşanan sıkıntılar arıza kabilinden istisnalar olmaktan öteye geçmiyor!

Gerçek ise muhtemelen bu iki uç yaklaşımın, propaganda boyutu öne çıkan bu iki tutumun arasında bir yerlerde. Şüphesiz hiçbir ilerlemenin olmadığı, dekoratif değişikliklerle göz boyamaya çalışıldığı tezi oldukça abartılı bir iddia. Siyasal sürece ilişkin olarak nesnel değerlendirme ve somut tahlillerden ziyade kaba bir reddiyecilik içeriyor. Öte yandan ortalığı güllük gülistanlık gibi sunan anlayış ise aynı toptancılıktan hareketle tam tersi bir uca savruluyor ve birtakım verilere aşırı yaslanarak mevcut sorunları halının altına süpürüyor. Gerçeklerle yüzleşmek yerine hayalcilik pompalamaya yöneliyor.

Oysa gerçekçi ve adil bir yaklaşım söz konusu olacaksa, ne yaşanan gelişim, ne de düzenin yapısal kimliğinden kaynaklanan köklü sorunlar görmezden gelinebilir! Muhalif fikirlerin serdedilmesi ve sistemin onayladığı çerçevenin dışında görülen taleplerin seslendirilmesine yönelik olarak müsamaha, serbestiyet sınırının genişlediği çok açık. Gerek hukuki mevzuatta yapılan düzenlemeler, gerekse de siyaset düzeyinde geliştirilen yeni yaklaşım tarzı itibariyle geçmişte çok daha dar çizilen özgürlük alanının şimdilerde daha geniş tanımlandığı görülmekte. Bununla birlikte bu “görece özgürleşme” şarkılarının sistemin “tabusal alan”larına girildiğinde birden acı sirenlere dönüştüğü de ortada. Resmi ideolojinin putlaştırdığı alanlar ve konular söz konusu olduğunda klasik yasakçı refleks anında devreye girmekte ve otoriter tahammülsüzlük rejimi olanca açıklığıyla kendini dışa vurmakta.

Resmi İdeolojinin Kutsalları

Düşünce özgürlüğüne dair bunca vurguya rağmen, başta Atatürk, Türklük ve ordu tartışmaları olmak üzere, devletin resmi ideolojisinin esaslarını, temellerini oluşturduğu düşünülen konulara, kurumlara ve aynı çerçeveyi temsil ettiği varsayılan sembollere ilişkin olarak aykırı yaklaşımlar hâlâ ciddi risk kaynağı teşkil etmekte. Sistemin etraflarında kutsallık halesi ördüğü birtakım konuların, kavramların, sembollerin tartışılmasına, bunlarla alakalı sorular sorulmasına asla rızası bulunmuyor. Eğitim sisteminden başlayarak her alanda ve her tür araçla tabulaştırdığı bu alana yönelik her türlü farklı yaklaşımı, eleştiriyi, sorgulamayı adeta varlık nedenine yönelik bir tehdit, varoluş misyonunu tahrip amaçlı bir saldırı şeklinde algılıyor.

Bu yüzdendir ki, okulda Atatürk ile ilgili aykırı bir soru sormaya kalkan çocuğun öğretmeninden aldığı tepkiyle; stüdyoda konuğunun Cumhuriyetin kuruluş felsefesine ilişkin eleştirisinden paniğe kapılan gazetecinin tahammülsüzlüğü ya da basın bilgilendirme toplantısında ordu mensuplarının karıştığı kirli ilişkiler hakkında soru sormaya teşebbüs eden muhabirin komutandan aldığı “okkalı cevap” arasında açık bir benzerlik mevcut. Tümünde aynı ruh halinin izlerini görmek mümkün. Devletin resmi kültürünün her düzeyde ürettiği korku ile karşılama ve aykırılıkları, farklılıkları sindirme yoluyla savuşturma, püskürtme mantığı işletilmekte.

Bülent Arınç’ın Masum, Makul Fakat Eksik Talebi

Özgür-Der hakkında açılan kapatma davasının gerekçesinde de net biçimde gözlemlediğimiz bu mantığın izdüşümleri ile bu ülkede hemen her gün farklı bağlamlarda karşılaşmak mümkün. İşte geçtiğimiz ay Meclis eski Başkanı ve AK Parti Manisa Milletvekili Bülent Arınç’ın İstiklal Marşı ve saygı duruşu meselesiyle ilgili gündeme getirdiği öneriye verilen tepkilerde bu tutumu net biçimde gördük.

Bülent Arınç Türkiye’de bazı konuların abartıldığına dikkat çekmiş ve bu çerçevede resmi nitelikli olmayan toplantılarda dahi İstiklal Marşı okutulması ve saygı duruşunda bulunulmasının gereksizliğine değinmişti. Özel toplantılarda, parti, dernek ya da vakıfların çeşitli etkinliklerinde bu tür ritüellerin adeta olmazsa olmaz formuna sokulduğunu, bununsa ortaya komik manzaralar çıkarttığını söyleyen Arınç, zaman zaman eziyete dönüşen bu tarz dayatmaların insanlarda tepki doğurduğunu ifade etmişti. Yaşlı başlı insanların ayağa kalkmaya zorlanmaları gibi absürtlükleri de örnek vermişti.

Tabi absürtlük törenle sınırlı değil; çok daha derinlere, zihinlere yerleşmiş bir durum olduğundan bu basit itiraz dahi büyük bir tepkiyle karşılandı. Arınç’ın sözleri malum medyada “İstiklal Marşı’ndan rahatsızlık duyan kafa yapısı” türünden salvolara konu oldu. Her zaman olduğu üzere “neden” sorusunu sorma cesareti ve erdemini göstermekten aciz otoriter-devletçi zihniyet bir kere daha sert tepkiler vermek suretiyle marşıyla-töreniyle düzenin bölünmez bütünlüğünü koruma cephesinde yerini aldı.  

Ortada resmi ideolojiye itaat ve bağlılık mesajının kamusal-özel ayrımı yapmaksızın tüm toplumsal alana dayatılması anlamına gelen bir tutum var. Ve bu tutumun sahipleri hiçbir şekilde itiraz istemiyorlar. Aslında akidelerini halkın tamamına dayatmasalar sorun yok! İsterlerse apartman toplantıları da dahil olmak üzere her vesileyle sabahlara kadar marş okuyup, saygı duruşunda bulunabilirler! Hatta canları çekerse sabah evden çıkarken ya da akşam yemeğinden evvel aile efradıyla birlikte tüm bu ritüelleri tekrarlayabilirler. Herkesin dini kendine!

Ne var ki, sorun bağlılık mesajı vermekle yetinmeyip, bağlılık mesajı almaya kalkmalarından kaynaklanıyor. Kendileri için gerekli gördüklerini başkaları için de lüzumlu kılmaya çalışmalarından doğuyor. Ve bu çocuksu ortama itiraz edenler “Ne münasebet?” dedikleri anda münasebetsizlik yapmış kabul edilip, baskılara muhatap kılınıyor. Oysa gerçekten artık Kemalistler de bu tarz dayatmaların, çocuksu ritüellerin dünya genelinde eşi benzeri az bulunan saçmalıklar cümlesinden olduğunu anlamak zorundalar. Bu ülke insanını on yıllardır küçülten, çocuklaştıran, fikrî kapasitesini ve karakter gelişimini engelleyen bu uygulamalara son verilmesinin gerekliliğini görmek, kabul etmek durumundalar.

Dayatmaya Her Yerde Son Verilmeli!

Ve aynı şekilde Bülent Arınç -ve benzeri itirazları, talepleri savunan zevat- da dile getirdiği şikayetinin haklılık payı taşımakla birlikte eksik olduğunu kavramalı. Marş, ant, saygı duruşu gibi ritüellerin sadece gayri resmi toplantılarda değil, hiçbir ortamda dayatılmamasının gerekliliğini savunmalı; bu yapılanın bir hak ihlali olduğunu görmeli ve gündemleştirmekten çekinmemeli.

Bülent Arınç’ın itirazı yanlış bir noktaya odaklanıyor. Uygulamanın abartıldığı, dolayısıyla saçmalık boyutuna vardırıldığını söylüyor. Oysa sorun uygulamanın niceliğinden ziyade mahiyetinden kaynaklanıyor. Abartılı oluşundan değil, bizatihi dayatmacı niteliğinden neşet ediyor. Sorun sadece resmi ideolojik bağnazlık ve militarist kültürün özel toplantılara kadar teşmil edilmesine indirgenemez. Tören dayatması her zeminde reddedilmeli! Bayrak, vatan, devlet ve benzeri kutsalları tazim mantığı dayatmaya dönüşmemeli. Tevhid akidesini sapmalardan muhafaza kaygısı taşıyan müminlerin endişeleri, talepleri dikkate alınmalı. Bayrak, vatan, devlet gibi kavramlara saygı gösterilmesi gerektiğini söyleyenler önce insana saygıyı öğrenmeli; inançlara, farklı düşüncelere, muhalif kimlik ve taleplere sahip olanlara karşı sürdürülen tahammülsüzlüğe, saygısızlığa son vermeliler!    

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR