1. YAZARLAR

  2. Bahadır Kurbanoğlu

  3. Doğan-Erdoğan Çatışması ve Vicdanlardaki Feneri Söndürmenin Ebedi Karşılığı

Bahadır Kurbanoğlu

Yazarın Tüm Yazıları >

Doğan-Erdoğan Çatışması ve Vicdanlardaki Feneri Söndürmenin Ebedi Karşılığı

Ekim 2008A+A-

Şunu en baştan tescil edelim ki oligarşik medya ve politbüro CHP’nin Ramazan’ın başından bu yana yaptıkları yayınların AK Parti ve Deniz Feneri üzerinden İslami duyarlılıklar, değerler ve dahi kurumların yıpratılması, köküne kibrit suyu dökülmesi operasyonundan başka bir şey değildir. Bu yazının sınırları dahilinde çuvaldızı her ne kadar muhafazakâr kesime de batıracak olsak bile, öncelikle “oligarşi” kelimesi ile “yetimin-yoksulun hakkının korunması” terkibinin asla yanyana gelemeyeceğinin bilinmesi gerekir.

CHP’li Kemal Kılıçdaroğlu’nun deyimiyle “yüzyılın iyilik hareketi değil; yüzyılın soygun hareketi” nitelemesi, sözde yolsuzlukları ortaya çıkarmanın çok ötesinde anlamlara sahip bir psikolojik harekât deyimi olarak tarihin kara sayfalarındaki yerini almıştır.

Doğan medyasının, bir sanığın beyanlarından yola çıkarak, hiçbir belge ve bulguya dayanmadan sürdüregeldiği iftira, yalan, şantaj mekanizmasının yegane amacının 27 Nisan e-muhtırası, 367 tartışmaları ve cumhurbaşkanlığı seçimi sürecinde elde edemediği avantajları bir rövanş mantığı çerçevesinde sağlamaya çalışması, AK Parti ve Erdoğan’ın köşeye sıkıştırılması arayışından çok öte anlamlar ihtiva etmektedir.

Bu kirli tartışmaların sadece İslami kesimin duyarlı olduğu alanlar ve kurumlar üzerinden yürütülmüş olması, gerçek niyetleri tescilleyen ve vicdanlardaki yerini alan bir husustur. En basit nitelemeyle, konu eğer “tüyü bitmemiş yetimin hakkını savunmak” olsaydı, bugün 16 milyon Euro’luk usulsüzlük iddialarının yer aldığı Deniz Feneri e.V olayından çok daha fazla Hilton arazisi üzerindeki “dul ve yetimlerin hakkı olan” 3 milyar dolarlık rant meselesini konuşuyor olurduk.

Manşetlerde kullanılan terkiplere baktığımızda “vicdan hırsızları”, “dini duyguların istismarı”, “milyar euro’luk İslami holdingler talanı”, “yüzyılın soygun hareketi” gibi vurguların bu operasyonun altını dolduran psikolojik harekât unsurları olduğu gayet net bir şekilde anlaşılır. Bu meyanda daha düne kadar Doğan medyasının kendilerine dönük yaptıkları yayınların ardında (özellikle 2005 CHP Kongresi esnasında) art niyet olduğu, bunun basın özgürlüğüyle bir alakasının olmadığı, basın diktatörlüğü anlamına geldiği ve Doğan’ın desteğiyle iktidara gelenler döneminde seksen milyar dolarlık banka hortumculuğu gerçekleştiğini savunagelen CHP kurmayları ve Deniz Baykal’ın bugün Doğan’la kolkola sürdüregeldikleri bu savaşta Doğan medyasına yönelik eleştirileri “basın özgürlüğüne darbe” olarak niteleyegelmeleri tam bir aymazlık ve ilkesizlik örneğidir.

Çamuru Öyle Bir At ki İzi Bin Yıl Çıkmasın!

Topyekûn operasyonun başından bu yana, Gaziantep olayından, Deniz Feneri e.V davasındaki  sanığın ifadelerindeki başbakan ile başbakanlık ayrımı meselesine kadar, bir yandan birinci sayfadan yayınlar sürdürülürken, diğer yandan İsmet Berkan’dan kartelin çeşitli kalemşorlarının tekzip niteliğindeki “yanılmışız” tarzındaki ifadelerine kadar nasıl bir komplonun işletildiğinin belgelenmesi bu açıdan manidardır. Ateş olmayan yerden duman çıkmaz gerçeğinin çok ötesinde, kartelin ne ateşin ne de dumanın olmadığı yerden bin türlü komployu şapkadan çıkarabilmesi yönündeki maharetine 28 Şubat sürecinden yeterince aşinayız.

POAŞ’ı, Hilton’u, kağıt yolsuzluklarını, banka satışlarındaki rantları, Ankara-İstanbul arası patronları adına mekik dokuyan iş bitirici kalemşorları, batık bankalardaki danışman paşaları konuşamayan medyanın, 60 milyon dolarlık kağıt yolsuzluğunun belgelenmesinin ardından “Bu muydu yani?” şeklindeki pişkinlikleri, üzerlerindeki çamurları etrafa saçma kabiliyetleriyle birlikte düşünüldüğünde onların başarı hanesine artı puan olarak yazılabilir.

Tabii bu durumun en önemli müsebbiplerinin başında da hükümet ve Erdoğan’ın kendisi gelmektedir. Erdoğan’ın, sanki eli kolu bürokrasi tarafından bağlanmış bir müsteşar edasıyla yapageldiği konuşmaların, “Peki bunca talep, alavere dalavere neden saklanageldi? ‘Ham meyve’ edebiyatıyla bunların şimdi söylenegelmesi emanet ehline yakışır mı?” diye düşündürtmesi gerekirken, maalesef muhafazakâr medyanın aklına bu soruları sormak gelmedi!

Meyvenin Hamlaşmasını Beklemek Hak mıdır?

Başbakan’ın bugün şikayet ettiği konularla ilgili olarak elinde dosyaların olduğu, ama zamanı geldiğinde ortaya konacağına dair beyanları çeşitli uçak yolculuklarında gazetecilere sarfettiği sözler arasında. Muhafazakâr kalemşorların yazıları sayesinde öğrendiğimiz ve “savaş hiledir” mantığını hatırlatırcasına alkış tuttukları bu beyanların hakkın ve adaletin tesisinin anı kuşattığı, yetimin yoksulun hakkının aranmasının ertelenemez hususlar arasında olduğu gerçeğini örtmesi, nasıl normalleştirilebilir, akıl hafsala almıyor.

Ülkenin başbakanı, Cem Uzan olayında kurmaylarıyla birlikte gösterdiği “kararlılığı” her nedense Doğan medyası söz konusu olduğunda ortaya koyamıyor; bunu bir şikayet mevzuu yapıyor; elindeki belge ve bulguları, haksız talepleri, usulsüz kazanç arayışlarını halktan gizliyor ve günü geldiğinde ortaya sürüleceğinden dem vuruyor ve yandaş medya bu tutuma ilişkin tek satır kaleme almıyor. Bu, bir acziyet göstergesi değil midir? Hatta Doğan’ın ağzına dedikodu malzemesi verecek ve “Suçlu idiysem gereğini yapsaydın!” pişkinliğine başvurmasını sağlayacak bir hukuksuzluk tescili değil midir?

Erdoğan, meyve hamlaştığı, daha doğrusu kendilerine yönelik sınırları iyiden iyiye zorladığı için Doğan medyasına boykot çağrısında bulunuyor. Bu hakikaten, halk ve hak düşmanlarına yönelik bir cezalandırma çağrısı mıdır, yoksa nasırına basılmışlığın getirdiği bir kıvraklık örneği mi? Ne yapacağız şimdi? Alkış tutmamız mı bekleniyor bu çağrıya? POAŞ rezaleti esnasında masaya oturulmayıp, ahlaksız teklifler ve çirkeflikler ilan edilip de böylesi bir çağrıya muhatap olunsaydı belki. Kartel hakkı, adaleti, İslami değerleri her Allah’ın günü ayaklar altına alırken, Müslümanlara ilişkin aşağılama, yalan, dolan ve iftira mekanizmalarına başvururken, emekçinin hakkını talan ederken bu çağrıların sahipleri neredeydi diye sorulmaz mı? Hak ve adaleti ikame etme mücadelesi bilinçlilik ve bedel ister; “bedel ödetmeye” çalışırlarken konjonktürel olarak lütfen hatırlanacak bir siyasi tüketim malzemesi değildir ki! 

Medya Diktatörlüğünün Adı “Basın Özgürlüğü” Oldu!

“Ne yani haber yapmayalım mı?”, “Manşetleri Erdoğan mı atacak?”, “Biz bey’at medyası değiliz!” mealindeki savunuların “andıç gerçeği”, “brifinglenmiş manşetler”, “Ergenekoncu dostlar”la birlikte düşünüldüğünde ne ifade ettiği hepimizin malumudur.

Haber yapacaksın elbette, ama o zaman bugün bizzat patronunuzun ağzından tescillenmiş Hilton arazisi meselesini doğal-ticari bir mevzu olarak savunagelirken, geçmişte neden bu konuyu gündeme getiren gazetecilere elli milyarlara varan tazminat davaları açtığınızın da hesabını vereceksiniz! Birileri size “Bunlar haberdi de onlar değil miydi? Üstelik tescillendi de!” dediğinde kulağınızın üzerine yatmayacaksınız!

“Manşetleri Erdoğan mı atacak?” diye sorup “bağımsız medya” ayağına yattığınızda, MGK’nın, Genelkurmay’ın dizinin dibinde manşetlerinize neden balans ayarı yaptırdığınızın da hesabını vereceksiniz!

Sadece İslam’a ait olan bir kavramsallaştırmayı kullanageldiğini zannedip “Biz bey’at medyası değiliz!” türünden teraneleri gevelemeden ve açık İslam düşmanlığınızı yinelemeden evvel, küresel spekülatörlerden Siyonist ortaklara kadar kimlerle kolkola girdiğinizi, İsrail menşeili haberlerden TSK merkezli işletilen bey’at mekanizmalarına kadar bin düşünüp bir konuşmamanın insanı düşüreceği çukurları iyi hesap edeceksiniz!

Şemdinli ve Ergenekon iddianamelerine “zırva” nitelemesinde bulunup Alman savcıya övgüler düzerken neyin peşinde olduğunuzu ortaya serenlere de kızmayacaksınız! “Dini duyguları istismar edip yetim hakkı yemek günahtır!” şiarını dillendirdiğinizde, bugüne dek yapageldiğiniz yayınlardaki günah defterlerini ortaya dökenlere, kadın bedeni, içki ve modern sapkınlıklar üzerinden yapageldiğiniz yayınlara itiraz edenlere burun kıvırmayacak ve Emekli Sandığı’ndaki fakir fukaranın hakkını gaspetmeye çalışan patronunuzun taleplerini “doğallaştırmaya” çalışmayacaksınız!

Ne güzel memleket değil mi? Dişli’nin imar planını değiştirip yandaşlarına rant sağlamasını ağzınıza sakız edeceksiniz ama Şişli Belediyesi’nin aynı minvaldeki düzenlemesinin -geçtik niceliksel orantısızlığı- en azından mahiyet itibariyle aynı olup olmadığını sorgulamayacak, sorgulanmasını geçiştirmeye çalışacaksınız!

Bugün kendi çıkarlarınız zedelendiği, ümüğünüze basıldığı için Erdoğan’ın “yalan haberler yazan gazetelere boykot” çağrısını “Faşizme doğru!” diye verdiğinizde, medya terörünün bini bir para olduğu 28 Şubat sürecinde Genelkurmay’ın ağzından “İrticai kuruluşların ürünlerini almayın!” diye manşetler attığınızı unutmayacaksınız!

Çuvaldızı Batırma Zamanı Gelmedi mi?

Bizler bu retoriği, bu şantaj, iftira, yolsuzluk, hukuksuzluk, ahlaksızlık ve zulüm mekanizmalarını iyi tanıyoruz. Psikolojik savaş yöntemlerine başta kesintisiz darbe süreçleri olmak üzere, bizatihi 28 Şubat sürecinden bu yana yeterince aşinayız. Pijamalarla başbakan karşılayanların, BÇG paşalarıyla birlikte hükümet devirip kurma, halkın dini duygularını istismar edip aşağılama, komplo senaryolarıyla İslami duyarlılık sahibi kesimlerin başını öne eğdirtme çabalarının tanığıyız. “Topyekûn savaş” naralarının, Ergenekonları görmezden gelme, “zırvalık” olarak niteleme pişkinliklerinin de şahidiyiz. Ve bugün de Alman savcının bile bu seçkin azınlıktan çok daha insaflı, en azından hukuk normlarına saygılı tavrının yanında, ülke insanının paylaşma, infak, merhamet duygularına -şu ya da bu şekilde hata yaptıkları tescillenmiş- birkaç kişinin zaafları üzerinden nasıl bir psikolojik harekât halesi üretip saldırganlaştıklarının da.

Daha düne kadar trilyonlara varan yolsuzluklarla arpalık olarak anılan Kızılay’a ilişkin programlar yapıp “140 yıllık en güvenilir kurum” propagandasına yatanların; “Bırakın artık bu şeriatçıların yardım kuruluşlarını, bizim aslanlar gibi Kızılayımız var!” mealindeki yayınlarında gizledikleri bir gerçek de Kızılay adına övünegeldikleri hususların da AK Parti sürecinde gerçekleşmiş olması vakası değil mi?

Bunların hepsi gerçek. Hepsi vakıa. Ama bunlardan çok daha önemlisi, “Kol kırılsa da bırakın yen içinde kalsın!” mantığıyla üzeri örtülmeye çalışılan zaaflar ve hatta AK Parti süreciyle birlikte sürdürülegelen normalleştirmeler.

Dün “Yeşil Holdingler” meselesinde gösterilen zaafların bugün AK Parti’ye yakın kurumlar, kişiler karşısında tekrarlanıyor olması da gerçeğin bir yönüne tekabül etmiyor mu? İşin ehline verilip verilmediği hususlarının bile sorgulanamıyor olması bir yana, Recep Tayyip hükümetinin ve kurmaylarının hakkın ortaya çıkmasını erteleyen, sistemin tabularına müdahaneyi içeren ikircikli tavrının Allah’ın razı olduğu bir tutum olup olmadığı; liberal söylemlerle savunmacı bir mantık geliştirmenin, AB kriterlerine yaslanıldığı iddiasıyla Kemalizm’in buyurganlıklarını savuşturmaya çalışmanın sadra şifa bir yol olup olmadığı sorgulanabiliyor mu?

Zalimler saldırıyor, bu doğru. Fütursuzca, ahlaksızca, onursuzca. Peki ama mazlumlara şahitlik oluşturacak bir dil, söylem ve tutumun AK Parti kadrolarından sadır olduğunu, İslami kesimleri temsil iddiasıyla yol alan kurumların tevhidi bilinci hakkıyla kavradıkları ve emanete layıkıyla sahip çıkabildiklerini söyleyebilmek mümkün mü?

Bu sorulara sular durulduğunda cevap aranabileceğini söylemek ve hakkın-adaletin ifasını geciktirmek çözüm değildir. Temiz akıl sahiplerinden olabilmek esas bu hususların yüreklice sorgulanabilmesi ve cevaplanmasını gerektirir.

Kitab-ı Mubin'in, cehennemin, zalimlerin zulmüyle kabardığını bildirdiği kadar, “Vay o namaz kılanların haline!” hitabıyla da bizleri muhatap kıldığı unutulmamalıdır.   

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR