1. YAZARLAR

  2. Haksöz

  3. “Doğal Afet”in Belirginlik Kazandırdığı Yapay Afet: Devlet

“Doğal Afet”in Belirginlik Kazandırdığı Yapay Afet: Devlet

Eylül 1999A+A-

17 Ağustos sabahı Marmara'yı vuran depremle birlikte Türkiye yeniden ve bu defa oldukça yaygın bir biçimde 'devlet nerede?' sorularının yankılanmasına sahne oldu. Aslında bu soru pek de anlamlı bir soru sayılmaz. Bu ülkede yaşayan hemen herkes bir biçimde, devletin nerede olduğunu gayet iyi biliyor. Fakat kulağının üstüne yatmayı alışkanlık edinmiş halk bu sorunun gerçek cevabını bilmezden geliyor yada böyle görünmeye çalışıyordu. Ama ne var ki gerçekler ısrarcı oluyor ve sürgit örtülemiyor. Sonuçta deprem acısı, yaşanan onca tecrübe ve zulümkar uygulamalardan sonra her nasılsa hala devletlerini tanıyamamış yada henüz 'tanıma fırsatına' sahip olamamış geniş kitlelerin gündemine bu soruyu yakıcı bir şekilde soktu.

Binlerce canını yitirmiş, binlercesi enkaz altında kalmış, sefaletin, rezilliğin, kaderiyle başbaşa bırakılmışlığın pençesinde kıvranan insanlar büyük bir nefret ve öfkeyle 'devlet nerede?' diye haykırmaktalar. Şimdi insanlar jandarmasıyla polisiyle, jopuyla, köpeğiyle hep yanıbaşlarında, daha doğrusu tepelerinde olan; okulda eli sopalı öğretmeniyle, kışlada ana avrat sövmeyi alışkanlık haline getirmiş subayıyla, en sıradan bir işi dahi rüşvetsiz halletmeyen memuruyla, bir yalan torbasından farksız siyasetçisiyle her gün her an karşılaştıkları o büyük, kudretli ve de otoriter devletlerinin nerede olduğunu soruyorlar. Ve sorular adeta boşlukta yankılanıp sahiplerine geri geliyor.

Yaşadıkları büyük acıyla birlikte devlete öfkeyle yüklenen insanların olayın ilk sıcaklığı geçtikten sonra aynı tavrı sürdürmeleri ise pek beklenmemeli. Zamanla acılar bir nebze de olsa hafifleyecek ve bugün devlete veryansın eden insanların büyük bir kısmı acılarını gömüp saptırılmış tevekkül anlayışının rehavetinde yüzlerce yıllık uykularına devam edecekler muhtemelen. Halkın içine gömüldüğü bu pasifist bataklığın kolayca kuruyacağı sanılmamalı. Burada karşılaşılan engel sistemin güçlülüğünden kaynaklanmıyor; bilakis tepeden tırnağa çürümüş bir sistem sözkonusu. Ne var ki bu topraklarda asırlardır yaşatılan itaat geleneği ve daha da önemlisi güçlü, inandırıcı ve gerçekten sisteme alternatif olabilecek cesamette bir muhalefet hareketinin henüz bulunmayışı sistemin çürümüşlüğünü gölgeliyor. Bu yüzden bundan önceki çeşitli vesilelerde de olduğu gibi, sistemin olanca çirkefliğiyle yakalandığı bu son deprem hadisesinin de asgari bir bilinç seviyesine sahip belli kesimleri yaşadıkları gerçeklere ilişkin daha net bir tavır sahibi kılmakla birlikte, toplumun bütününü muhalif bir tavra itmesi sözkonusu değil elbette.

Bununla birlikte felaketin büyüklüğünün toplumun siyasal-sosyal gelişmelere en ilgisiz katmanlarında dahi sisteme ilişkin belli sorular, duyarlılıklar doğurmuş olduğu da gözden kaçırılmamalı. Kolaylıkla bilince dönüşmesi mümkün olmasa da bu duyarlılıkların sistemi tanıma ve tavır alma noktasında ileri bir adım ve bir imkan olduğu açık. Bu itibarla depremin sadece jeolojik bir sarsıntıya yol açmadığı, pek çok insanın zihninde de -muhtemelen birçoğu için gelip geçici de olsa- siyasi bir sarsıntı meydana getirdiği muhakkak. Özellikle son yıllarda düzenin baskıcı ve faşizan kimliğinin belirginlik kazanmasının getirdiği zayıflığını örtmek için, dozu gittikçe artırılan devlet tapınmasının nasıl bir aldatmaca olduğunun anlaşılmasına deprem katkıda bulundu. İlk günlerde yaşanan kaos ve enkaz altındaki yakınlarını kurtarma çabası içindeki insanların çaresizliği bir anda herkesi çıplak devlet gerçeğiyle yüzyüze getirdi. Ve depremin yolaçtığı enkazların çevresinde yükselen feryatlarla birlikte, bir kere daha halkın üzerindeki asıl enkazın bu kokuşmuş, köhne ve tağuti sistem olduğu ortaya çıktı.

Hangisi Daha Büyük Musibet: Deprem mi, Devlet mi?

Felaketin kabarık hesabını, devletin en yetkili kişisi sıfatıyla ilk sırada ödemesi gerekirken 'altımız çürük, ne yapalım' kurnazlığıyla coğrafyaya fatura eden 'baba'sıyla; insanları canlı kurtarmak bir yana ölü ve yaralıları dahi saymaktan aciz kriz -üretim- merkeziyle; ciddi bir 'sindirim' bozukluğundan muzdarip olduğunu her vesileyle yinelemekten tuhaf bir haz alan başbakanıyla; bir yandan uluslararası kuruluşlara yardım çağrıları yapıp, dışişleri bakanını başka ülkelere dilenmeye gönderip, bir taraftan da sağlıksız sağlık bakanı aracılığıyla iç kamuoyuna yönelik olarak kuyruğu dik tutma propagandalarını elden bırakmayan hükümetiyle; Kızılay'ıyla, Afet İşleri'yle, Sivil Savunması'yla, Tüpraş'ıyla, telefon şirketleriyle velhasıl asker sivil, resmi özel tüm kurum ve kuruluşlarıyla bir bütün olarak devlet aygıtı bu ülke insanının tepesinde depremden de büyük bir felaket kaynağı olduğunu bir kez daha ispatlamıştır.

Depremin gümbürtüsü ile birlikte onyıllardır söylenegelen yalanlar paldır küldür ortalığa dökülmüştür. Şöyle güçlüyüz, böyle muktediriz türünden övünmelerin kofluğu görülmüş, tüm kurumlarıyla devletin nasıl hantal ve köhne bir aygıt oluşturduğu ortaya çıkmıştır. Bu noktada devletin resmi yada gayrı resmi tüm kurum ve kuruluşlarının aynı mayadan geldiklerini de görmek gerekir. Deprem sonrasında kesilen elektrikler ve kilitlenen telefonlar nedeniyle sabaha kadar hareketsiz beklediklerini 'itiraf' eden Cumhurbaşkanı ve Başbakan'ın yerlerinin, tedbirsizlik sonucu ölüme sebebiyet vermekten yargılanmaları beklenen müteahhitlerin yanı olması adaletin bir gereği değil midir? Yıllardır Bakü-Ceyhan boru hattı kampanyasını dillerinden düşürmeyen, bu konuyu bir ulusal varlık yokluk meselesi haline sokanlar Tüpraş'taki yangının günlerce söndürülememesi karşısında hiç utanç duymuşlar mıdır? Aynı şekilde her fırsatta disiplinliliğine, etkililiğine, bilimselliğine destanlar yazılan ordunun hali de ortadadır. Fay hattının merkezine ve Tüpraş tesislerinin yanıbaşına donanmayı konuşlandırmak acaba ne tür bir bilimselliğin sonucudur?

Kokuşmuşluk hükümet icraatlarında kendini açığa vurmaktadır. Halk afetin şoku ile boğuşur, kayıplarıyla, enkaz altındaki cesetleriyle uğraşırken hükümet mecliste 'ne sihirdir ne keramet el çabukluğu marifet' düzenbazlığıyla işlerini yürütmektedir. Ülke tarihinin en kitlesel protestolarına neden olan mezarda emeklilik tasarısı bu hengamede yasalaştırılmış; hırsızlara, soygunculara af çıkartılmış; başörtülü öğrencilere af görüntüsü altında açıkça bir pişmanlık dayatması meclisten geçirilmiştir. Deprem vergisi adı altında getirilmesi planlanan 'salma' ise yardımları engelleyebilir hesabıyla şimdilik ertelenmiştir. Kısacası devlet hiç de öyle atıl olmadığını, bilakis gayet faal olduğunu kanıtlamıştır!

Tabiiki aynı canlılık depremzedelere yalnızca kuru mesajlar, boş vaatler ve 'yaralar sarılacak' demogojisi şeklinde yansımaktadır. Kim neyin yarasını sarıyor? Devlet bugüne kadar halkın hangi yarasını sarmış? Devletin icraatı yara sarmak bir yana dursun, bilakis yara açmak şeklinde tezahür ediyor. Güneydoğu'da yaşananlar bunun canlı bir kanıtı değil mi? Yakılan, boşaltılan binlerce köyün yarası hala kanamıyor mu? Bugün İzmit'te, Adapazarı'nda, Bolu'da onbinlerce insanın yaşadığı evsiz barksız kalma, malını mülkünü yitirme acısının bir benzeri Güneydoğu'da senelerdir yaşanıyor.  Bir anda binlerce cana mal olan bir deprem felaketiyle değil ama bizzat devlet eliyle uygulanan bir politika neticesinde yüzbinlerce Kürt köylüsü göç etmek zorunda kaldıkları şehirlerin dış mahallelerinde yıllardır çadırkent benzeri rezilliklerle boğuşmakta; yoksullukla, sefaletle boğuşarak hayata tutunmaya çalışmakta. Ve tüm bu acıların kaynağı devlet halktan yaraları saracağına inanılmasını istiyor. Aman kuşku duymayalım, yoksa şair başbakanımız yine fena halde gücenir!

Kirli Medyadan Yeni Bir Sahte Temizlik Kampanyası

Bu arada depremle birlikte kendisine 'kamuoyunun vicdanı' rolünü biçmiş gözüken medyanın da ikiyüzlülüğü gözardı edilemez. O medya ki asıl fonksiyonu itibariyle düzenin kirli sesi olmaktan başka bir şey değildir. Aynen Susurluk hadisesinde olduğu gibi düzenin üzerine gidiyor görüntüsüyle aslında düzenin altını sağlamlaştırma çabası içindedir. Bir kaç günlük sert ve haşin yayınların ardından günah çıkarttıran papaz rolünü üstlenecek olması kaçınılmazdır. Yetkili zevatı ve kurumları biraz hırpalar gibi yapıp ardından sorumluluğu Veli Göçer'e yada Kızılay çiftliğinin kahyası Kemal Demir'e yıkıp kendisinin de organik bir parçasını oluşturduğu düzeni temize çıkartması medyanın asli vazifesi olarak görülmelidir.

Kızılay rezilliğini ancak deprem gibi bir musibetle görmek zorunda kalan medya, dün halkın kestiği kurbanların derileri zorla gasbedilirken devletin diğer arpalıkları ile birlikte Kızılay edebiyatı yapmaktan geri durmuyordu. Daha düne kadar her fırsatta devlet kurumlarını yüceltme yarışına girişen, ABD eliyle gerçekleşen teslimatları 'büyük operasyon', 'Türkiye büyük devlet olduğunu ispatladı' şeklinde manşetlerine taşıyan medya bugün asker sivil devlet kurumlarının kofluğunu, hantallığını, enkaz altında kalan binlerce cana karşı vahşi duyarsızlığını tartışıyor. İnandırıcı olabilir mi? Bugün 'niçin enkaz altındaki vatandaşlarımızı kurtarmak için devletin elinde eğitilmiş tek bir adet köpek yok?' diye medya söyleniyor. Aynı medya neredeyse aylık periyodlarla haber bültenlerine gösterici toplulukların dağıtılmasına dair polis tatbikatlarını taşıdı. Her seferinde bu tatbikatlarda polis köpeklerinin nasıl da becerikli olduklarına dair bir sürü görüntü gururla ve keyifle sunuldu. Ve şimdi sormak zorunda kaldıkları soruyu bu 'haber'leri hazırlarken sormak medyadaki çokbilmişlerin aklına hiç gelmedi. Tabi o sırada böyle bir soru sormak 'polisimizin moralini bozar, devlet karşıtlarının propagandası olurdu' değil mi?

Medyanın saptırıcı fonksiyonu yalnızca dünden bugüne devreden yayınlarındaki tutarsızlıklarla sınırlı değil. Medya varlığıyla bir yandan sahte vicdan rolünü üstlenerek devlete yönelebilecek eleştiri ve muhalefetin de düzen içi alanla sınırlandırılması işlevini yüklenmiş oluyor. Sorumluluk oraya buraya, ya da şahıslara yıkılıyor. Yaralar sarılacak edebiyatıyla 'kalan sağlar bizimdir' mantığı öne çıkartılıp, düzenle hesaplaşma bilinmez bir geleceğe erteleniyor. Ayrıca ölçünün elden kaçırılması neticesinde işlenen birtakım hatalar da tamir edilmeye çalışılıyor. Nitekim ilk günlerde gündeme gelen orduya yönelik eleştirilerin yerini ilerleyen günlerde o bildiğimiz vıcık vıcık asker meddahlığı aldı bile. 'Mehmetçik şöyle çalışıyor, böyle kurtarıyor' türünden 'haberler', 'komutanların hasta ziyaret ederken, yada çocukların başını okşarken çekilmiş fotoğrafları hep imaj düzeltme çabasının ürünleri olarak gazete sayfalarını yada ekranları süslüyor.

Ümmet Bilincine Düşmanlık ve Canileri Sevdirme Kampanyası

Dikkat çekici bir propaganda da dış yardımlar bağlamında ABD ve İsrail yanlısı haberlerin yoğunluğu ile ilgili olarak boy verdi. Bu konuda tam bir seçicilik hüküm sürdü. Aynen içeride İslami kuruluşlardan ve yine FPli ve HADEPli belediyelerden gelen yardımlara ilişkin yapıldığı gibi, İslam dünyasından gelen yardımlar adeta gizlenirken, özellikle ABD ve İsrail kaynaklı yardımlar sürekli gündemde tutuldu. Bu yolla Filistin halkına kesintisiz deprem yaşatan işgalci siyonistlerin ve yine Irak halkının tepesine her gün bomba yağdıran, yetmezmiş gibi bir de ambargo uygulamasıyla milyonlarca insanı açlığa, ilaçsızlığa, doktorsuzluğa mahkum eden emperyalist Amerika'nın insanseverliklerine şükran duymamız beklenmekte. Elleri sayısız müslüman kardeşimizin, masum ve müstezafların kanlarına girmiş profesyonel caniler böylelikle halkın zihnine enkaz altından çıkardıkları bir kaç çocuğu şefkatle kucaklamış bir imajla kazınmaya çalışılmakta.

 Deprem hadisesi üzerine devletin umursamaz, aciz ve ilkel görüntüsünün toplumun genelinde bir şaşkınlık meydana getirdiği görülüyor. Aslında bu halk devletin kurumları ve temsilcileriyle her temasında sistemdeki çürüme ve yozlaşmaya yakından şahitlik etmiştir. Buna rağmen bu ölçüde bir çürüme karşısında yine de pek çok insan hayretini gizleyememiştir. Nitekim ilk günlerde deprem bölgelerinde devletin görünmemesini bazıları 'devletin yokluğu' şeklinde algılamıştır. Fakat bu doğru değildir. Devletin yokluğundan değil, ancak halkın beklediğinden yada ihtiyaç duyduğundan farklı bir fonksiyon temelinde örgütlenmesinden sözetmek doğru olacaktır. TC devletinin tipik bir 'milli güvenlik' devleti olarak varlığı tartışmasızdır. Ortada bütün gücünü ve araçlarını bürokratik ve otoriter devlet aygıtını koruma ve kollamaya teksif etmiş bir sistem mevcut. Bu sistem resmi ideolojisinden kaynaklanan bir refleksle kendini sürekli bir yok olma tehdidi içinde hissetmekte. Üstelik de öncelikli tehdit içeriden, halktan kaynaklanmakta ki, bu hastalığın tedavisi kesinlikle yok!

Yani devlet depremi halkın içinden bekliyor ve bu tür sarsıntılara karşı gayet hazırlıklı ve atak. Ama yer altından yada farklı kaynaklardan meydana gelen ve doğrudan kendisine yönelmeyen sarsıntılara karşı ise son derece vurdumduymaz. İşte bu yüzdendir ki, birkaç yüz kişinin biraraya gelip gerçekleştirdiği bir protesto eylemini bastırmak için anında yüzlerce elemanını, aracını devreye sokabilen devlet enkaz altından kurtarma çalışmalarına iki gün gecikmeyle başlayabilmiştir.

 Mağdur insanlara yardım ulaştırma konusunda gayet aciz ve beceriksiz devletin kendisine yönelik eleştirilere karşı son derece atak ve yardım seferberliğine girişen sivil kuruluşları engelleme hususunda oldukça tedbirli olduğu da gözden kaçırılmamalıdır. Zamanın meşhur Ankara valilerinden Tandoğan'ın polisçe yakalanan solcu gençlere hitaben söylediği rivayet edilen 'memlekete komünizm lazımsa biz getiririz, siz kim oluyorsunuz?' şeklindeki sözlerine yansıyan mantığın devletin hakim mantığı olduğu burada da görülebilmektedir. Sivil kuruluşların yardım girişimleri devleti bariz ofsayta düşürmektedir. Ayrıca bugün yardım etme adına devletin dışında iş yapmaya kalkan insanların süreç içinde devletin fonksiyonlarına alternatif oluşturma tehlikelerinin de önüne geçme telaşı kendini hissettirmektedir. Kısacası politika bellidir: Hiç bir güç ya da inisiyatifin devletin dışında, devletten bağımsız gelişmesine izin verilmemelidir! Yoksa süreç içinde 'tebası' devletin etkinliğini ve otoritesini sorgular hale gelebilir!

Mağdurlara Yardım Sadece Maddi Destekle Sınırlı Kalmamalı!

Deprem felaketiyle sarsılan insanlar ilk andan itibaren yanlarında devleti değil, uzaktan yakından hiç tanımadıkları yardımsever elleri ve gönüllü kuruluşları bulmuştur. Felaketzedelere öncelikle ulaşan eller devletin öncelikli tehdit olarak ilan ettiği ve kendilerine karşı topyekün mücadele başlattığı 'irticai unsurlar' olmuştur. İslami kuruluşların yardımları ve desteği devletin tüm hazımsızlığına ve engelleme çabalarına rağmen mağdurların acılarının paylaşılması ve mağduriyetlerinin giderilmesine katkı sağlamıştır. Bu noktada mağdur ve müstezaf insanlara elimizdeki imkanlarla yardımlarımızı sürdürmeye ve bir yandan da maddi kayıp ve yoksunlukları yanında bu insanların bilinçlerindeki yoksunluğun giderilmesine çabalamak zorundayız.

Gaybe iman eden insanlar olarak, benzeri her hadisenin olduğu gibi depremin de ilahi bir ikaz içerdiğini; zulümle birlikte zulme sessiz kalmanın, karşı çıkmamanın da ilahi bir ceza ve musibet kaynağı olduğunu ve ilahi kanunlar gereği musibet geldiğinde ise yalnızca zalimlerle sınırlı kalmadığını; yine yeryüzünde ilahlık taslayan otoritelerin gücünün Rabbimiz'in sonsuz kudreti yanında bir hiç olduğunu hep biliyoruz.

Zaman zaman unutur gözüktüğümüz bu gerçekleri şimdi yaşanılan deprem felaketi vesilesiyle yeniden tefekkür edelim ve anlatalım, öğretelim. İslami değerlerin ayaklar altına alınmasına ve müslümanlara karşı işlenen zulümlere karşı ses vermeye, tepki göstermeye çağrıldıklarında hep 'bizim sokakta işimiz yok!' cevabını veren insanlara yaşanılanlardan dersler çıkartmaları hususunda yardımcı olalım. O insanlar ki, kimisi evleri enkaza dönüştüğünden, kimisi ise yeni bir deprem korkusundan günlerce, gecelerce sokaklarda yatıp kalkmak zorunda kaldılar. Allah için sokağa çıkmaktan imtina eden, türlü mazeretlerin ardına sığınan insanların, çaresizlik veya korku nedeniyle sokaklara dökülmek zorunda kalmalarında acaba bir ibret yok mudur?

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR