1. YAZARLAR

  2. Fatma Candan Günaydın

  3. Din-Devlet İlişkileri Sempozyumu

Fatma Candan Günaydın

Yazarın Tüm Yazıları >

Din-Devlet İlişkileri Sempozyumu

Mayıs 1993A+A-

3-4 Nisan 1993 tarihinde Bursa'da "Din-Devlet İlişkileri" konulu bir sempozyum düzenlendi. İlim ve Yardımlaşma Vakfı ile Yeni Zemin dergisinin ortaklaşa tertip ettikleri sempozyum Almira Otel'inde gerçekleşti. Program listesinde ismi geçen Prof. Dr. Servet Armağan ve Fehmi Koru sempozyuma katılamadıkları için 17 tebliğ konusu ilan edilmesine rağmen 15 tebliğ sunulabildi. Müzakereci olarak çağrılanların ise ekseriyeti sempozyuma katıldı.

1. Gün

Sempozyumun ilk gününde 1. oturumunun konusunu "Hıristiyan Dünyasında Din-Devlet İlişkileri" teşkil ediyordu. 2. oturum ise "İslam Tarihinde Din-Devlet İlişkileri"ne ayrılmıştı. Birinci oturumda ilk konuşmacı Doç. Dr. Ömer Faruk Harman'ın konusu "Katolik Kilisesi ve Teokrasi" idi. İkinci olarak Prof. Dr. Günay Tümer "Bizans'ta Din-Devlet İlişkisi" konulu tebliğini sundu. Tebliğler genelde konuyla ilgili tarihi bilgi ve detay içeriyordu. Prof. Dr. Ali Yaşar Sarıbay ise "Protestanlık ve Laiklik" konulu tebliğinde Amerika Birleşik Devletleri'nde Protestanlık ve dini eğilimlerin artması gibi konulara değindi. Son tebliğci olarak Prof. Dr. Hüseyin Aydın "Tanrı-İnsan İlişkisi Açısından Laikliğe Bir Bakış" konulu tebliğini sundu.

İkinci oturumda Doç. Dr. Hüseyin Algül asrı saadette din-devlet İlişkileri hakkında bilgi verdi. Bu oturumun tartışmalara yol açan ve en ilginç tebliğini Prof. Dr. İhsan Süreyya Sırma sundu. Sırma, "Saltanat Dönemlerinde Din-Devlet İlişkisi" konulu tebliğinde, saltanattan tüm yönleriyle olumsuz olarak bahsetti ve saltanatın devletin üzerinde olduğunu, hemen hemen tüm dönemlerde sultanların emrine uymanın, dinin önüne geçirildiğini söyleyerek Emevi ve Osmanlı dönemlerinden örnekler verdi. 5 yaşındaki çocuğun Emirü'l-müminin kabul edildiğini ve fıkıhçıların da buna fetva verdiğini (Ahkamı Sultaniye örneğiyle) ifade etti. Yine Emeviler dönemindeki Velid'in fasık biri olduğunu, aynı dönemde yaşamış olan Zehebi gibi bir alimin buna karşı durmadığını; Ebu Hanife, Şafii, Ahmed b. Hanbel gibi imamların sultan zindanlarında öldüğünü ve davaları için mücadele ettiklerini örnek verdi. Bu saltanatlarda 'devlet hocası' bulunduğunu ve devletin tüm yaptıklarını şeriate uydurduğunu ifade etti. Türkiye Cumhuriyeti rejiminin de bir saltanat rejimi olduğunu (baskı açısından) ve dine en büyük darbeyi vurduğunu belirtti.

Doç. Dr. Şükrü Karatepe'nin tebliği ise "Osmanlılar'da Din-Devlet İlişkisi" idi. Karatepe Osmanlı sisteminin Bizans etkisinde kaldığını, Şeyhülislamla iktidar arası ilişkinin, ast-üst ilişkisi olduğunu ifade etti ve "Devlet işlerinde şeyhülislamın görüşüne bakılıyor ancak şeyhülislam divan üyesi değildir. En azından psikolojik olarak siyasi yürütmenin dışında bırakılmıştır. Osmanlı hükümdarları kendilerini meşrulaştırmak için din adamına saygı göstermişlerdir." dedikten sonra Osmanlı'daki İlmiye sınıfının bugünkü üniversiteler olduğunu ve Şeyhülislamlığın da devamının Diyanet Teşkilatı olduğunu belirtti. "Osmanlı ne laik, ne teokratiktir. Zaman zaman iki özelliği de göstermiştir. Ancak sivil kurumlar açısından Emevi-Abbasi ve Selçuklular ne kadar İslami ise Osmanlı da en az o kadar İslami'dir." şeklinde konuştu.

Yrd. Doç. Dr. Akif Köten "Devlet Başkanı Olarak Hz. Peygamber'in Tasarrufları" ile ilgili Doç. Dr. Musa Kazım Yılmaz ise, "Şiilikte Din-Devlet İlişkisi ve Velayet-i Fakih" konulu tebliğler sundular.

Müzakere bölümünde Doç. Dr. Vecdi Akyüz, İhsan Süreyya Sırma'nın marjinal örnekleri seçtiğini söyleyerek eleştiride bulundu. Prof. Dr. İhsan Süreyya Sırma, eleştirileri ve soruları cevaplandırmak üzere söz alarak "Bana yöneltilen soruların hemen hemen hepsi 'Saltanata niçin karşı çıkıyorsun?' şeklinde. Biz bu kafayla hiç bir saltanatı yıkamayız." diyerek bu konuda marjinal olmayanın çok az olduğunu belirtti ve heyecanlı bir üslupla görüşlerini şöyle dile getirdi: "Sizin Abdulmecit'ten ne farkınız var? Bana göre Hayrettin Karaman devlet başkanı olabilir ehliyettedir, ama olamaz. Neden? Çünkü Ali Sultan'dan değil. Bana neden sultanları övmediğimi soruyorsunuz. Doğrular varken, neden eğrileri doğrultmaya çalışayım. 3 milyon km2 sınıra sahip olup sırtındaki hırkasında yama bulunanları övmek dururken niçin sultanları öveyim? 5 yaşındaki çocuğu Emirü'l-müminin yaptılar. Ama ne demişler Kürt ağasız, Türk sultansız olmazmış." Sırma, diğer bir soruda 'Muaviye hakkında neden hazret demediği' sorulunca "Arapça'da hazret lafı yok. Bu bizde var. Zaten hazret siyasi olarak kullanılıyor." diye cevap verdi.

Saltanat konusunda bu söylenenlerden sonra Hasan Mezarcı söz aldı. Yakasında irice gümüş bir Osmanlı armasıyla müzakereye katılan Mezarcı, "Kur'an ve peygamber kendinden öncekileri tasdik etti. Kendisini kendinden önceki doğru uygulamalar üzerine bina etti, doğrulara dayandırdı." ifadeleriyle konuya girerek kendinden öncekiler hakkında söz söyleyenleri oldukça temkinli bir şeklide eleştirdi. "Teokrasi vb. gibi kelimeler dedemin ifadesiyle gavurcadır, yeni ve yerli bir siyasi literatür oluşturulmalı." dedikten sonra Osmanlı dönemindeki anlayışın "Padişah sünnete riayet ederse halifedir itaat ederiz, riayet etmezse hayduttur onunla mücadele ederiz." şeklinde olduğunu bu anlayış olduktan sonra seçim veya saltanatla gelmesinin çok fazla önemli olmadığını söyledi.

Mezarcı'nın teokrasi gibi kelimelerden rahatsızlığı kelimenin gavurca olmasından mıydı, yoksa bu kelimenin içerdiği olumsuz anlamın atalarımız için kullanılmış olması mıydı? Ayrıca padişah sünnete riayet ettiğinde itaat edilmiş, etmediğinde de mücadele edilmiş midir? Rasulullah'ın çizgisinden ayrılan padişah örneklerine rastlıyoruz, ama maalesef bu sebeple kendisiyle mücadele edilip azledilmiş bir padişaha rastlayamıyoruz.

2. Gün

Sempozyumun 3. oturumu 4 Nisan 1993 Pazar günü sabahleyin başladı. İlk konuşmacı Doç. Dr. İzzet Er "Bugünkü Avrupa'da Din-Devlet İlişkileri" konulu tebliğini sundu. İkinci tebliğci Prof. Dr. Servet Armağan sempozyuma katılamadı. Doç. Dr. Davut Dursun'un tebliğ konusu "Cumhuriyet Döneminde Din-Devlet ilişkileri" idi. Fakat Dursun, konunun arka planını vermek amacıyla aktarmaya çalıştığı Osmanlı İmparatorluğu'ndaki din-devlet ilişkilerinin içinden çıkıp cumhuriyet dönemine gelmek konusunda çok gecikti ve sınırlı zaman içinde de asıl tebliğ konusuyla ilgili çok az şey söyleyebildi. 3. oturumun son tebliğcisi Dr. İştar Tarhanlı ise "Diyanet İşleri Başkanlığı ve Bu Konudaki Tartışmalar" konulu tebliğini sundu. Genellikle Diyanet İşleri Teşkilatı ile ilgili yapılan mevzuat düzenlemelerinin çarpıklıkları üzerinde durdu ve DİB'nın laikliği korumak için kullanıldığını belirtti. DİB teşkilatının devlete bağlı olmasının, dinin devletin kontrolü altında olması anlamına geldiğini ifade eden Tarhanlı, bilahare yaptığı açıklamada Amerika'nın İslamizasyon politikası ve Diyanet'le bağlantısından bahsetti ve sonuç olarak Diyanet Teşkilatı'nın cemaatlere bırakılması gerektiğini savundu.

Tartışmalar kısmında ilk sözü Doç. Dr. Yunus Vehbi Yavuz aldı. Tarihte içtihad hareketi durduğu için Osmanlı'nın yıkılışının kaçınılmaz olduğunu. Hz. Ömer gibi devlet adamları ve Ebu Hanife gibi önemli fakihler etkinliklerini sürdürebilseydi İslam yönetimi ile ilgili sorunların bir tıkanış dönemine girmeyeceğini vurguladı. Yunus Vehbi ile Prof. Dr. Nizamettin Şahinoğlu arasında birinci günden taşınan ve mahiyeti bir türlü anlaşılamayan hakimiyet konusundaki karşılıktı göndermeler son günün tartışmalarına da sarktı.

Doç. Dr. Şükrü Karatepe söz alarak, "Bugünkü Türk devleti tamamen İslam dışı değil. Biraz İslam devleti olarak alt yapı buluyorum. Bu devletin kuruluş nedeni İslamiyettir. Meclis Hacı Bayram-ı Veli'de Kur'an ve Buhari okunarak açılmıştır." dedi.

Karatepe'nin, mevcut devleti İslami görüp görmemesindeki kriterin bir velinin türbesinde okunan Kur'an ve Buhari hadisleri olması çok ilginçti. Herhalde Karatepe'ye göre mevcut Kuveyt, Suud, Cezayir diktaları İslami olsa gerek(!).

Doç. Dr. Şükrü Karetepe'nin bu sözleri üzerine İhsan Süreyya Sırma söz alarak "Devleti şöyle veya böyle eleştirdik. Ama devlete iftira edemeyiz. İslam devleti nasıl dersiniz? Devletin kendisi bunu kabul etmiyor. Devlet kendisini nasıl tanımladıysa biz de öyle tanımlayalım, ona iftira atmayalım. Devlet, Diyanet Teşkilatı'nı kurmuş, ama ona "cihadı içeren ayetleri gündeme getirme, orman ve tıp günleri gibi konuları anlat" demiştir. Lütfen devlete bu konuda iftira etmeyelim." şeklinde konuştu.

Prof. Dr. Mehmet Aydın konuşmasında fikir adamlarımızın modern problemleri çözecek fikri ve hissi alt yapılarının olmadığını belirterek geri kalma sebeplerimizin bizde olduğunu vurguladı. Muhtelif konuşmalarında da sürekli modern problemlerin çözümü ve bunun için gerekli fikir, ilim, altyapı gibi eksiklikleri dile getiren Aydın, sanki bu konuda çözüm olarak bir metodolojiyi değil de, kendi otoritesini önerir gibiydi. Dinin kaynakları, temel meseleleri ve hayata bakış konusunda problemlerini çözememiş müslümanlar elbette modern problemleri de çözemeyeceklerdir. Ancak bu konunun çözümü kişilerin ilmi otoritelerden yoksun oluşlarından değil, düşüncelerinde Kur'an'ı merkeze alamamalarındandır.

Bahri Zengin'in konuşmasında ise mevcut devleti mi, yoksa kurum olarak tümden devlet kavramını mı dışladığı, anlaşılamadı.

Sempozyumun en ilgi çekici müzakerecisi Abdurrahman Dilipak'tı. İkinci günün oturumuna geç katılan Abdurrahman Dilipak, tebliğcilerden hemen sonra söz alıp konuşmasındaki kapalı yerleri açması amacıyla Prof. Dr. Servet Armağan'a uzunca bir soru sordu. Bu soruyla birlikte salondaki müzakereci ve izleyiciler kendilerini uzun süre gülmekten alamadılar. Bu gülüşmeler akabinde oturum başkanı Dilipak'ı uyardı ve soru sorduğu kişinin mazereti dolayısıyla sempozyuma katılamadığını hatırlattı.

Burhan Bozgeyik ise heyecanlı konuşmasında ücrette çalışan müslümanların cuma namazı haklarını kullanamadığı örneğinden  kalkarak Türkiye müslümanlarının esir olduğunu söyledi.

Sempozyumun dördüncü ve son oturumu aynı gün öğleden sonra gerçekleştirildi, ilk tebliğci Ali Bulaç'tı ve tebliği "Modern Zamanlarda İslam'a Göre Din-Devlet İlişkileri Nasıl Olmalı?" başlığını taşıyordu. Tebliğinde hristiyan tarihinde din-devlet ilişkilerini özetleyen Bulaç, Tanrı'nın hakkı Tanrı'ya, Sezar'ın hakkı Sezar'a anlayışını irdeledi ve Katoliklik'te Tanrının Sezar'a (yani dinin devlete), Ortadoksluk'ta Sezar'ın Tanrı'ya müdahale ettiğini, Protestanlık'ta ise Tanrı ile Sezar'ın (yani din ile devletin) atanlarının ayrıldığını ifade etti. İslam tarihindeki din-devlet ilişkilerini de kısaca özetledikten sonra modern zamanlarda olması gereken din-devlet ilişkisi konusunda görüşlerini ortaya koydu. Sivil toplum projesini bu başlık altında sunan Bulaç, projeyi şu şekilde maddelendirdi. "Siyasi bir proje hazırlamak gerekirse peygamber zamanında gerçekleşen 'Medine Vesikası' uygun bir hareket noktası olarak ele alınabilir. Bu vesikadan çağımız için şu sonuçların çıkacağını düşünüyorum:

1.  Kişi herhangi bir dini inanç, siyasi veya felsefi görüşü seçmede özgürdür. Baskı uygulanamaz.

2. Kendi görüşünü seçenlerle bir grup, topluluk oluşturur, din seçiminde olduğu gibi topluluk seçiminde de özgürdür.

3. Topluluk seçen kişi bir hukuk da seçmiş olur.

4. Hukuk seçiminde bulunmuş her topluluk artık siyasal bir bloktur. Dini, kültürel, hukuki özerklik her topluluğun hakkıdır.

5. Her topluluğun birbirine karşı hak ve görevlerini hükme bağlayacak bir sözleşmeye ihtiyaç vardır.

6.  Sözleşme, hukuk topluluklarından seçilmiş temsilcilerin bir araya gelerek ortaya koydukları kararları içerir. Üzerinde mutabık olunan kararlar esas (anayasa) kabul edilir.

7.  Yol, su, elektrik, iç ve dış güvenlik gibi yürütme konusunda her topluluk temsilci gönderir, seçimle işbaşına gelir.

8.  Her bir hukuk topluluğu, kendi din ve iç hukukuna uygun hizmetlerin (topluluklar arası genel bölünemez hizmetler) yürütülmesi için ek bir vergi öder.

9.  Dinle ilgili, ticaret, eğitim, sanat, sağlık, medya, spor gibi konulara devlet müdahale edemez. Bu hizmetler hukuk topluluklarına devredilir. Hukukla ilgili ihtilaflı davalara bakmak üzere özel mahkemeler kurulması gerekir ki, bu mahkemelerde ticari, ekonomik davalardan daha çok cinayet ve ağır ceza davalarına bakar.

10. Siyasi birliğe katılan taraflar karşılıklı anlaşma yapabilir. Ancak başka bir grubun ilkelerine aykırı anlaşmalar yapamaz.

Bir üst kimlik taşıyan bu toplumsal model din, ırk, sınıf, zümre hakimiyetine dayanmaz ve bu proje mutlak doğru değildir, tartışmaya açıktır."

Konuşmasını Said Nursi'nin "Eski hal muhal, ya yeni hal, ya izmihlal" sözleriyle bitiren Ali Bulaç'tan sonra ikinci tebliği sunmak üzere Osman Tunç söz aldı. Hıristiyan tarihinde dinin terkedilişi konusuna değindikten sonra bunun İslam gibi sosyal ve siyasal bir din için geçerli olamayacağını vurguladı. Osmanlı ve Cumhuriyet döneminde din-devlet ilişkilerine temas eden Tunç, Ali Bulaç'ın modelinin önerilebileceğini belirtti.

Son konuşmacı Dr. Hikmet Özdemir ise, "Türkiye'de din-devlet ilişkisinin yeniden tanzimi nasıl olmalı?" sorusu üzerinde durdu. Öncelikle aynı dilin kullanılmadığını, (tanrının hakkı, egemenlik hakkı gibi konularda) kavram kargaşasının olduğunu belirtti. İslam'da devlet konusunda, Hz. Peygamber'in devlet başkanı olması konusunda kuşkularının olduğunu ifade eden Özdemir "Mekke ve Medine'deki İslam'a devlet diyebilir miyiz? İslami devlet mümkün müdür, geçmişte olmuş mudur, bundan sonra olacak mıdır?" şeklindeki şüphelerini ortaya koydu. Herkesin silah ve sopa kullanmadan rejimi eleştirebileceğini, seçimle rejimin değişebileceğini, seçim dışında bir yolun ülkede kriz yaratacağını ve akılcı olmayacağını belirtti.

Müzakere kısmında ilk sözü olan Doç. Dr. Şükrü Karatepe şu şekilde konuştu: "Devletin anlayışı farklı da olsa "Türk İnsanı" müslümandır. Bunun bir veri olarak kabul edilmesi lazımdır. Bu yüzden müslümanları azınlık olarak mütalaa eden modeller bence yanlıştır. Fransa nasıl katolik bir ülke ise, İngiltere nasıl anglikan bir ülke ise, Türkiye de müslüman bir ülkedir. Bunu da pratikte ayırmanın yani 'Türk insanı'nın gerek sosyal hayatında, resmi bürokratik ilişkilerinde, siyasetçilerin tutum ve davranışlarına kadar ayırmanın mümkün olmadığını düşünüyorum. Bu zaten aktüel olarak ayan beyan kendini gösteriyor. Devletin resmi tatilleri, beyanları, laik dediğimiz bu devletin cumhurbaşkanı ve başbakanının açıklamaları ve mesajları bu şekildedir. İkincisi devlete bağlı resmi bir din anlayışının ortaya konulmasına gayret edilmesine rağmen din genel çizgi dışına çıkmamıştır. Yani Diyanet denetimindeki din Türkiye'de yeni bir din değildir. DİB Türkiye'de geleneksel İslam dışında yeni bir İslam anlayışı ortaya koymamıştır."

Şükrü Karatepe'nin 'Türk İnsanı'nın müslüman olmasından devletin resmi tatillerinden, beyanlarından hele hele cumhurbaşkanı ve başbakanın mesajların dan (bunlar dini bayram günlerinde verilen mesajlar olsa gerek) kalkarak Türkiye'yi müslüman bir ülke görmesi ve hatta mevcut devlete İslami bir vasıf yakıştırabilmesi, kendisinin taşıdığı İslam anlayışının "genel çizgi dışına çıkamayan geleneksel din" çerçevesinde olduğunun canlı bir örneğini teşkil ediyordu.

Yaptığı eleştirel değerlendirmesinde Hamza Türkmen din ve devlet kurumlarının birbirine alternatif kurumlar olmadığını ve bu konudaki sorunu da müslüman olarak Kur'an'ın muhkem nasslarından kalkarak çözmemiz gerektiğini vurguladı. Esaslarla araçların karıştırılmaması gerektiğini belirtirken, devletin, vahyi veya şeytani bir dine/ideolojiye sahip olan toplumların iradelerini veya kabullerini ifade eden bir iktidar aracı olduğunu söyledi.

Diğer müzakerecilerden Mehmet Pamak, sivil toplum konusunda Ali Bulaç'ı eleştirerek, kendi projesine dinden dayanak aradığını ve zorlandığını ifade etti.

Sivil toplum projesinin savunucularından Altan Tan söz alarak "Nassla tesbit edilmiş bir devlet şekli olduğunu zannetmiyorum. Devleti insanların kendi doğal ihtiyaçlarını karşılayabilmek ve birlikte yaşayabilmeleri için yaptıkları bir organizasyondur diye anlıyorum." şeklinde konuştu. Ayrıca müslümanların diğer unsurlarla beraber yaşama zorunluluğu olduğunu, İslami devlet yerine müslümanların devleti tabirinin kullanılması gerektiğini ifade etti.

Sempozyumda işlenen konulardan daha farklı bir muhteva taşıyan değerlendirmesinde Burhan Kavuncu din-devlet ilişkileri konusunda günümüzde yaşananlardan örnekler verdi. Müslümanların cezaevlerinde çektikleri sıkıntıya değinen Kavuncu, İslami hareketin mücadeleci kadrolarının sempozyuma tebliğci olarak çağırılmaması konusunda haklı eleştirilerde bulundu.

Müzakerecilerden Aziz Kutluay Türkiye'deki uygulamalardan bahsettikten sonra "Dünyanın Hz. Adem'den günümüze kadar gelmiş geçmiş en ceberrut "izm"i yani en kemalizm'i işte budur. Şimdi bunun karşısında kendimizi naşı müdafaa edelim. Bir bacım örtüsünü örtüyor, 'düşük Cumhurbaşkanı ona 'öcülere benziyorsun' diyor. 70 yıldır üzerimize geliniyor" ifadeleriyle görüşlerin belirtti ve izleyicilerin bir kısmından alkış aldı.

Müzakerecilere cevap vermek amacıyla oluşturulan son turda Ali Bulaç söz aldı. Mehmet Pamak'ın sorusuna cevaben öncelikle söylediklerinin mutlak olmadığını, zanni olduğunu ve tartışmaya da açık olduğunu ifade etti. Dini dayanak aramak zorunda olduğunu ancak zorlamadığını, din-devlet ayırımı yapmadığını tam aksine siyasi organizasyonu dinin bir türevi haline getirdiğini belirtti. İslam'a karşı görüşlerin örgütlenip muhalefet yapabileceğini, iktidar olabileceğini ve İslam açısından bunda bir sakınca olmadığını tekrar etti.

Şükrü Karatepe ve Hamza Türkmen'in eleştirilerine cevaben yaptığı konuşmada ise, "Vesika, müslümanların azınlıkta olduğu bir dönemde gerçekleşti dediler, doğru. Hz. Peygamber bunu bir iktidar aracı olarak kullanmadı. Ben bunun öyle olduğunu zannetmiyorum." diyen Bulaç, Medine Vesikası ruhunun Osmanlı'nın son dönemine kadar yaşadığını, rnüslümanlar çoğunluk olduklarında iktidar taraflarının ağır basacağını belirtti. Yine sorulan bir soruya, Bulaç sivil toplum ifadesini bir araç olarak kullandığını, resmi toplumun dışında ümmet hayatını kastettiğini dili bir araç olarak bu şekilde kullandığını belirtti.

Daha sonra söz alan Osman Tunç, Bediüzzaman'ın devlet anlayışı konulu bir soruya verdiği cevapta, Said Nursi'nin akılcı bir devlet anlayışı dile getirdiğini söyledi. Osmanlı'nın son dönemindeki arayışlarda Said Nursi'nin devlet yönetimine gayri müslimlerin de iştirak edebileceği gibi bir katılımcı tenkid dile getirdiğini belirttikten sonra, bunu günümüzdeki tartışmalara ışık tutması açısından önemli bulduğunu ifade etti.

Dr. Hikmet Özdemir rejimin seçimle değiştirilebileceği konusunda Cezayir'i örnek veren bir soruya cevaben seçimin sonuçları ne olursa olsun (İslami düzen istese de) itaat edileceğini belirtti.

Ayrıca özür dileyerek "din ve devleti karıştırıyorsunuz. Devlet bir organizasyondur. Teknik bir aygıttır. Bunların ideolojilerle donanmış olanları Kuzey'de olduğu gibi çöp sepetine gitmiştir. Allah rızası için bugüne 1993 yılına gelin. İdeal devleti düşünün. Daha ideal demokrasiye nasıl ulaşırız bunu düşünün." dedi.

Sempozyumun sonunda genel değerlendirmelerin yapıldığı bir oturum daha düzenlendi. İlk değerlendirmeci Prof. Dr. Mehmet Aydın, öncelikle müslümanın barışsever bir haletiruhiye içinde olması ve öyle bir düzen için çalışması gerektiğini ifade etti. İslam ve İmanın kelime anlamlarının barış, güvenlik olduğunu, eğer din alanı insanın kafasından, kolundan geçerek hayata intikal ederse mayınlı bir alan olabileceğini belirtti. Ve "mesela benim elime bir fırsat düştü, fitneyi önlemek benim vazifem ama fitne ve fesadın ne olduğu o kadar kolay bir soru değildir." dedi. Prof. Dr. Mehmet Aydın bu konuşmayı Firuze isimli bir disko salonunda gerçekleştirirken, otel binasının önünde de Amerikan bayrağı dalgalanıyordu. Bunların fitne olup olmaması herhalde üzerinde felsefe yapmaya gerek duyulmayacak kadar açıktı, fakat elbette öncelikle bakış açısının neye dayandığını tesbit etmek gerekiyordu.

Şikayetlerin büyük kısmının da üst yapıdan (devlet kastediliyor) geldiğine inanmadığını belirten Aydın, kendisinin aynı zamanda zihin felsefesiyle de meşgul olan bir insan olduğunu, yapı ve bilinç arasındaki ilişkiyi inkar etmediğini, yapı güzel olursa bilincin de rahat oluşturulabileceğini ifade etti. "Ben acaba ne kadar müslümanım sorusu sorulmadan üst yapı acaba ne kadar müslüman sorusu sorulunca sıkıntı doğduğunu" söyledi. Sonuçta sempozyumu değerlendirirken "Dini alanda daha fazla konuşan bizler tartışmayı öğrenmişiz en büyük başarı bu." diyerek 'mütevazi' değerlendirmesini sundu.

Diğer konuşmacı Prof. Dr. Hayreddin Karaman sempozyumda tartışılan devlet anlayışı ve yapısının nasıl olabileceği konusundaki değerlendirmelerini ifade etti. "Ümmet hakimiyetinin hangi araçlarla ve nasıl kurulacağına dair, ilahi irşadın, nebevi örnekliğin ve dört halife uygulamalarının ışığında meşveret ve içtihad ile karar verilecektir." dedi. Ali Bulaç'ın iddialarına ithafen, ilk dönemde devlet başkanını ümmeti temsilen meclis yani şuranın belirleyeceğine dair delil ve işaret olduğunu vurguladı. Din-devlet ilişkisi nasıl olmalıdır sorusuna ideal olarak nasıl olmalı ve şu andan itibaren aşamalı olarak nasıl olmalı şeklinde iki yaklaşım ile cevap aradı ve öneriler sundu. İslam'ın hakimiyet ve kontrolünde bir devlet yapısı olabileceğini ve beşer aklına göre bu düzenin kurulamayacağını vurguladı.

Üçüncü konuşmacı Rasim Özdenören din-devlet diye iki müessesenin olmadığını, devletin dinin uygulama alanındaki tecellisinden ibaret olduğunu belirtti ve son oturumda sunulan devlet modeli hakkında "Biz bugün kendimizi nasıl tarihteki modellerle bağımlı görmüyorsak, bugün bizim önereceğimiz herhangi bir modelin de gelecek nesilleri bağlamayacağını kafamızdan çıkarmamamız gerekiyor." dedi.

Son konuşmacı Bahri Zengin devletin artık yavaş yavaş hukuk alanından çekildiğini, bu çekilme tamamlanınca din-devlet arası çatışmanın ortadan kalkacağını ifade etti.

Bu son değerlendirmelerle sempozyum tamamlanmış oldu. Kapanış konuşmasında Mehmet Metiner sempozyumun verimli ve olumlu geçtiğini belirterek teşekkürlerini sundu. Metiner, Burhan Kavuncu'nun İslami hareketin mücadeleci kadrolarından hiç kimsenin niçin sempozyuma tebliğci olarak davet edilmedikleri hakkındaki eleştirisini cevaplandırırken bazı tebliğcileri ve müzakerecileri sıkıntılı bir duruma soktu. Çünkü İslami hareketin 'teröristlik' olup olmadığı konusunda bile şüpheler taşıyanların da içinde bulunduğu sempozyuma katılan herkesin zaten İslami hareket mensubu olduğunu belirtti.

Sempozyumun düzeni ve yönetimi başarılı idi. İlan edilen programa dakik sayılabilecek bir ciddiyetle uyuldu. Ancak sempozyumun kazandırdığı verimin niteliği ve sempozyuma katılanların ortaya koyduğu ortalama düzey için aynı şeyi söylemek mümkün değildi.

Bursa'da bir grup bayan öğrenci sempozyum hakkında anlamlı bir tepkide bulundular. Müslümanların, Türkiye'nin sayılı kumarhanelerinden olan Almira Oteli gibi bir yerde (500 bin liralık bilet fiyatıyla) oturum düzenlemelerinin İslam'ın hedef vasıta ilişkisi ile uyuşmadığını ifade eden protesto mektuplarını tertip heyetine, sempozyuma katılan tebliğcilere ve müzakerecilere verdiler.

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR