1. YAZARLAR

  2. Kadrican Mendi

  3. Depremin Oluşturduğu Fotoğraf

Depremin Oluşturduğu Fotoğraf

Eylül 2002A+A-

"Öleceksem, dünya sallanırken öleyim; bunun nedeni, halkın felaketini istemenin doğru bir şey olmasından değil; yeryüzünün de ölümlü olduğunu görmenin, ölüme karsı büyük bir teselli olmasından"

Seneca

Topraklarının %92'si, nüfusunun ise %95'i deprem kuşağında bulunan bir ülkede yaşıyoruz. Üstelik bu tehdit bir potansiyel olmasının ötesinde sık sık karşılaştığımız bir tehlike... Yüzyılın sonun da yaşanan Marmara depremi, hem etki alanının genişliği, hem de şiddeti dolayısıyla, belki biraz da medyanın sayesinde geçmiştekilere nazaran halkın gündeminde daha fazla yer edindi.

Sürpriz bir trafik kazasının susurlukta "devlet-mafya-siyaset" ilişkisini açığa çıkarmasında olduğu gibi; deprem de sistemin gerçek yüzünü tüm çıplaklığıyla gözler önüne serdi.

İlk günlerin mahşeri atmosferi, kendiliğinden oluşan toplumsal seferberlik ve bunun karşısında devletin yetersiz, hantal ve çoğu zaman hayrı engelleyici tavırları halk nezdinde toplumsal bir tepkiye dönüşmüştü, ancak örgütsüzlük ve devletin sansürü ve baskıcı tedbirleri geriye sorumlusu belli olmayan(!) onlarca sorunun içinde halkı yalnızlaştırdı; yakınlarını kaybedenler, depremde sakat kalanlar, yakınlarının ne ölüsünü ne dirisini bulamayanlar, malını mülkünü yitirenler, zenginken fakir olanlar, fakirken sefil olanlar, üç yıldır barakalarda yaşayanlar, kalıcı konut talebi de usulsüz kura çekimleri ile zedelenenler, kalıcı konut projelerindeki denetimsizlik ve suistimallerden şikayetçi olanlar, ev yapmak isteyen hak sahiplerine verilen 6 milyarla hiçbir şey yapamayanlar, konut sorununu çözmeye çalışan ve hak sahibi kabul edilmeyen kiracılar, yapılan yardımların akibetini merak edenler, psikolojisi hala betonarme evlerde oturmaya müsait olmayanlar, deprem nedeniyle aldığı krediyi ödeyemeyenler, Bağkur primlerini ödeyemediği için sağlık yardımından yararlanamayanlar, deprem nedeniyle işsiz kalanlar, derdini anlatamayan, anlatsa da dinletemeyen, gittiği her kapıdan azarlanarak kovulanlar, binler onbinler tüm bu sorunlar karşısında tek başlarına ve bunun doğal sonucu olarak çaresiz bir haldeler.

Deprem sonrası müzmin hale gelen sosyoekonomik sorunlar o kadar belirleyici oldu ki, ilk günlere ilişkin yapılması gereken hayati sorgulamalar dahi yapılamaz, takip edilemez hale geldi. İnsanlar hayatta kalabilme mücadelesinden ölen yakınlarının ya da kayıplarının hesabını dahi soramıyor, oysa ilk günlere ilişkin bazı dehşet verici iddialara hala cevap verilemedi: "ölü diye morga getirilen insanlar orada bulunan sağlıktan anlamayan insanlar tarafından bilekten nabız alınmak suretiyle kontrol edildikten sonra öldüklerine kanat getirildi. Rigor mortis/ölüm katılığı denen duruma ulaşan bir bedenin canlılığı hiçbir zaman bilekten nabız alınarak kontrol edilemez. Kaldı ki ağır yaralanmalarda ve iç kanamalarda nabız hemen hemen yoktur. Evet, hepinizin korktuğu şeyi söyleyeceğim; depremden sonra pek çok insan diri diri gömüldü."

Sivil Toplum Tartışmaları

Marmara depremi sonrasında sivil toplum belki kavram düzeyinde değil ama sözcük olarak toplumsal lügatçemizde yer edindi.

Devletin felaket karşısında ki acziyeti; Kızılay, Sivil Savunma gibi kamu kurumlarının skandal boyutundaki beceriksizlik ve yetersizlikleriyle örtülemez hale geldi. Erzurum Köy Hizmetleri'nden işçilerin ellerine kazma kürek sırtlarına sivil savunma yeleği verilerek enkazlara dağıtıldıklarına tanık olduk. Kızılay ise bir ay sonra ortaya çıktığı deprem bölgesinde kurdukları mutfaklardan yapmaya çalıştıkları bozuk yemek dağıtımlarıyla kaldı hafızalarda. Bunun karşısında ise halk daha çabuk organize olabilen, bünyesine katılımın açık olduğu gönüllüleri gördü karşısında. Bu mukayese devlet karşısında belirginleşen bir sivil inisiyatif görünümü verdi; manzara devlet açısından dehşet vericiydi ve gereği yapıldı!!!

Bu karşılaştırmada sivil toplum örgütlerinin -ya da gönüllü hizmet birliklerinin diyelim- devlet mekanizmasının dışında durmaları, onları bir meşruiyet problemi yaşayan sistem karşısında yükselen değerlerin temsilcisi durumuna getirmesi dolayısıyla olumlu; ancak devlet mekanizmasının tersine, temelde istikrarlı bir örgütlülük içinde olmayışları olumsuz yanlarını oluşturdu.

Deprem sonrası kabinede yer alan Yılmaz Karakoyunlu birinci elden şu tespitte bulunuyordu: "Toplum sivil toplum örgütlerini, hoşuna giden bir film seyreder gibi seyretti ve ona destek verdi. Bundan sonra bunun yerleşmesi için gerekli sorumluluğu almadan sahneden çekildi gitti. İkinci bir felaket, Allah esirgesin tekrar başımıza gelirse tekrar bir sivil inisiyatif bu meseleye müdahale etmek istese bir önceki olaydan yani yaşadığımız bu olaydan yeteri kadar ders almış tavırlarla bu desteği vermeyecektir. Yine aynı olayı tekrar yaşayacaktır. Dolayısıyla toplumumuzun; bir: Ders çıkarma kabiliyeti sınırlı. İki: Çıkardığı dersi belleme kabiliyeti çok sınırlı. Üç: Bellediğini hatırlama kabiliyeti çok sınırlı. Dört: Hatırladığını tekrar uygulama cesareti pek sınırlı, o cesareti gösterirken sonrası için önlem alma kabiliyeti yine çok sınırlı..."

Bu ifadeler toplumun Ankara'dan nasıl göründüğünü anlatması açısından önemli.

Bu arada deprem sonrası gönüllü organizasyonlar kuran muhalif bazı yapılanmalar gelinen noktada sivil toplum örgütlerinin faaliyetleriyle ilgili olarak zamanla şöyle bir özeleştiride geliştirdiler: "Depremle birlikte sisteme karsı oluşan toplumsal tepki devletle toplum arasına giren sivil toplum örgütlerinin faaliyetlerinin mevcut gerilimi azaltması sonucu, toplumda hakim olan genel tepki durumunun kapsamlı bir harekete dönüşmesi engellenmiş oldu..." Ancak bu eleştirinin hemen fark edilebileceği gibi atladığı bir esas var ki o da temel sorun olan toplumun örgütsüzlüğü. Zira deprem bölgesinde görülen zaafiyet halkın tepkisinin kitleselleşememesi değil, çoğu zaman kendiliğinden ortaya çıkan bu gücün halk arasında örgütlü muhalif yapıların yetersizliği yada tecrübesizliği yüzünden kalıcı kılınamaması ve kısa vadeli, lokal pratiklere dönüşmesiydi. Yoksa devletten bağımsız ve muhalif olmak gibi iki önemli esas üzerine yükseltilebilecek bir örgütlülük devletin noksanlarını tamamlamak bir tarafa, tam tersi, göz önündeki somut gerçeklikler olarak çekim merkezi olabilecektir. Olayın belki de en başta konuşulması gereken yanı ise sivil toplum olgusunun Türkiye'nin kendi tecrübesin de batıdakinden farklı bir model ifade etmesi gerçeği. Batılı sivil toplum tecrübesinin evrenselliği veya açmazları bir tarafa, en temel iki ayağı olan "bireysellik" ve "şehirlilik"in bizde "bireycilik" ve "gecekonduculuk" olarak yansıması halini yaşıyor. Deprem sonrasında bu ucube kavramsallaştırmanın nasıl bir piyasa ilişkisine dönüştürüldüğünü ve naylon bir değer olarak meşruiyet vasıtasına çevrildiğini izledik... Ve depremden üç yıl sonra bugün onlarca sivil toplum örgütünden geriye yok denilebilecek kadar az örnek bulabiliyoruz. Bu durum yukarıda tartışmaya çalıştığımız depolitizasyonun beslediği; örgütsüzlük ve bireycileşme karşısında, çaresizliğin temel nedeni olan sistemin totaliterliğini pekiştirmekte.

Depremin Ardında Kalanlar

Bu başlık altında söylenebilecekler keşke sadece geri getirilemeyecek olan yakınlarımız hakkında olabilseydi, ancak deprem bölgesinde yaşayanların hayatında depremin hâlâ öyle yadsınamaz etkileri var ki... Özellikle hakkını savunacak bakanı ya da paşası olmayan Sakaryalının hali mutlaka yerinde gezilip görülmeye değecek kadar ibretamiz. Sakarya'da insanlar hâlâ yazın toz, kışın çamurla mücadele ediyorlar. Ağır hasarlı olup da yıkılmayan yüzlerce bina hâlâ depremin ilk günlerini hatırlatıyor. Onarımı yapıldığı söylenen beş katlı binalarsa sadece öğrenciler tarafından kiralanan gettolara dönüşmüş durumda. Binlerce insan prefabrike kentlerde ve bunların pek çoğu açlık sınırlarında yaşamaktalar. İş yok, para yok... Öyle yok ki kahvehaneler bile bomboş. Açlık derdi çeken insanlar, barınak gibi, sağlık gibi ihtiyaçları zaten düşünecek durumda değiller. Hırsızlık olayları hemen her gün birilerinin başına gelen vakayı adiye durumuna geldi. Çöpleri karıştıranlar, pazarlardan artık toplayanlar, artık kimsenin dönüp bakmadığı olağan manzaralardan. Kalıcı konutların bir türlü tamamlanamaması, teslim edilenlerin ise tadilat yapılmaksızın oturulamaz durumda olması gibi, hak sahiplerini ilgilendiren sorunlardan da bahsetmek gerek. Kapatılan Şeker Fabrikası'nı, yok olmaya terk edilen traktör fabrikasını, öldürülen tarım ve hayvancılığı da depremin ardında kalanlar listesine ekleyebiliriz.

Ancak tüm bu sorunların temelinde depremi görmek gibi bir akıl yürütme çok doğru olmaz. Biz, depremden bahsediyorsak bu Türkiye'den bahsettiğimiz içindir. Ve Türkiye'den konuşuyorsak, bu "insanlık durumu"na ilişkin tutumumuzdan dolayıdır. Ve insan bizim konumuz ise eğer, bu mutlaka Müslüman olduğumuzdandır.

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR