1. YAZARLAR

  2. Süleyman Nazlıcan

  3. Darbeler Ülkesi Türkiye’de Kemalizm’in 93. Yılı

Süleyman Nazlıcan

Yazarın Tüm Yazıları >

Darbeler Ülkesi Türkiye’de Kemalizm’in 93. Yılı

Kasım 2016A+A-

29 Ekim 1923 tarihiTürk siyasal hayatının neredeyse bir asır sürecek olan trajedisinin start noktasıdır. Çünkü bu tarihten itibaren siyasalve toplumsal hayatımızın en kritik süreçlerive en belirgin sapmaları yaşandı. Toplum devlet kurumu tarafından sistematik bir baskıyla değişime tabi tutuldu. Bu tarihten itibaren bize ait olan ne varsa hepsi hile ve cebir yoluyla ortadan kaldırıldı ve kadim bir medeniyetin bütün kurumları batı hayranı mukallit bir kadro tarafından alaşağı edildi. Türk devletinin ilk siyasi partisi olan Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) tek parti diktatoryasının mücessem hali olma vasfıyla bu süreçte tam 24 yıl kesintisiz bir iktidar sürdü. Bizce bu dönem Türk siyasal hayatının en karanlık dönemidir ve olabildiğince bu dönemde yaşananlarla ilgili araştırmalar yapılmalıdır.

Millete rağmen yapılan kültürel, siyasal ve toplumsal dönüşüm hamleleri bu zaman aralığında tedavüle sokuldu ve buna karşı çıkanlar en ağır biçimde cezalandırıldı. O günkü ortamda siyaset yapmanın zorluğu ve olup bitenler karşısında toplumsal gücün zayıflığı birileri için adeta fırsat olmuştur.

Şimdi 93. yılı kutlanan bu sürecin öne çıkan politikalarıylane yapılmaya çalışıldığınıtekrar düşünmek ve hafızamızı tazeleyerek Türkiye tarihine yeniden bakmak gerekmektedir diye düşünüyoruz. Çünkü bu ülkenin geçmişiyle ciddi bir hesaplaşma olmadığı gibi Kemalizm’in gölgesi hâlâ üzerimizdedir. Yine unutmamamız gereken en önemli şey; bugün yaşadığımız sorunların birçoğunun o günün politikalarından arta kalan sorunlar olduğu gerçeğidir.

Cumhuriyetin kuruluşundan sonrasına baktığımızda Kemalistlerin övündüğü fakat bizim öfkelerimize kaynaklık eden şöyle bir tablo ortaya çıkmaktadır:

Bu süreçtesiyasal alan ‘cumhuriyetin ilanıyla’ değişime uğratılmış ve hilafet kurumu ortadan kaldırılmıştır. Dolayısıyla siyasetin ilişki ağı daraltılmış ve ümmet coğrafyasıyla olan ilişkimiz aniden kesilmiştir. Ulus devlet kurulmuş, düne kadar iç içe olduğumuz topraklar yabancı addedilmiş ve içe kapanık bir politika sürdürülmüştür. Bu aynı zamanda siyasal mefkûremizin daraltılması ve hâkimiyet sahamızın sınırlandırılması olarak ortaya çıkmıştır. Yeni bir ulus yaratmak amacıyla Türkçülük yüceltilmiş ret ve inkâr politikaları uygulanmış ve başta Kürtler olmak üzerebirçok kesim mağdur edilmiştir.

Sosyal alanda şapka kanunu, kılık kıyafet kanunu, tekke ve zaviyelerin kapatılması gibi düzenlemelerle çağdaşlık payesi verilmiş dayatmalarihdas edilmiştir.

Aynı şekilde eğitim alanında Türk tarih ve dil kurumlarının kuruluşuyla resmi ideolojiye hizmet eden tezlere imkân sağlanmış harf devrimi, millet mekteplerinin açılması ve medreselerin kapatılmasıyla da Kemalizm’in dünya görüşü etrafında yeni bir eğitim modeli dayatılmıştır.

Hukuk alanında Mecellenin kaldırılması, şeriyye mahkemelerinin kapatılması ve alternatif olarak yeni ceza hukuku ve medeni kanunun kabul edilmesi de Kemalist zorbalığın hukuksuzluklarına meşruluk kazandırma çabası olarak ortaya çıkmıştır. Keza laikliğin ilanıyla da bu çaba perçinlenmiştir.

Diğer taraftan ekonomik alanda kendi burjuvazisini yaratan ve bu alanda Kemalist kapitalizme kapı aralayan sözde kalkınma planları uygulamaya sokularak ülkenin zenginliği belli bir kesimin eline verilmiş ve Anadolu halkı fakirlikle terbiye edilmiştir.

Özetle ifade ettiğimiz bu hususlar Kemalistler tarafından devrim olarak kutsanmış ve yıllar yılı bu ülkenin çocuklarına okutulmuştur. Oysaki bu tezler bütünüyle kendilerini var etmek ve meşru kılmak amacıyla uydurulmuş politik yalanlar manzumesinden ibarettir. Elbette bu süreçle ilgili çok ciddi tartışmalar yapılmış ve resmi tarih tezleri farklı boyutlarıyla kritik edilmiştir. Fakat bu çalışmaların çok sınırlı olduğunu söylemek mümkündür. Çünkü düne kadar Kemalizm aleyhinde konuşmak ciddi bir bedel ödemeyi göze almak demekti.

Öte taraftan alternatif bir bakış açısıyla baktığımızda pekâlâ bu yaşananları farklı bir şekilde okumak mümkündür ve bizler için resmin bütününü görmeyi de kolaylaştıracaktır. Bu süreçte olup bitenlere baktığımızda bizce bütün bu yaşananlar sistemik bir dönüşümün planıydı. Bu plan savaşta yenilmiş, toprakları parçalanmış ve ayakta kalmaya çalışan Osmanlı İmparatorluğunun can damarlarını kurutmak amacıyla sürdürülen mücadelenin devamı niteliğindeydi. Çünkü dünden bugüne ülkeyi gönüllü bir şekilde Batı’ya yönelten ve onlara teslim etmekle eş değer politikalar sürdüren siyasal aktörlerin icraatları başka bir düşünceye imkân tanımamaktadır.

Birileri bu iddiamızın boş bir yalan olduğunu söyleyebilir. Fakat madem bu ülkede olaylara objektif bakmak sadece resmi tezlere tabi olmak anlamına gelmektedir. O halde biz bu tezlere tabi olmayı reddediyor ve kendi sübjektif geçekliğimizle kalmayı tercih ediyoruz.

Konumuza devam edecek olursak, ifade ettiğimiz bu dönemden 1945 yılına kadar tek parti iktidarı eliyle adeta sıkıyönetim ilan edilmiş ve ülke baskıcı politikalarla yönetilmiştir. Ancak yıllar sonra sözde çok partili hayata geçilmiş ve 18 Temmuz 1945′te önce Milli Kalkınma Partisi ardından 7 Ocak 1946′da Demokrat Parti kurulmuştur. Yaşanan baskı sürecinden sonra toplum nefes alma ihtiyacı hissederek 14 Mayıs 1950′de yapılan seçimde Demokrat Parti’yi iktidara getirmiştir ve böylece 24 yıl kesintisiz tek başına iktidarda kalan CHP’yi yerinden etmiştir.

Tabi ki milletin bu tercihine karşı ciddi bir hazımsızlık ortaya çıkmış ve bu devleti kuran jakobenzihniyet kendince milleti de kurmayı vazife bildiği için 10 yıl sonra 27 Mayıs 1960 yılında darbe yaparak toplumun iradesini idama mahkûm etmiştir. Bu tarihten itibaren de her on yılda bir toplumu hizaya getirmek için muhtıralar ve darbeler peş peşe yapılmaya devam edilmiştir.

Darbe kronolojisine baktığımızda 29 Ekim 1923 tarihi bu işin temelidir. Sonraki dönemlerde ise bu temeli sağlamlaştırmak için müdahaleler yapılmıştır. 27 Mayıs 1960 darbesi, 12 Mart 1971 muhtırası, 12 Eylül 1980 darbesi, 28 Şubat 1997 post-modern darbesi, 27 Nisan 2007

e-muhtırası ve en son 15 Temmuz 2016 darbe girişimi bu ülkenin tarihine kara bir leke olarak geçmiştir.

Şimdi birileri bu tarihsel kronolojiye atfen şöyle bir savunma yapabilir: Ülkeyi yöneten siyasilerin basiretsizliği işi bu noktaya getirmiş ve asker de ülkeyi korumak için darbe yapma ihtiyacı hissetmiştir. Bu bildik klişeler üzerinden ifade edilen şey esasen bir cüretkârlığın ve topluma rağmen sürdürülmeye çalışılan vesayetin ilanıdır. Çünkü bu ülkeye zorla egemen olmaya çalışan zihniyet için toplumun siyasal tercihi hiçbir şey ifade etmez. Onlara göre toplum dediğimiz şey güdülmeye muhtaç, yolunu bulamayan ve gelişimini tamamlayamayan yığınlardan ibarettir. Onun için bu ülkeyi bu toplumun keyfine göre yönetemeyiz ve gerektiğinde zorla da olsa toplumu hizaya getirmek lazımdır. İstisnasız olarak darbecilerin dillerine doladıkları şeyler hep bu minvalde olmuştur. Sürekli Atatürk cumhuriyetinin kazanımlarını korumak ve kollamak bu ülkenin ordusunun görevidir şeklinde gerekçelendirilmiş beyanatlar duyulur. Nitekim 15 Temmuz darbesine yeltenen ‘Yurtta Sulh Konseyi’ de benzer ifadelerle hazırlanmış bir darbe bildirisini TRT ekranlarında okutmuştu.

Hatırlanacağı üzere bildirinin bazı kısımları aynen şöyleydi:

“Yüce Atatürk’ün önderliğinde milletimizin olağanüstü fedakârlıklarla kurduğu ve bugünlere getirdiği cumhuriyetimizin koruyucusu olan Türk Silahlı Kuvvetleri…

- Vatanın bölünmez bütünlüğünü, milletin ve devletin bekasını devam ettirmek…

- Cumhuriyetimizin kazanımlarının karşı karşıya kaldığı tehlikeleri bertaraf etmek…

- Laik, demokratik, sosyal ve hukuk devleti ilkesi üzerine oturan anayasal düzeni yeniden tesis etmek…”

İfade ettiğimiz hususlar bu ülkenin doksan yıllık geçmişinden bugüne taşınan ve devam eden bir mücadelenin özetidir. Bir taraftan bu topluma yabancılaşmış ve elindeki güçle zorla topluma hükmetmeye çalışanKemalist oligarşi, diğer taraftan ise kendi iradesini siyasette görmek isteyen halk vardır. Şu anki tablo ise halkın bir adım öne geçtiğini göstermektedir. Özellikle 15 Temmuz darbe girişiminin püskürtülmesi halk için ciddi bir motivasyon kaynağı olmuştur. Umarız ki bu, bilinç kalıcı sonuçlar doğurur ve siyaset kurumu toplumun bu desteğini berhava etmez.

Özellikle ülke olarak yeni bir eşikte olduğumuzu unutmamalıyız. Ya darbeleri ve her türlü vesayeti tarihin çöplüğüne atacağız ya da bu toplumu bir ileri iki geri şeklinde kısır bir döngüye mahkûm etmeye devam edeceğiz. Fakat hiç kimsenin toplumu bu ikileme mahkûm etmeye hakkı yoktur. Biz bu mücadelenin takipçileri olarak bu sistemin değişmesi için elimizden geleni yapacağımızı ve toplum aleyhine ortaya çıkan her türlü vesayete karşı olduğumuzu ilan ediyoruz.

‘Hizmet Hareketi’nden Fethullahçı Terörizme Geçiş

İbretlik bir hikâyedir son süreçte yaşadıklarımız. Bir dönemin ‘en prestijli organizasyonu’ olmaktan çıkıp terör örgütü konumuna düşmek bir hareket için en acınası durumdur. Ancak başımıza gelenler kendi elimizle yaptıklarımızın sonucudur gerçeğini de unutmamak gerekir.

Türkiye’de pragmatizm siyasilerin olduğu gibi maalesef bu toplumda farklı gayelerle faaliyet gösteren organizasyonların da en çok teveccüh gösterdiği yaklaşımdır. Belli imkânlara sahip olmak için ahlaki ilkeleri hiçe sayıp kendine yol açmak bu ülkede yıllar yılı beceri olarak görüldü. Kuşkusuz Gülen hareketi de bu yönüyle bir dönem hem siyasilerin hem de diğer kesimlerin övgüsüne mazhar olmuştu. Fakat edinilen imtiyazların sürekli hale gelme isteği bir noktadan sonra insanları siyasal hesaplar yapmaya itmiştir. İşte bu istek bazen şeytanın en büyük ayartısı olarak karşımıza çıkmakta ve en güçlü olduğumuz anda bizi rezil bir hale getirmektedir. Gücün cazibesi insan için en büyük imtihandır. Hele bütünüyle güçten itibar devşirmek ve kendini ona yaslayarak var etmek bu noktada en büyük fitne olarak karşımıza çıkmaktadır.

Kendine ‘cemaat’ adını veren ve İslam’a hizmet ettiğini söyleyen bu yapıyla ilgili söylenecek çok şey vardır. Söylenecek şeyler içinde bir yönüyle özeleştiri yapmamızı zorunlu kılan, bir yönüyle de bu yapı üzerinden kavramlarımıza yapılmaya çalışılan saldırıları bertaraf etmek için yapmamız gereken ciddi bir muhasebe vardır. Şayet şimdi bu muhasebeyi gerektiği gibi yapmazsak ilerde daha fazla yıpranacağımız kesindir. Özellikle İslami yapılara saldırıyı fırsat görenlerin ekranlardaki pervasızlığını görünce bu muhasebenin aciliyeti kaçınılmaz olmaktadır.

Bütün bu olup bitenlerin gölgesinde yaşananlara baktığımızda Müslümanların çağa yönelik fıkhını yenileme zarureti her geçen gün biraz daha artmaktadır. Yaşadığımız toplumu yeniden tanımlamak, siyasetle ilişkilerimizin sınırını belirlemek, sistem içi araçların kullanımı ile ilgili bakışımızı netleştirmek, bu aşamada tekrar yapmamız gereken tartışmalar olarak önümüze gelmektedir.

Elbette bu noktada olaylara sahih ve ilkeli bakanlar için bir kafa karışıklığı söz konusu olmayacaktır. Lakin işin ciddiyetini fark etmeyen ve birilerinin bıraktığı boşlukları doldurmak gayreti içinde olanlar için bu riskler daha büyüktür. Gördüğümüz kadarıyla da iktidarın nimetlerinden faydalanmak isteyen ve bu işe teşne olan yapılar Gülen örgütünden boşalan alanlara büyük bir iştahla dadanmaktadırlar.

Bu tavır bizce ahlaki bir tavır olmamakla beraber ilerde oluşabilecek bir tahribatın İslami yapılara çıkarılacak olan faturasını da görmemek anlamına gelecektir. Çünkü bu ülkede yapılan siyasi hesaplaşmalar sadece işin failiyle sınırlı kalmamakta ve kategorik olarak diğer kesimlere de yansımaları olmaktadır. Dolayısıyla İslami kesimin politikalarını daha hassas bir zemin üzerinden yürütme zarureti ön plana çıkmaktadır.

PKK’nın Otorite Savaşı ve Kürtlerin Tavrı

Öteden beri şiddeti kendine yol seçen örgütler belli bir zaman diliminden sonra ellerindeki baskı aygıtlarıyla bir kültür yaratmaya çalışarak otoritelerini kalıcı kılmak gayreti içine girerler. Kürtler için savaştığını söyleyen PKK da bu mücadeleyi kendine yol edinmiştir. Son yıllarda özellikle çözüm sürecinden aldığı destekle belli bir ivme kazanan PKK şimdi kazanımlarını şiddete kurban etmeye doğru gitmektedir. PKK’nın bu kaybı kuşkusuz bölgedeki dengeleri etkileyecektir.

Kürt sorununun çözümünde PKK gibi düşünmeyen diğer aktörler için rahatlatıcı etkisi olmakla beraber bu kan kaybı PKK’nın otoritesinin de sorgulanmasına yol açacaktır. Çünkü PKK bölgede neredeyse devlet konumuna gelmiş bir yapıydı ve kazandığı bu konumu verdiği savaşla kazandığını dillendiriyordu. Bunu göstermek için de hem kırsalda hem de şehirlerde ciddi bir örgütlenmeye gitmişti. Ona karşı gelenlere hem ekonomik, hem siyasal hem de askerî yaptırımları uygulamakta tereddüt etmiyordu. İşadamlarını haraca bağlamak, ona itiraz edenleri PKK mahkemelerinde yargılamak ve gerektiğinde infaz etmek artık normal bir hal almıştı.

Peki, ne oldu da PKK bu kazanımlarını kalıcı kılmak yerine gerilime kurban etmeye yöneldi?

Bizce PKK aceleciliğinin kurbanı oldu ve Türkiye’yi bölgedeki diğer ülkelerle karıştırdı. Suriye ve Irak’taki otorite boşluğundan faydalandığı gibi burada da defacto bir durum yaratabileceğini düşündü. Ancak hesapları tutmadı ve bölge halkından da yeterince destek görmedi. Fakat en iyi bildiği yoldan da dönmek istemedi ve şiddeti olabildiğince tırmandırma yolunu tercih etti.

PKK’nın yıllardır sürdürdüğü şiddet politikası şimdilerde ise ciddi bir sorgulanmaya tabi tutulmaktadır. Çünkü artık devletin ret ve inkâr politikaları yok ve devlet Kürt sorununun çözümü için yakın zamanda kısmi bazı adımlar da attı. Yapılanların toplum nezdinde iyi niyet göstergesi olarak okunması işin artık şiddet yoluyla değil de siyasal zeminde çözülme beklentisini güçlendirmişken, PKK’nın uzlaşmaz tavrı ise işleri bütünüyle çıkmaza sürüklemekte.

Elbette bu süreç devletin elini güçlendirecek bir noktaya gidebilir. Fakat bunu yapmak için devletin bir yandan Kürt sorununa yönelik taleplere uygun düzenlemeler yapmasına, bir yandan da toplumu iki arada bir derede bırakmayacak şekilde otoritesini ortaya koymasına bağlıdır. Çünkü bölge insanı iki başlı bir yönetimle idare ediliyormuş gibi ciddi bir kafa karışıklığı yaşamaktadır. Bir yanda devlet bir yandaPKK.

Bu ikiliğin ortadan kalkması için devletin Kürtlerin nezdinde imajını tazelemeye ihtiyacı var. Kuşkusuz bunun olmaması için PKK da elinden geleni yapacaktır. Fakat şu an itibariyle toplumsal tavır PKK’nın lehine değil bilakis PKK’nın aleyhine ve eleştirel bir noktaya doğru gitmektedir. Bölgedeki belediyelerin bir kısmına yapılan kayyum atamalarının bölge insanı tarafından sessizlikle karşılanması da bu tavırla ilişkilidir. Bu HDP’ye ve onun politikalarına duyulan memnuniyetsizliğin de göstergesidir. Bunu görmek ise siyasetçilerin işidir. Bunu görmek istemeyen siyasetçilerin işi bölgede gittikçe zorlaşacaktır ve maalesef işin zemini de başka yöne kayacaktır diye düşünüyoruz.

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR