1. YAZARLAR

  2. Yılmaz Çakır

  3. Darbecilerin Gücü Muhalefetin Güçsüzlüğünden Beslenir

Darbecilerin Gücü Muhalefetin Güçsüzlüğünden Beslenir

Mayıs 1998A+A-

Türkiye'de çok partili sisteme geçişle birlikte, demokrasinin kabul edildiği gibi yaygın fakat yanıltıcı bir iddia vardır. Eğer demokrasi; halkın özgür inanç ve iradesinin iktidara yansıtılmasının adı ise bu sadece Tek Parti döneminde (1923-50) değil, ondan sonra da ülkemizde hiçbir dönem gerçekleş(tiril)memiştir.

Halk iradesinin DP iktidarıyla birlikte görece olarak öne çıkması, demokrasiye geçiş aldanmasının yaşanmasına sebebiyet vermiştir. Bu aldanmanın Tek Parti uygulamalarını göz önünde bulundurduğumuzda bir anlamı ve haklılığı olmakla birlikte, hâlâ doğru tanım yapılması ihtiyacının kendisini hissettirdiği de ortadadır.

Elbette, adayların Tek Parti genel başkanlığınca belirlendiği, seçmen listelerinin hazırlanmasından, seçim komisyonlarının oluşumuna kadar, bütün organizasyonun ve inisiyatifin Tek Parti yöneticilerince gerçekleştirildiği ve hatta "açık oy-gizli sayım" gibi acayipliklerle kıyaslanınca, 1950 seçimlerinin ve ondan sonraki sürecin farklı ve daha olumlu olduğu gerçeği teslim edilmelidir.

Ama yıllardır sürdürülen halkın önemli bir kesiminin tercihlerinin gözardı edilmesinden başka anlamı olmayan, birtakım sınırlamaların ve yasakların hâlâ revaçta olması ile halkın tercihlerinin ve seçtiklerinin -demokrasiye(!) rağmen- hâlâ gerçek iktidar sahiplerince sürekli engellenmeye ve önlenmeye çalışılması mevcut rejimin iddialarıyla, uygulamaları arasında derin çelişkiden kaynaklanmaktadır. Parti kapatmaktan, muhtıra vermeye, darbe yapmaktan, yeni anayasa ihdasına kadar bir dizi uygulama bu çelişkinin ürünüdür.

"Tepeden inmeci" uygulamaların mimarlarından İnönü'nün, Mudanya Mütarekesi sonrası yanındakilere söylediği, "Unutmayın millet de düşmanınızdır" sözleri, Cumhuriyet elitince şiarlaştırılan "hakimiyetin kayıtsız şartsız millete ait" olma iddiasının nasıl da bir büyük yalan olduğunu göstermesi açısından ele alınabilir.

Cumhuriyet yöneticilerinin halktan kopuk, Batı değerlerini kutsayan tavırlarının, Osmanlı'dan tevarüs edilen bir gelenek olduğunu da hatırdan çıkarmamak gerekir. Osmanlı yönetimindeki Padişah'ın yakın çevresinin, bir tür bürokratlarının gayri müslim çocuklarından "devşirilmesi", bugün de sürekli şikayet konusu edilen yöneten ile yönetilenler arasındaki kopuklukların ve çelişkilerin tarihsel arka planına işaret eder. Osmanlı yönetici sınıfının halktan kopukluğu, Tanzimat'la birlikte Batılı değerleri merkeze alan bir "yabancılaşmayı" da bünyesine alarak günümüze kadar taşınmıştır. Artık sorun halktan kopukluktan da öte de, bir yabancılaşma sorunu olarak ortadadır. Cumhuriyet elifinin kendisinde, halkı aydınlatma ve kurtarma misyonu vehmederek, kurtuluşu "muasır medeniyet" diye takdim ettiği Batılılaşmada araması, böylesi bir süreç göz önünde bulundurulduğunda daha anlaşılır olacaktır.

Bu ülkede çok kere halka karşı olan, ama ne hikmetse her seferinde halk için olduğu iddia edilen demokrasi uygulamalarının nev-i şahsına münhasır gözükmesi de, Cumhuriyet yöneticileriyle halk arasındaki kopukluktan kaynaklanır. Yöneticilerin "halka rağmenci" politikaları bütün darbelerin ve muhtıraların da mazeretini ve kaynağını oluşturmuştur. Çok partili sisteme geçişle birlikte gündeme gelen darbelerin, yönetimin yabancılaşmasından kaynaklandığı ve halk iradesine ve inancına duyulan kuşkudan yola çıktığı aşikar bir gerçektir.

Cumhuriyet yöneticilerinin, çoğunluk sistemine geçişi, -daha ziyade dış şartların zorunlu sonucu görmelerinden olsa gerek-, halkın yönetime iştirakini hep kendilerinin verdiği bir lütuf gibi algıladıkları gözükmüştür. İsmet İnönü'nün DP iktidarının devrilmesine yeşil ışık yakmak sadedinde söylediği: "Şartlar tamam olduğu zaman milletler için ihtilal meşru haktır" sözü, ülkemizdeki demokrasi uygulamalarının hep birilerinin denetiminde ve gözetiminde gerçekleştirilmesi anlayışına dayanmaktadır.

Bütün bunlardan başka egemenleri cüretkar kılan daha değişik hususlar da vardır. Darbe ve muhtıralar karşısında yeterli muhalefet yapılamamış olması bağlamında da ele alınacak bu hususların en başında bilinç bulanıklığı gelir. Yönetilen halkın kendi durumu ve gerçek iktidar hakkında sağlıklı değerlendirmeler yapamaması, egemen iradenin işini kolaylaştıran en önemli etkenlerden biridir. Kurulduğu İlk günden beri İslami gelişimlere karşı tavır almış onların varlığını kendi varlığı için tehlikeli görmüş bir yapılanmanın onca icraatına rağmen, hâlâ en başta müslümanlar tarafından iyi anlaşılamamış değerlendirilememiş olması, zihinleri teslim alan karışıklık ve bulanıklık ile ilgilidir. Kitlelerin "Allah zeval vermesin" diye bağırlarına bastıkları devlet anlayışı sorgulanmadan bu tür kirlerden yanlışlardan arınmak da mümkün gözükmemektedir. Ehli Sünnet itikadı diyerek zalim imama/yöneticiye itaati farz gösteren telakkilerin Kur'an'a aykırılığı üzerinde düşünülmediği sürece ciddi hiçbir İslami eylemliliğin ve muhalefetin olması beklenmemelidir. Sözde 5ünni İslam'ın asırlardan bu yana devlet içinde yer atması ve saltanatçı devleti meşrulaştırmada kendisine sık sık müracaat edilmesi Türkiye müslümanlarının devlet anlayışlarıyla ilgili değerlendirmelere ve yanlışlara da yol açan en önemli yanılsamayı oluşturmaktadır. Yine bu bağlamda zikredilebilecek bir başka husus da, özellikle müslümanların Cumhuriyetle birlikte gelişen olayları ve bundan ayrı olmayan yeni yönetimi tanımakta gösterdikleri zaaflar olmuştur. Bugün hâla "bu yeni dönemi" kavrayamayan mevcut devlet ile, öyle ya da böyle kendisini İslam'a nisbet eden Osmanlı'yı birbirine karıştıran insanların varlığı önemli bir soruna işaret etmektedir.

İlk başlarda Türkçe ibadet, Türkçe ezan gibi uygulamalarla halkın "farklılığını" sezdiği, bu yeni yöneticilerin sonradan bu uygulamalardan vazgeçmesi ve İslamizasyon politikalarının öne çıkartılması da, müslüman zihinlerin egemen iradeyi anlamasında ve çözmesinde güçlüklere yol açmış olmalıdır. Esasen dini, birtakım şekilsel davranış ve anlayıştan ibaret gören geniş halk kesimlerinin muhalefet etmek gibi bir geleneklerinin de bulunmamasıyla birlikte, iktidar tarafından başlatılan sembolik bir iki iyileştirme karşısında, büyük oranda teslim olmalarına şaşırmamalıdır. Zira uzun yıllardır halkın ekseriyetinin dini anlayış ve görüşleri bu doğrultuda biçimlendirilmiştir. Cumhuriyetin ilk yıllarında ortaya konan muhalefetin çok büyük oranda, sadece şapka kanununa yönelik olması bile, şekilsel bir din anlayışının etkileriyle izah edilebilir.

Müslümanların bu ülkede düşman tanımlarının yetersiz ve yanlış oluşuna sık sık şahit olunmuştur. Bu yüzden de hem sisteme yönelik ciddi sorgulamalar yapılamamış hem de vakit kaybedilmiştir. Daha düne kadar yegane düşman olarak komünizmi belleyen ve egemen sistem ile amaç birliği içinde hareket edenler olmuştur. Yine soyut Batı, Yahudi ya da Deccal düşmanlığı yapanlar, hakim sistemi tanımakta hep yetersiz kalmışlardır. Yer yer bugün de devam eden, değişik sol grupları ya da çevreleri ispiyonlamayı marifet sayan tavırların aynı basiretsizlikten kaynaklandığı görülmektedir. Oysa egemen iradenin neredeyse bir "Cumhuriyet klasiği" haline gelen muhalif unsurları birbirine düşürme taktiği, söz konusu bu jurnalcilik heveslerinden beslenmektedir.

Mevcut rejimin darbeci karakteri ve halkın tepkisizliğinin izahı ile bağlantılı görülebilecek bir başka husus da, daha ilk günlerden itibaren, sert ve baskıcı önlemlerle muhalefete yönelinmiş olması gelir. Öyle ki, Cumhuriyetin kurucu kadrosunun dahilinde "kafa koparma" ifadesi neredeyse normal bir siyasi üslup şekline bürünmüştür Misal olarak İ. İnönü şöyle der: "Tarihin herhangi bir devrinde bir halife zihninde bu memleketin mukadderatına karışmak arzusunu geçirirse o kafayı behemehal koparacağız..." Yine Recep Peker muhalefetin "başlarının ezilmesi" gerektiğini sık sık tekrarlayanlardandır. Keza Mustafa Kemal'in Nutuk'taki kimi açıklamaları da bu cümlenin kerametine ilişkin bilgiler verir.

Kafa koparmanın sözde kalmadığı bizzat Menemen'de sadece 6 köylünün eylemi vesilesiyle daha işin başında gösterildi. Menemen halkının olay cereyan ederken rejimin yanında yer almamış olması yeterli suç unsuru sayılarak, bütün bir bölgenin cezalandırılması cihetine gidildi. Yine Şeyh Sait isyanı da ülkedeki bütün muhalefeti sindirmek için bir fırsat bilindi, istiklal Mahkemeleri'nin "istim arkadan gelsin" tavırlarıyla yaptıkları yargılamalar da Cumhuriyet ideolojisinin yerleşmesi için gerekli ön temizlik anlamına geliyordu.

Bütün bunlarla birlikte egemenlerin her şeye kadir oldukları ve adeta yenilmez oldukları gibi bir düşünceye de kapanmamalıdır. Halkın, Tek Parti dönemi uygulamalarına karşı tepkisi hemen her dönem sürmüştür. Bunu güdümlü Serbest Cumhuriyet Fırkası'na gösterilen ilgiden, DP'ye gösterilen teveccühe kadar her zaman görmek mümkündür. Yine Arapça ezana ve ibadete dönme zorunluluğundan, cami ve imam-hatip okulları açmaya ve İslamcı güçlerin varlığını hemen her zeminde tanımak zorunda kalmaya kadar, birçok uygulamanın düzenin vermek zorunda kaldığı tavizlerden olduğu da unutulmamalıdır.

Çok partili sisteme geçişle birlikte gündeme gelen darbelerin, darbecilerin isteklerini gerçekleştirmede yeterli olmayışı, darbe sayılarının birden fazla oluşunu izah ettiği gibi, kendilerine darbe yapılanların -yapanların isteğinin aksine- güçlenmesini de açıklar, 60 darbesinin ardından, darbeye muhatap olan DP'nin devamı olan AP'nin işbaşına gelmesi, 71 muhtırasının gerekçesi sayılan sol gelişmelerin, ondan sonra CHP'yi iktidara taşımasıyla ülkeyi adeta sol devrimin eşiğine kadar getirmiş olması ve 80 darbesinin ardından kapatılan tüm partilerin ve liderlerinin tekrar siyaset sahnesine dönmeleri ve yine -PKK örneğinde olduğu gibi- yeni muhalefet dalgalarının zuhur etmesi de bu cümledendir.

80 sonrası, rüzgarı kesilen diğer sol muhalefetin bitkin görüntüsünün ardında, ise dışa bağımlılığın yol açtığı krizler, darbeden daha etkili olmuştur. Konjonktürün etkisiyle büyüyen bütün tepkisel gelişmelerin kaçınılmaz akıbetine işaret etmesi bakımından da bu gelişmeler dikkate alınmalıdır.

Terör ve tedhişle bütünleşmiş muhalefet gösterilerinin halkın zihnine kazınmış kimi rejim görüntüleriyle aynılaştığı ve bu uygulamalara karşı "yılana sarılma" doğal refleksinin harekete geçtiği söylenebilir. Bu durumu teröre karşı yapılma iddiasındaki 80 darbesiyle ilgili gelişmelerde rahatlıkla görebiliriz. Önce terörden kurtulma sevinci ardından askerin desteklediği ve işbaşına gelmesine kesin gözüyle bakılan MDP'nin hüsrana uğratılması... Yine yasaklı liderlerin geri dönmesini onaylama ve destekleme de aynı kapsamda değerlendirilmelidir.

Egemen iradenin her şeye rağmen halkın muhalefetini sindiremeyişinin imkansızlığıdır ki bugün de yeni darbe söylentileri gündeme gelmiştir. İttihat Terakki'den bu yana örgütlü bir yapılanma ve dış destek imkanlarıyla hareket edenlerin, örgütsüz halk yığınları karşısında açık bir üstünlük içinde olmaları tabiidir. Bu aynı zamanda muhalefetin, her türlü örgütlenme çabalarının acımasızca yok edilmeye çalışılmasını da anlaşılır kılmaktadır. Egemenler asıl güçlerini silahlı, silahsız örgütlenmelerinden alırlar. Bugün derneklerden odalara, sendikalardan aydınlara kadar geniş bir yelpazeye yayılan sivil darbecilerin askerlerden daha fazla ve önde gözükme çabaları söz konusu başarının somut tezahürleridir.

Böylesine örgütlü bir güce karşı onu tanıma ve anlama noktasında bile eksiklikleri olan müslümanların, bu zaaflarından kurtulma cehdi içinde olmadan ve sıkı bir birlikteliği oluşturmadan yapacakları muhalefet ile başarıya ulaşmaları eşyanın tabiatına aykırıdır. Zira çok büyük oranda muhatabın gücü, bizim güçsüzlüğümüzden beslenmektedir.

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR