1. YAZARLAR

  2. Yılmaz Çakır

  3. Cennet Var, Cehennem Var Çocuklar!

Cennet Var, Cehennem Var Çocuklar!

Haziran 2001A+A-

İki tarafını da eski ahşap evlerin ve küçük bahçelerin süslediği parke taşlı dar sokak, her zamanki sükuneti ile sanki gelen geçeni seyrediyordu.

Az ileride, yolun sağa uzanan kıvrımında vakarlı bir duruşla bekleyen Serbostani Mustafa Ağa Camii, avlusundaki cemaatin sohbet keyfine, şadırvanın su sesiyle katılıyordu.

Gündüzün kavurucu yaz sıcağının üzerine, akşamın serin gölgesi düşmeye yüz tutunca, mahalleli balkonlara, bahçelere yol kenarlarına çıkar, toplanırdı.

Görüşmek, konuşmak, dedikodu yapmak için en müsait saatler gelmiş sayılırdı. Çocuklar sokak aralarında oynamayı, gençlerse dolaşmayı tercih ederlerdi.

Yine böyle günlerden biriydi, sokağın bir kenarında mahallenin haylazları, etrafına toplandıkları bir yaşlı adamı dinliyorlardı. Adam büyük bir ciddiyet ve huşu ile anlattıklarına kendisini kaptırmış, yanına sokulduğumuzu fark etmemişti. "Peygamberimiz gençleri ve çocukları çok severdi" diyor, ardından salavat getiriyordu. Çocuklardan bazıları da, ihtiyarı taklid ediyor, sağ ellerini kalplerinin üzerine götürüyorlardı. Gruptan kimileri muziplikler yapmak için ihtiyarın kolunu çekiştiriyorlar, ellerinde tuttukları plastik topları havaya atıyorlardı. Yaşlı adam, mütebessim ve sevecen tavırlarını bozmadan, kimi çocukların başlarını okşuyor, kiminin sorularını cevaplamaya çalışıyordu.

Bu sahneyi niye hatırladık, neden aktarmak istedik. Buna geçmeden evvel, ihtiyarın söylediği son cümleleri de nakledelim.

O esnada akşam ezanı da okunmaya başlamıştı. Adam camiye yetişme aceleciliği içinde, çocuklardan müteşekkil cemaatine tekrar göz gezdirdi ve "Yarın hepinizi Kur'an'a bekliyorum. Unutmayın Cennet var Cehennem var çocuklar" dedi. Çocukların bu şirin ihtiyarı kırmak niyetinde olmadıkları verdikleri cevaplardan belliydi.

Bütün bunları yazmaktaki maksadımızın, kurgusal bir hikaye anlatmak olmadığını belirtmeliyiz. Çünkü bu olay aynıyla vaki.

Dini değerlerin, dini olanın, gün gün ihlal ve ihmal edildiği, unutulduğu, unutturulmak istendiği bir zamanda, bu zamanda, yürekten iman etmiş, tebliğci insanlara ne kadar da muhtacız.

Zihnimizde, gönlümüzde, unutmamızın mümkünü olmayan bir yerde yaşattığımız bu hatıra da, zikrettiğimiz bu acil ihtiyaç dolayısıyla yerini ve canlılığını bütün tazeliği ile korumaktadır.

Farkında mıyız, bu ihtiyacı karşılayan bütün kanallarımız, kurumlarımız, alanlarımız bitirilmek, tüketilmek, kurutulmak istenmekte. Çoğu insan da hiçbir şey yokmuşçasına, olmamışçasına olan biteni seyretmekte...

Nerede o, sokaktaki çocuklara Allah'ı, peygamberi sevdirmek; onlara bir ayet, bir hadis belletebilmek için uğraşan, didinen mübarek insanlar?

Nerede parti amaç değil, araçtır deyip, ev sohbetlerini dini ihya ve imar faaliyetine çeviren serdengeçtiler?

Nerede aşk ile, şevk ile, gece demeden, gündüz demeden yapılan, gidilen ev ziyaretleri?

Nerede İslam davetinin ve devletinin tebliğcilerini; müstakbel münevverlerini, yetiştirmek üzere toplanılan ve tefsir, hadis çalışmaları yapılan Daru'l-Erkam modelli kutlu evler?

Kimin yüreği bunların terk edilmesine dayanabilir ki? Bu yaşanılan kötü bir rüya da olabilir. O halde, elbirliğiyle, kardeşçe, birbirimizi düzelterek, destekleyerek, uyararak uyanacağız.

Kurtuluşu imanımızda, inancımızda, hasılı içimizde, yüreğimizde aramanın zamanıdır. Egemenlere yüz suyu dökmenin, onlardan çare dilenmenin, meded ummanın sonuç vermeyeceği; onların verdikleri ilacın yaramıza merhem olmayacağı; tersine bizi dönülmez akşamların ufkuna biraz daha yaklaştıran bir zaman kaybına uğratacağı bir bilinse, bir bilebilsek...

Kime bel bağlayalım? İnsanlara, özellikle de gençlere (geleceğe) dini hiçbir alan ve kanal bırakmak istemeyen müstekbirlere, elde kalan üç-beş imkanın da dibine kibrit suyu dökmek girişimlerinden hâlâ vazgeçmiş gözükmeyenlere nasıl inanalım?!

İmam Hatip Liselerinin ve Kur'an Kursları'nın çok büyük oranda kapatılması, kalanların da iyiden iyiye işlevsizleştirilmesi ile başörtülü yüz bin, evet dile kolay yüz bin insanın mağdur edilmesi bile onların azgın iştahlarını kaçırabilmişe, bastırabilmişe benzemiyor.

İnsanların ancak İslam'la karşılayabilecekleri ihtiyaçlarının, gerçeği ve anlamı arama, bulma çabalarının yerine; onlara verilenlere, sunulanlara bakalım. Birlikte ibadet yapma, cemaat olma hazzı yerine; futbol taraftarlığı... Nefsin/kişinin kendisinden ve gerçeklerden kaçabilmesi için gerekli uyuşturucu etkiyi bulmak üzere sığınılan müzik -tercihen yüksek volümlü- Hayatın inciten, acıtan sertliklerine karşı mütemadiyen kendisine koşulan mizah (ya da geyik muhabbetleri)... Bir de tabii ki fiziksel uyuşturucular, alkol, esrar, eroin...

İşte size sistem klasiği bir insanlık/gençlik panoraması ya da tablosu.

Bir yanda bizim, hepimizin, çocuklarımızın geleceğini, geleceğimizi çalmak isteyen, dünyamızı ve ahiretimizi karartmak isteyen zorbalar, haydutlar... Bir yanda sessiz seyirciler, gafiller ya da sözde müslümanlar.

Bir yanda gerçeklikten kopmak, gerçeklerden kaçmak için ucuz haz duygularının gemisine doluşmuş ve baş döndürücü kimliksizlik, kişiliksizlik girdabına yuvarlanmış insanlar... Bir yanda ideallerinden vazgeçmiş, onları yaşatmak için gerekli acıyı, hüznü biriktirmeyi beceremeyip yarı yolda ters yüz olan ve "adam sayılmanın" ölçülerini gecikerek de olsa yakalama çabaları... Yani düşüş,  "yükselişle" gelen düşüş... Ya da derin bir trajedi...

Onca haksızlığın, onca yoksulluğun olduğu ve gitgide arttığı bir dünyada nereye kaçış, nereye kadar kaçış. İnsanın geçmişini ve geleceğini yok sayarak onu küçümseyerek var edeceği, kuracağı bir bugünden hayır gelir mi? Değil mi ki gün bitimli, insan ölümlüdür... Hem Allah'tan kaçış mı olur?

"Gavurlaşmanın", dünyevileşmenin siyasetten ekonomiye; kültürden sanata her yeri; giyimden yeme içmeye, eğlenmeye kadar her alanı kuşattığı bir dünyada, üstüne üstlük, en genel anlamda dini olan ne varsa savaş açıldığı bir durumda bütün müslümanları kardeş bilmek ve Kitabullah'a sarılıp kurtulmak yerine; modernliğin kafalarımızı ve gönüllerimizi karartan, kuşatan bencilliğine, bireyciliğine, hazcılığına ram olmak, sabahı gelmeyecek karanlığa teslim olmaktır.

Karanlığı yırtacak olan eller, çoluk çocuk, büyük küçük hepimizin elleri olmalıdır. Beyaz başörtüsü içinde "Elif cüz'ünü" göğsüne bastıran minik kızlarımızla, sadece Allah'ın rızası için Kur'an öğreten ve öğrenen bütün gönüllerle, tefsir ve hadis çalışmalarıyla, cemaat olmayı hala hayatının en önemli ve anlamlı işi gören muvahhit ve mücahidlerle, "adam" olmayı, köşe dönmeye, iş bitirmeye endeksli görmeyen, geçmişini satmayan, geleceği bugünden inşa etmenin gereğine iman edenlerle yırtacağız karanlığı...

Hangi savaş "Cennet var Cehennem var çocuklar" diyen ihtiyarı yenebilir? Hangi savaş "Kur'an'a giden" beyaz yemenili küçük yavruları mağlup edebilir? Hangi savaş otobüste, vapurda, okulda, iş yerinde emri bil marufu farz bilen gençleri, cennetin gençlerini durdurabilir?

İstediğiniz kadar uğraşın, istediğiniz kadar dinî irtibatımız, dinle irtibat alanlarımızı daraltın, eğer biz yaşanan ağır sorunlardan kaçmayacak, ucuz hazlara dalmayacak olursak kim engelleyebilir bizi; bizden gayri?... Yeter ki kendi yalnızlığımıza sığınmayalım, yeter ki haksızlık karşısında susan dilsiz şeytan olmayalım. Yeter ki birbirimize sağır ve sevgisiz davranmayalım.

Ve yeter ki kulak verelim:

"İçinizden hayra çağıran, iyiliği emreden bir topluluk olsun. İşte kurtuluşa erenler onlardır" diyen mübarek buyruğa...

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR