1. YAZARLAR

  2. Bahadır Kurbanoğlu

  3. Büyücülerin İlacı ‘Asa-yı Musa’dır!

Bahadır Kurbanoğlu

Yazarın Tüm Yazıları >

Büyücülerin İlacı ‘Asa-yı Musa’dır!

Şubat 2014A+A-

17 Aralık’tan bu yana gün geçmiyor ki, Cemaat ya da AK Parti cephesinden bir gelişme sadır olmasın. Bu satırların yazıldığı anda bile bir tarafta “ihanet şebekesi”ne dair bizzat Başbakan’ın ağzından cümleler sadır olurken, diğer tarafta Fethullah Gülen’in dilinden “mabeyni hümayunun arkadaşı yanlış yönlendirdiği”ne ilişkin ifadeler BBC kanalıyla kamuoyuyla paylaşılıyordu. “Firavun, Karun” ithamlarıyla ortalığa dökülen bedduaların kapladığı hararetin düşmesi çok sürer mi beklentisi içindeyken, “içi boş sahte peygamber”den “padişah” ve “arkadaş”a yepyeni jargon ve tanımlamalara muhatap olduk.

Başta çeşitli tereddütlerle meseleye yaklaşan ya da en azından yaklaşım dozajı aynı olmayan devlet erkanı bugün, hem kendinden daha emin hem de yakında kamuoyu ile paylaşacakları bilgilerin zeminini hazırlarcasına açıklamalarda bulundular.

Abdullah Gül, "Bürokrasinin içerisinde, devlete hizmet etmesi gerekirken ayrı bir dayanışma içinde olanlar var." derken, benzer ifadeler Bülent Arınç’tan da sadır oldu. Tabii Erdoğan’ın şu sözleri, gelinen noktanın vahametini ve bundan sonrasına ilişkin kararlılığın dozajını ortaya koyması bakımından da belirleyici idi:

“Bu medeniyet öyle bir medeniyettir ki, yalancı peygamberleri, sahte velileri, içi boş, kalbi boş, zihni boş âlim müsveddelerini bünyenin virüsü reddettiği gibi reddetmiş ve tarihin çöplüğüne mahkûm etmiştir. İlmi iktidar vasıtası olarak görenleri bu medeniyet yine mahkûm edecektir. İlmi bir sihir gibi bir efsunlama vasıtası gibi görenleri bu medeniyet yine reddedecektir. İlmi güç için, şantaj için, şebekeleşme ve örgütlenme için bir istismar aracı olarak kullananları bu medeniyet hiç kabullenmemiştir…”

Bunlar sadece ağır, hakaretamiz ve savaşın yönünü tayin edici sözler değil, aynı zamanda kitleleri saflaşmaya da çağıran cümleler. Yani cemaat tabanına da “şok etkili” ciddi bir çağrı aslında. Daha önce cemaatin tabanı ile inlerine kadar girilecek olan “paralel yapı” arasındaki ayrıma dikkat eden üslup, bu defa direkt hareketin liderine ve cemaatin yukarıdan aşağıya hiyerarşisi ve dizayn ediliş biçimine yönelik mahkûm edici tahlilleri içermekte idi. “Haşhaşiyyun” tabirinin ardından onun altını doldurucu, bugün olan biteni anlamakta zorlananlara ve şaşkınlıklarını halen üzerlerinden atamayanlara da bir nevi “şoklama” yöntemi de denebilir. Bütün bu retoriğin elde edilen yeni bulgular ve Gülen’in günden güne operasyonları sahiplenici tavır ve üslubuyla yakın ilgisi olduğu da vakıa.

Tabii bütün bu açıklamaların Cemaatten ya da Cemaate yakın çevrelerden insanlarda oluşturduğu bir akis var. Ki, bu akis aynı zamanda devlet erkanının sözünü ettiği çeteleşmenin içinde olsun olmasın; operasyonları desteklesin ya da belli bir temkinlilik içerisinde geçiştirsin fark etmez, belli bir üslup ve yöntemin ortaklaşılmış yönünü göstermekte bizlere. Bunları mercek altına aldıktan sonra, adil olmaklığımız açısından dikkat etmemiz/edilmesi gereken yönlere de vurgu yapmaya çalışalım.

Batıni ve Modern Halleriyle Cemaat: Savunular, Çelişkiler, Paranoyalar, Komplolar

Kimilerine göre 2007 yılına, kimilerince üç yıl önceki referanduma kadar geri götürülebilecek rahatsızlık ve ayrışma süreçleriyle ilgili gözümüzün gördüğü, kulağımızın duyduğu ve kendi yazıp çizdikleri üzerinden okuduklarımızla ilgili bazı hususların genel bir değerlendirmesini yapmakta fayda var:

Anadolu Müslümanlığı ve Siyasal İslamcılık

Hizmet hareketinin dış politika, açılım süreci, Mavi Marmara ve dolayısıyla bölge ülkeleriyle ilgili -ki, buna son olarak Suriye politikası da eklendi- tutum farklılıkları, özellikle İhsan Yılmaz’ın Today’s Zaman gazetesinde yer alan yazısının ardından somut bir hüviyete büründürülmüş, daha doğrusu ilan edilmiş oluyordu. Ergenekon sürecini birlikte geçirmiş aktörler olarak, üstelik Hizmet hareketinin medyasının bu süreçte oynadığı rolü de hesaba kattığımızda İslami camialarda yükselen bir sempatinin olmadığını söylemek haksızlık olur. Mavi Marmara açıklamalarını dahi talihsiz bir kaza hükmünde görmek isteyenlerimiz hiç de az değildi. F. Gülen yıllar sonra kendisini yeniden hatırlatmış olsa da Mavi Marmara’nın yarattığı birliktelik ruhu ve o günlerin hatırına görmezden gelmek isteyenlerimiz bir hayli fazlaydı.

Cemaat içerisinde geleneksel olarak İslamcılığa mesafeli bir din ve strateji algısı her daim korunmakla birlikte, özellikle 2000’li yıllarda ulusalcı-Kemalist yapıyla girişilen hesaplaşma sürecinde gösterdikleri performans, bu mesafenin konu edilmesine ihtiyaç hissettirmiyordu. Aynı anlayış Hizmet hareketi için de geçerli idi. “Yeni Türkiye”nin tartışma konuları bu türden “hesaplaşmaları” zamansız ve gereksiz addetmeyi beraberinde getiriyordu. Bu hesaplaşmanın ideolojik yönü de 2012’nin yaz aylarına dek erteleniyordu. Hatırlanacak olursa İslamcılığın ölüp ölmediğine dair Mümtaz’er Türköne ve Ali Bulaç merkezli başlayan tartışmaya konuyla ilgili pek çok yazar, akademisyen ve mütefekkir katılmıştı. Bugün Bülent Keneş’in somut olarak resmini çizdiği ve “Anadolu İslamı” ile “kökü dışarıda Siyasal İslamcılık” olarak ayrıştırmayı uygun gördüğü farklılaşma, gün yüzündeki yaşanmışlıklara da ayna tutmak anlamına gelmekteydi. Tabii aynı zamanda da küresel güçlerle işbirliği ve kökü dışarıdalık eleştirilerine maruz kalan Cemaat tabanına da aslında ne kadar da yerli ve “buralı” (bu topraklara ait) olunduğuna ilişkin de ideolojik özgüven pompalamak anlamına geliyordu. Böylelikle aynı zamanda siyasal ayrışma konularıyla ilgili ciddi bir hesaplaşmanın söz konusu olduğu günümüzde, ayrışmanın sadece pratikte değil, aslında derinlerde olduğunu, ideolojik-düşünsel-tarihî derin köklere haiz olduğunu göstermenin de en kestirme yolu idi.

Cemaat medyası ve akademik camialarının “İslamcıların devletle imtihanı”, “İslamcılığın devletçileşmesi”, “Devlet İslamcıları kuşattı!” gibi tespitlerle geleneksel İslami muhalif söylem ve kavramlara yaslanarak, devlet zulmüne maruz kalmış Ebu Hanife gibi şahsiyetleri de örnek getirerek geliştirmeye çalıştıkları özsavunmacı dinî-siyasi söylem de yine bu tezlerden beslenmekte. Lakin devletle olan ilişkileri gerek Özal gerekse 28 Şubat sürecinde ortada olan, küresel aktörlerle yakın temas ilişkilerden çekinmeyen bir cemaatin böylesi bir retorikle topluma seslenmesini anlamlandırabilmek belki mümkün ama sahici ve tutarlı görebilmek oldukça su götürür.

Diğer yandan, “Siyasal İslamcılık” olarak niteledikleri hattın yegâne amacının devleti ele geçirmek olduğunun vurgulanması ise bugünleri yaşayıp görme bahtına kavuşan Müslümanlar açısından ibretamiz olsa gerek. Aslında İslamcılık hakkında, -onun tecrübelerinden istifadeyi de engeller tarzda- oryantalist tezlerin kısa özetlerinin sunulduğu yaklaşımları bugün olan bitenlerle birleştirdiğimizde, hep birlikte şunu öğrenmiş bulunuyoruz: Devlet, küresel tecrübelerin yanına Anadolu’nun engin hoşgörü iklimini ekleyenlerden başkasına haram kılınmıştır! Bu hoşgörüden bugüne dek payını hiç alamamışlarımız açısından şaşırtıcı ve yeni bir şey yok aslında.

“Kökü dışarıdalık” meselesi ise iyiden iyiye kabak tadı vermiş olan, lakin anlaşılan bazı konulara yeni yeni merak saran Cemaat tabanını endokrine etme konusunda kullanıma elverişli olduğu için yeniden servis edilen bir konu. Bir-iki kelamla özetlemek gerekirse İbn Abidin ve risaleleri ve günümüze değin saygı ve iftiharla anılan âlimler silsilesi ne kadar “kökü içeride” ise İslam’a ve Müslümanlara bugüne değin katkı yapmış olanlar da -kadim ya da çağdaş fark etmez- o kadar “içeride”. Eğer içeridelik dışarıdalık ölçütünüz toprak, etnik köken, “siz”e ait olduğunu varsaydığınız ortak nostaljik medeniyet tarihi ise sahih bir menzile varmanız mümkün olmaz. “Anadolu İslamı” denen ideolojik savununun bir gerçeklik olmaktan ziyade, tıpkı pozitivist milliyetçiliğin üretiminde olduğu, Batılı muhafazakâr anlayışların kopya edilebilmesi ve böylelikle yeni bir kimlik edinme adına ulusalcı-milliyetçiliğe alternatif bir kurgu olduğu görülemezse, bu “kökü içeride-dışarıda” tartışmaları da ümmetin ortak tecrübelerinden azade bir İslam itikadının inşasının mümkün ve hayra şamil olup olmadığı da anlaşılamaz. Sadece Yahya Kemal-Babanzade zıtlaşmasına bakmak bile, aslında muhafazakârlık ile İslam (İslamcılık değil) arasındaki belirgin farkın yıllarca İslam’ın kendisiymiş gibi nasıl savunulabildiğinin bir göstergesi olduğunu görmek için yeterlidir. Geçmiş bir yana, son 250 yıllık İslam tarihinin tecrübelerinden gereğince istifadenin önündeki en büyük engel, Kemalist elitlerin İslam’a ve Müslümanlara yaşattıkları fetret döneminde kendisine alan açan bu anlayıştır. Hâlâ, İslamcılık hakkında menfi malzeme elde edip eleştiri yaptıklarını zannedenler, oryantalist tezlerle birlikte işte bu muhafazakârlık anlayışının, kendi mefkurelerini inşa adına, sorgulamaksızın ve araçsal olarak sahiplendikleri geleneksel batıni öğretiler ve ürettikleri tarih algısına yaslanmaktadırlar.  

Batınilik ve Modern Değerlerin Birlikteliği

Cemaatin bugün üzerinde seyrettiği rotayı geleneksel şeyh-mürit ilişkisini ortaya koyan ve batıni yanı ağır basan bağlılık formunun modern dünyanın kabul ettiği siyasal normlarla harmanlanması olarak özetleyebiliriz. Bilgi hiyerarşisi, yukarıya doğru çıkıldıkça her batıni ekolde olduğu gibi flulaşıp karmaşıklaşmakta, böylelikle her atılan adımın, her savunulan düşüncenin meşruiyet sorunu yaşamaksızın savunulabilmesi mümkün olmakta. En tepedeki hocaefendi zaten bilginin, yüceliğin zirvesini teşkil etmekte. Tabanda, din algısının karmaşık olmayan basit söylevler üzerinden aktarımı, modern hayatın sorunlarının çözümlenmesine ilişkin çok fazla teklif sunmayıp, bunu bir bilene bırakması ve nihayetinde sürekli olarak tekrar edilegelen, hem iç bağlılığı hem de katılımı artıran bir “hocaefendi anlatısı” yapının bir özetini ortaya koymakta. Bu tutum hem Müslümanlar arası haksız rekabeti beslemekte, hem adalet duygusunu sadece “biz” bilincine indirgeyip bir nevi Yahudileşme temayüllü bir sosyo-politik yapı oluşturmakta. Başarının sırrı gibi görünen bu husus, aslında İsrailoğullarının tarihte düştükleri hataların benzerlerinin ister istemez tekrarlanır olmasını beraberinde getirmekte. Tabii içine düşülen çelişkiler ve zulümat iklimi de itikaden ve vicdanen görülmez olmakta.

Erdoğan’ı yıllarca toplu halde sevdikten sonra, aynı anda tüm cemaat olarak toplu halde nefret yönünde karar alabilmek; işte ancak en zirveden tabana kadar yayılmasında zorlanılmayan mistik/batıni hissiyat ve emir komuta zinciriyle mümkün olabilmekte. Ancak Erdoğan konusundaki 180 derecelik “U” dönüşünün kamuflajı, F. Gülen’in röportajlarına da yansıdığı üzere “Biz kişilerle değil, değerlerle ittifak kurarız; referanduma dek sorun yoktu, sonrasında ise anti-demokratik uygulamalar baş gösterdi!” şeklindeki ortak eleştiri manzumesi olur. Böylelikle “tutarlı” da olunmuş olur. Üstelik sadece tutarlılık değil, çağdaş değerlere ve uluslararası hukuk normlarına bağlılığı da içeren bir söylemdir bu. Bu duruş, küresel siyaset arenasında bir meşruiyet sağlar. Sisteme itiraz etmeksizin, sistemi karşınıza almaksızın, sistem içerisindeki ekonomi-politik akışınızı sağlayan bir meşruiyet alanı elde edilmiş olunur. Bu sizi adil kılmaktan öte meşru kılar. Meşruiyet ve katlanılabilirlik zemini varlığınızı tehdit edebilecek muhtemel risklerden sizi korur, güvenli bir limanda demir atmış hissine yakınlaştırır.

Uluslararası Hukuka mı Yoksa Vesayete mi Davet?

İç siyaset açısından baktığımızda referandumdan bu yana Türkiye’de atılan adımları bir başka hükümet gerçekleştirmiş olsa idi, herhalde çoktan hakkında destanlar yazılmış idi. Zorunlu sekiz yıllık eğitimden başörtüsünün kamusal alandaki serbestiyetine, Kur’an kurslarından YAŞ mağdurlarına iade-i itibara, EMASYA’nın kaldırılmasından açılım politikalarındaki devasa adımlara kadar referandum rüzgârının sağladığı bütün avantajlar kullanılmaya çalışılmıştı.

Dış siyasette ise bir yanda BM gibi kurumlar başta olmak üzere bizatihi uluslararası camianın önde gelen aktörlerini insanlığın ortak değerlerine ve ürettikleri ortak hukuka uymaya çağıran bir hükümet; diğer taraftan sırf bu hukuka uyulmadığı için Suriye ve Mısır gibi ülkelerin halklarının başına gelen felaketler. Aslında meselenin özü itibariyle bakıldığında uluslararası hukuk gereğince işletilse, gerek demokrasinin, gerek hukuk devleti ilkelerinin, gerekse insan hakları sözleşmelerinin gereği olarak ne Suriye trajedisi ne de Mısır dramı yaşanırdı. İşte insanları Cemaatle ilgili komplo teorilerine iten konuların başında da bu hususlardaki tutarlılık meselesi gelmekteydi.

Mehmet Altan gibi liberaller örneğinde görüldüğü üzere, Türkiye’de hangi koşullar geçerli olursa olsun, hükümet onların gözünde uluslararası gayrı meşruluk sınavını bir türlü veremez. Meşruiyet, uluslararası vesayete onların çizdiği normlara uyarak koşulsuz teslimiyettir. Meselenin onun gibiler nezdinde evrensel hukuk ve vicdan ilkeleri olmadığının en basit göstergesi, hükümetin Mısır’da İhvan’ın yanında bir duruş sergilemiş olmasının eleştirilmesidir. Hem hukukun hem de meşruiyetin ayaklar altına alındığı, bizatihi darbe yaşamış bir ülkede kimin yanında durduğunuzda gerçekten Kopenhag Kriterlerine ve AB normlarına uymuş olursunuz, diye sormanın gereği yok. İşte aynı tutarsızlık Cemaat için de geçerli oldu. Suriye’ye sevk olunan ve MİT’in eşlik ettiği TIR’lara operasyon ve bu operasyonların medyaya servis ediliş biçimi de kendi ülkenizin yöneticilerini gerek Cenevre 2 öncesi, gerekse Şubat ayının ilk haftasında gerçekleştirilecek olan uluslararası görüşmelerde, adı uluslararası terörle anılacak şekilde zora sokma çabasının alenileşmesi örnekleridir.

Üstelik her içinde olunmadığı ifade edilen ama medya yoluyla, haber ya da makaleler eşliğinde savunulan diğer konularda olduğu gibi bu mesele de mezkûr yapı tarafından sahiplenilmekte; yolsuzluk operasyonlarıyla başlayan sürecin devam ettirilen halkalarından biri olarak görülmekteydi. Hükümetin Suriye politikasını beğenmediğinizde, bu şekilde müdahalelerle o politikadan geri adım atmayacağı bilindiği, hatta aksine kendisine yönelik operasyonları durdurmak için tıpkı yargı ve emniyete müdahale görüntülerinde olduğu gibi bu krizleri önlemek için gerekli tedbirleri alacağı bilindiği halde bir meşruiyet krizini bile isteye oluşturma çabası, eğer cehalet ya da siyasi basiretsizlikle açıklanmayacaksa ne ile açıklanabilir?

Bütün bunlar halen pek çok alanda “aktif savunma” yapan ve operasyon yapıldıktan sonra müdahalelerde bulunan hükümetin, operasyonları püskürtüyormuş gibi görünse de aslında 11 yıllık kazanımlardan geri adım attırılarak (HSYK düzenlemesinde olduğu gibi) “Eski Türkiye”ye gerilemeye metazorik olarak yönlendirildiği ve bu anlamıyla aslında “ameliyat”ın halen devam ettiği, operasyonların zaten hükümeti geçmiş kazanımlardan geriye düşürüp otokrat bir yapı haline dönüştürmeye çalıştığına dair komplocu endişe ve görüşlerin artmasına sebebiyet vermekte.

Bir Kavme Olan Kinimiz Bizi Adaletsizliğe Sevk Etmemeli, Suç ve Suçlular Elan Ortaya Çıkarılmalı!

Yargı ve emniyette hükümetin çok ciddi karşı atakları söz konusu oldu. Bunlar binlerce insanın görev yerlerinin değiştirilmesini beraberinde getirdi. Hatta bir değil, birden fazla, bazen dört beş kez görev yerleri değiştirilen emniyet görevlileri oldu. Bugünlerde tartışılan konulardan biri de bu insanların pek çoğunun Cemaatle herhangi bir ilişkisinin olmaması. Velev ki, böyle bir ilişki söz konusu olsa dahi, binlerce mağdur üretebilecek bir belirsizlik süreci, maşeri vicdanda da yer bulmakta zorlanıyor. “Bütün bunları hak ettiler!” şeklindeki bir genellemeci mantığı savunmak ise biz Müslümanlar açısından zaten züldür. İster polemik konusu, ister bir aklanma vesilesi olarak görülsün, Hizmet hareketi tabanının da en büyük beklentisi bu.

Hükümetten sadır olan açıklamalar elde artık iyiden iyiye ciddi delillerin söz konusu olduğu intibaını vermekte. Zaten elde belge, bulgu, delil olmadan bunca söz sarf ediliyorsa orada ciddi bir adalet, hukuk ve meşruiyet sorunu baş göstermiş demektir. Gerek hükümet erkanının gerekse Cumhurbaşkanının açıklamaları yakında bu konularla ilgili ciddi adımların atılacağına ilişkin sinyaller vermekte.

Gerçekten de açılmamış mühürlü dosyalarla operasyonlar; siyasiler, işadamları vb. ile ilgili çekildiği iddia edilen şantaj kasetleri, legal-illegal dinlemelerin belli bir organize grubun menfaatleri adına kullanılmak üzere bir merkezde toplanması, yıllardır üretildiği iddia edilen sahte deliller ve bunların organize bir yapı tarafından belirlenmiş amaçlar doğrultusunda yapılması elbette hukuki anlamda tescillenip kamuoyunun önüne konmak durumundadır.

Netice itibariyle sadece bir “çete/örgüt/paralel yapı”dan değil, aynı zamanda bu süreçten menfi olarak etkilendiği çok açık olan, tüm toplumsal katmanlarda yer alan bir sosyolojik taban söz konusu. Kendi içimizdeki değerlendirmelerimizde bu tasniflemeyi dikkate alarak tahlil ve gözlemlerde bulunmalıyız. Bir din algısını, bir fikriyatı, bir siyasi organizasyonu, bir yapı ve duruşu beğenmemek ve eleştirmek başka bir şey; kendimizi devletin ve yargı makamının yerine koyarak ne kadar güçlü olsa da insanı yanıltabilecek zanni algılar üzerinden hareket ederek insanları mahkûm etmek ayrı. Elbette icmaya dayalı zannı galip küçümsenemez, ortaya çıkan genel resmin maşeri vicdana ilişkin etkisi yok sayılamaz. Lakin Mecelle’de de geçtiği üzere “Hâkim hakîm, fehim, müstakim, emin, mekin/sakin ve metin olmalıdır.” Yani Bangalor Yargı Etiği İlkeleri olarak da nam salmış uluslararası normlar gereği yargı sadece bağımsız ve tarafsız değil, adaletli, dürüst, doğru, tutarlı, eşitlikçi, ehliyet ve liyakatli de olmalı. Madem ki yargı normları yargıçlar açısından bu şekilde olmalı, o halde biz Müslümanlar açısından da bundan aşağı olmamalı diye düşünüp hareket edebilmeliyiz.

Öte yandan Bekir Bozdağ ve Ahmet Davutoğlu’nun refleksif söylemlerine yansıdığı üzere, devletin “korkunç” geleneğinden örneklere yaslanarak bu meselenin halline gidilebileceğini ima etmeyi normal karşılamak, benzer bir adaletsizliğin, hukuksuzluğun ve devleti her türlü değerin üzerine çıkarıp kutsamayı da desteklemek anlamına gelir. Burada söz konusu olan devletin ortaklarla yönetilip yönetilemeyeceği değil, meşruiyetin, adaletin, halkın meşru tercih ve iradesinin ve icmanın zedelenmesi, ayaklar altına alınmasıdır. Bu ise Şatıbi gibi İslam ulemasının üzerinde önemle durduğu maslahatların/faydaların celbi, mefsedetlerin/kötülüklerin defi konusundaki itikadımız ve hassasiyetlerimizden ötürü ve “misliyle mukabele” ve “haddi aşmama” emri ilahileri mucibince çizilmiş olan sınırlara riayet konusundaki inancımız dahilinde değerlendirilmelidir. 

Hukuk, Vicdan, Adalet, Anlayış ve Hoşgörü Cemaate de Lazım

Cemaat medyasının genel iklimine bakıldığında İslami muhalif literatür ile çağdaş normların iç içe serdedildiği bir dilin bugünlerde ziyadesiyle hâkim olduğu görülür.

Başlarda yolsuzluklar konusunda ısrar ve operasyonel olduğu addedilen süreçlerin ise tamamen uluslararası ve yerel hukuk normlarına uygun, hiçbir siyasi emel taşımayan ve planlı, örgütlü bir organizasyon ihtimali de hükümetin ve yandaş medyanın suç üstüleri örtmek için ürettiği yaklaşımları baskındı. Halen de -tıpkı öne çıkan Mümtaz’er Türköne misalinde olduğu gibi- bu yaklaşımdan herhangi bir geri adım söz konusu değil. Başka bir zaman diliminde ve farklı kesimler söz konusu olsa idi, onlarca komplo teorisini sayfalarına ve ekranlara taşıyabilecek potansiyellere sahip mezkûr camia, bu konuda ser verip sır vermiyor adeta.

Öte yandan kendilerine ciddi manada haksızlık edildiği konusu, hem İslami muhalif bir dil ile hem de çağdaş normlar eşliğinde dillendirilmekte. Ceberut devlet eleştirileri üzerinden İmam Ahmed ve Ebu Hanife’nin tutsaklık hikâyelerine, Fransa’da 1800’lü yılların sonunda ajanlıkla itham edilen Yahudi bir asker olan Dreyfus olayından Hz. Hüseyin’e atılan iftiralara, Hz. Ömer’e giydiği elbisenin hesabının sorulmasından Ebu Zer’in hayatından örneklere varıncaya dek birçok konu gündemleştirilmekte.

Dün İslami yapılar devlet tarafından mağdur edilip, TCK 312 gibi maddeler ya da anayasayı tebdil edip devleti yıkma ve teröristlik ithamları üzerinden yargılanıp cezalar alırken (bugün de İhya-Der ve Hizb-ut Tahrir yargılamalarında halen devam ettirildiği üzere) kendi medya organlarında aynı jargonlarla Müslümanları itham edip, kendilerine sormaksızın emniyet raporları üzerinden haklarında hadsiz ve haksız haberlere ve yargısız infazlara imza atanların bugün adalet, hak ve hukuk adına geldikleri nokta olumlu, sevindirici görülebilir. Bu süreci fırsat bilip, İslam ve insanlık değerlerini gözden geçirip gerçekten ahlaki bir ilkelilik yakalanabilirse ne ala. Bugün cemaatin yayın organlarında İslami kesimlere seslenilip, “Bugün bizim başımıza gelen yarın sizlerin de başına gelebilir!” uyarılarının yapılması elbette bir kara mizah örneği; ancak bazı şeylerin hissedilip yakından müşahede edilmesi açısından da ibretamiz ve öğretici.

Tabii ki, hiç kimse hiçbir şekilde incir çekirdeği kadar bile olsa haksızlığa uğratılmamalı. Ancak kamu vicdanında anlaşılmayı gerçekten istiyorsa, bu duruma duçar olduğunu düşündüğünde de tercihini Wall Street Journal ya da BBC’den yana kullanıp, çıkardığı İngilizce gazete üzerinden ülkesinin handikaplarını küresel mahallenin kabadayılarına da şikâyet etmemeli. Hele ki haksızlığa uğratıldığına dair tam anlamıyla bir vicdani şekavet yaşıyor ve şikâyetinde de samimi ise o halde haksızlığa uğrayan Mısır ve Suriye halklarının da haykırışlarını, yerel ve uluslararası hukuksuzluğa uğradıklarına dair şikâyetlerini, despotların gadrine uğramışlıktan kaynaklanan mağduriyetlerini gündemleştirme konusunda da samimi, dürüst, sahiplenici, adil -ve Türkiye örneğinde olduğu gibi- hukuk ve demokrasinin normlarını hatırlatıcı olmalı!

Dua edelim de halen büyücülerin dört bir koldan arzı endam ettikleri mezkûr şartlar ‘Asa-yı Musa’sız kalmasın. 

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR