1. YAZARLAR

  2. Ahmet Ertürk

  3. Bir Seçimin Anatomisi

Bir Seçimin Anatomisi

Ocak 1992A+A-

1991'in son üç ayında Türkiye'nin siyaset gündemi, erken seçim tartışmaları, seçim sürecindeki siyasal oluşumlar ve seçim sonuçlarının değerlendirilmesi ile yüklü geçti. Bu seçim, öncesi ve sonrası ile, Türk toplumun sosyo-politik dokusunda son on-oniki yılda neyin değiştiğini (ya da değiştirildiğini) ve hangi değişmenin neye işaret ettiğini; yeni duyarlıklarını kaybettiğini ve yerine hangi yeni duyarlıkları edindiğini; müslüman ve milliyetçi-muhafazakar kamuoyunda nelerin değiştiğini, bir turnusol kağıdı gibi, çok açık ve anlamlı bir şekilde ortaya koymuştur. Bu sonuçlar, toplumla alış verişi çok olan (ve olması gereken) müslümanlar için doğru tesbit edilmesi ve doğru yorumlanması gereken ilginç tablolar oluşturmaktadır.

Neden Erken Seçim

Erken seçim, 1980 sonrasında Türkiye toplumuna giydirilen yeni düzenin tıkanmasının bir sonucu ve bir zorlaması olarak gündeme geldi. Tıkanma, hem bu yeni düzenin kendisini artık eskisi gibi üretemeyeceğinin anlaşılması, hem de yeni düzeni bu zamana kadar başarı ile sırtlamış/kökleştirmiş olan kadroların kitleler nezdinde bir "imaj yıpranması"na uğramaları, dolayısıyla sistemin kendisinin de bu yıpranmadan nasibini alma tehlikesi ile karşı karşıya kalması demekti. Hazır yedekte aynı sistemi aynı samimiyetle yürütecek taze güçlerin mevcudiyeti, eski/yıpranmış kadroların feda edilerek sistemin daha ciddi bir tehlike ile karşı karşıya gelmekten kurtarılmasını kolaylaştırmaktaydı. Başka bir deyişle, bu erken ve acele seçim, sistemin restorasyon girişimi olarak görülmeliydi. Bu dramatik (eski kadrolar için) girişimi zorlayan en önemli tıkanıklık ise, sistemin, ilgisiz ve kayıtsız kitleler nezdinde bile moral temelini yitirme tehlikesi ile karşı karşıya kalması idi. Bireysel ve toplumsal planda hızlı bir çürüme ve yozlaşma eğiliminin artık izlenemez ve haklılaştırılamaz bir düzeye gelmiş olması, restorasyonun moral karakterini öne çıkardı. Yıpranmamış, dürüst ve faziletli (!) alternatif kadroların dümene geçirilmeleri ile, sistemin kendisinin gündelik insan zihnindeki aşınması durdurulmuş olacaktı.

Neydi bu yeni düzenin hakim dokusu? Çoğumuzun bildiği bazı gerçekleri yeniden hatırlamak suretiyle bu konuyu biraz açalım.

12 Eylül Darbesi, Türkiye toplumunu bir cinnet halini andıran tam bir toplumsal gerilim ortamında yakaladı. Darbe, tehlikeli biçimde tırmandırılan bu iç gerilime, 70'lerin sonuna doğru bölgenin içine girdiği yeni dönemin özel şartları karşısında, müdahale edilmesi ve yatıştırılması kararı ile geldi. Türkiye'nin bir kenarında yer aldığı kritik Orta Doğu bölgesinin İran İslam Devrimi'ne ve bölgedeki buna bağlı öteki İslami kıpırdanışlara sahne olması, dünyanın iki süper gücünde ve Avrupa'da ciddi bir paniğe yol açtı. Bu gelişme, o kadar yıl özenle kurulmuş ve korunmuş bölgesel denge ve istikrar için yoğun bir tehdit olarak algılandı. SSCB'nin Afganistan'ı işgalinin de, evrensel güç dengelerinin kendi iç yer değiştirmeleri dışında, öngörülmeyen yarı milli yarı İslami şiddetli bir tepkiye yol açmış olması, artık bölgeye ve bölgenin kritik ülkelerine yeni bir sistemin empoze edilmesini zorunlu kıldı. Reagan'ın kişiliğinde küstah ve kaba bir süper güç politikasının 1980 sonlarında ABD'de iktidara gelmesi de, bu yeni sistemin ve buna bağlı iç toplumsal yeniden yapılanmanın radikal bir biçimde gündeme gelmesini hızlandırdı.

Tedirginliğin kaynağı olan bu İslami "fundamentalim"in özellikle Türkiye bağlamında etkisizleştirilmesi ve Türk toplumunun bu tehlikeli dalgadan korunabilmesi için, toplumda kontrolü ve yönlendirilmesi bir yerden sonra zorlaşabilecek olan kargaşa dönemini sona erdirmenin ve sistemi güçlü yasal, ideolojik ve kültürel temeller üzerinde yeniden istikrara kavuşturmanın şart olduğu görüldü. Milli Güvenlik Konseyi'nin yasama faaliyetleri ve Atatürkçülüğün yeniden canlandırılması ile yasal ve ideolojik bir temele kavuşturulmaya çalışılan yeni düzende, Diyanet İşleri Başkanlığı ve belli dinsel grupların kayırılması suretiyle de radikal İslami yönelişlere set çekilmesi ve halkın dinsel ihtiyaçlarına cevap verilmesi amaçlandı.

Bu yeni düzeni evrensel planda simgeleyen ABD'deki Reagan ve İngiltere'deki Thatcher iktidarlarına ve öteki bir çok Avrupa ülkesindeki muhafazakar/sağ iktidarlara Türkiye de, daha sonraları Özal'ın ismiyle özdeşleşecek olan, 12 Eylül darbesi ile gelen yeni sosyo-ekonomik ve kültürel politikalar ile katıldı. "Thatcherism" veya "Reaganomics" gibi popüler adlandırmalarda ifadesini bulan yeni sosyo-ekonomik politikalar, Batı'nın sanayi toplumundan sanayi-ötesi toplum, bilgi toplumu çağına geçtiği varsayımı üzerinde temellenen ve reel büyüklüklerden (üretim, yatırım, istihdam gibi) çok fiktif (parasal göstergeler, borsa ve çeşitli finansal "kağıtlar") değerlere dayalı kurum ve araçlara öncelik veren yeni ekonomik politikalar da, bir önceki dönemde (Carter zamanında ABD'de ve İşçi Partisi iktidarı altında İngiltere'de) yaşanan ekonomik krizden çıkışı hedefliyordu. Aynı politikalar Türkiye'de de Turgut Özal tarafından yürürlüğe kondu. Ama sonuçlar farklı oldu. ABD ve Avrupa ülkeleri, "sanayi-ötesi toplum"a, "bilgi toplumu"na geçiş aşamasındayken Türkiye henüz sanayi toplumu bile olamamıştı. Böyle bir aşamada, bir batılı ekonomistin "tımarhane ekonomisi" dediği fiyat artışlarına, sosyal destek fonlarının azaltılmasına, istihdamın daraltılmasını ve benzeri tedbirlere dayalı ekonomik politikaların uygulamaya konması, ancak bunların vahşiliğini fark ettirmeyecek yahut yarattığı çığlıkları duyurtmayacak sosyal politikalar eşliğinde mümkün olabilirdi.

ABD ve İngiltere'de olduğu gibi Türkiye'de de bu dönemde, gelir dağılımındaki adaletsizlikleri törpülemeyi, üretimi arttırmayı ve istihdam yaratmayı amaçlayan eski popülist sosyal politikalar terk edilerek gelir dağılımındaki uçurumları yeniden derinleştiren, istihdamı daraltıcı ve ücretleri sınırlayıcı politikalar izlenmeye başlandı. Devletin "baba" olmadığı, "rekabet"in en faziletli ekonomik işleyiş biçimi olduğu, "piyasa ekonomisi"nin bütün bireylerin, ekonomik ünitelerin ve genel olarak toplumun yararına olduğu sloganları eşliğinde yürütülen bu politikaların sosyal boyutu ise, "de-politizasyon" olarak tanımlanan bir süreci gerektiriyordu/içeriyordu. Devletin, sıkıntıya düşen iş adamlarının ve Kamu İktisadi Teşebbüsleri'nin (KİT'ler) "babası" olmaktan çıkarılması ve rekabete dayalı piyasa ekonomisi uygulamalarının büyük tekellerin kırılması ile sonuçlanması, aslında savunulabilir ve son tahlilde geniş kitlelerin yararına şeylerdi, ama pratikte devletin babalığı değişmemişti; değişen sadece evlatlardı ve tekeller de hiç bir tehdit ile karşılaşmadan büyümeye devam etmişlerdi. Devlet, bu defa, yeni türeyen "evlatlar"ın süratle büyümesi için kaynaklarını seferber etmiş ve güçlü tekellerin piyasaları istedikleri gibi yönlendirmelerine müdahale etmemişti.

Böyle bir politikanın hiç bir tepki ile karşılaşmadan yürütülebilmesi, ancak, kitlelerin duyarsızlaştırması ve, Maurice Duverger'in deyimiyle, "ahmaklaştırılması" anlamına gelen "de-politizasyon" süreci ile mümkün olabilirdi. Bu sürecin vulgerleştirilmiş biçimi, "köşeyi dönmecilik" olarak tanımlanan bir ihtirasın sokaktaki insanın beynine ve kalbine kazınması idi. 80 sonrası dönemi adeta sembolize eden "köşe dönmecilik", süreç içinde ve cömertçe sunulan cazip fırsatlar karşısında önceki dönemin idealist kuşağından birçok kişiyi de etkisi altına almıştı. Çünkü yeni ekonomik düzende insanların önüne bir hayal alemi konuluyor, onlara bugün yaşadıklarını unutturacak bir gelecek vaadinde bulunuluyor ve bu vaadin her bireyin kendisi için, başkasının aleyhine de olsa, gerçekleşebileceği beklentisi aşılanıyordu.

ANAP'ın yaptığı, aslında, başarı için her şeyin mubah olduğu anlayışını, zaten bunu yıllardır uygulayan sınırlı bir müteşebbis zümrenin tekelinden çıkarıp tabana yaymak olmuştur. Gerçekten, daha önce yalnızca belli bir işadamı zümresinin genelde devlet ve toplum sırtından zengin olmak amacıyla başvurduğu bu yola bütün vatandaşların rahatlıkla başvurabilecekleri şeklindeki bir değer yargısını topluma yerleştirmiştir. Siyasetçi ve bürokrat kadrolarda, sahip oldukları otoritenin de kullanılmasıyla, bu her şeyin mubah olduğu anlayışı daha pervasız ve toplumun duyarlığını rencide edici bir şekilde yaygınlaştırılmış ve bu konuda dönemin iktidar partisi yöneticilerinden herhangi bir tepki de gelmemiştir. Bu süreç, sonunda, "altta kalanın canının çıktığı" ve "ölen öldükten sonra kalan sağlar"ın; toplumun ortak serveti üzerinde yağmaya başladıkları bir safhaya ulaşma işareti vermiştir.

İşte, hem bu ahlaki çürümenin artık gizlenemez ve savunulamaz bir düzeye ulaşması, hem de Cumhurbaşkanlığı etrafındaki meşruiyyet tartışmalarının devam etmesi; diğer taraftan ekonomik sıkıntıların (enflasyon, işsizlik) giderilebileceği ümidinin halkta artık kaybolmaya yüz tutması ve en son Körfez Krizi'nden sonra şiddetlenen Kürt meselesinin daha büyük bir krizin sinyallerini vermeye başlaması gibi siyasi ve ekonomik faktörler, ANAP'ın önünde daha bir yıldan fazla süre olmasına rağmen seçimin erkene alınmasına yol açtı.

Bu ürkütücü olumsuz trendin sistemin moral temellerini tahrip etme tehlikesi göstermesi karşısında sistemi yeniden yaygın ve diri bir mutabakat temeline oturtmak, bunun için de kenarda bırakılmış taze güçleri aktif olarak devreye sokmak ve böylece sisteme bir soluk aldırmak gerekiyordu. Her on yılda bir bu tür tıkanmalara karşı bir çözüm iddiasıyla başvurulan askeri darbeler, bu defa yerini sivil bir çözüme bıraktı. Ama askeri darbelerin mantığı işlerliğini yine sürdürdü. Seçim sonrası ortaya çıkan siyasi manzara, yani sistemin temellerini oluşturan ulusal güçlerin yaygın bir mutabakatının yeni siyasi oluşumlara yön vermesi, darbe sonralarının klasik görüntüsünün yeniden üretilmesiydi. Askeri darbelerin her zaman meşruiyyet temelini oluşturmuş bulunan bütün unsurların hareketli teşvik ve destekleriyle kurulan DYP-SHP koalisyonu, geçmişte gerçekleştirilemeyen ve bu sebeple 12 Eylül Darbesi'nin önemli gerekçelerinden birini teşkil eden AP-CHP koalisyonunun 12 yıl gecikmeli bir versiyonu olmuştur.

Nasıl Bir Seçim?

Erken seçim, işte böyle bir zorlamanın ürünü olarak gündeme geldi ve yukarda anlatmaya çalıştığımız 80 sonrası dönemin belli başlı iç ve dış özelliklerinin çoğunu çarpıcı bir biçimde yansıttı. Bu yönüyle, seçimin içinde cereyan ettiği sosyal, kültürel ve politik şartların karakteristiği, seçimin kendisinden ve sonuçlarından daha önemli bir olgu niteliği gösterdi. Bu şartlar, bir taraftan, iletişim tekellerinin artık neredeyse siyasi ve sosyal trendlerin tek belirleyicisi haline gelmesini yansıtırken, diğer taraftan, modern toplumların her türlü düşünceyi ve tutum alışı bir tüketim malı gibi üretip pazarlama eğilimini sergilemektedir. Bütün modern demokratik toplumlardaki seçimlerin (ve yalnız seçim dönemlerinin değil, bütün bir kültürel ve sosyal hayatın) ortak özelliklerini teşkil eden bu eğilimler dışında bir de Türkiye seçim sisteminin ve siyaset yelpazesinin kendine özgü sınırlarının (ülke ve bölge barajları) yol açtığı çeşitli oluşumlar bu seçimin çarpıcı yanlarını oluşturmuştur.

Türkiye siyaset tarihçileri, çok partili rejime geçilmesinden sonraki ilk seçimin (1946 seçimleri) jandarma dipçiği altında yapılan anti-demokratik bir seçim olduğunu söylerler. Jandarma dipçiği, seçmenin oyunu kendi özgür iradesi ile kararlaştırdığı parti veya adaya değil, dipçik sahiplerinin istediklerine yöneltiyordu. Burada etken olan duygu elbette daha çok korku duygusu idi. Ama korku ile birlikte, yöredeki devlet temsilcilerinin veya merkezdeki yöneticilerin çeşitli vaatleri veya kayırmalarının oluşturduğu "sahiplenmek" duygusu da önemli rol oynamıştı. Ya da korku, daha sonra nitelik değiştirerek böyle bir "sahiplenme"ye ve özdeşleşmeye dönüşüyordu. İşte bu seçimde de, Batı toplumlarında rastlandığı gibi, seçmen iradesinin ciddi biçimde yönlendirilmesinin, ama 46 seçimlerinde uygulanan yöntemlerden daha ince ve karmaşık, bu nedenle de daha etkin ve meşru görünümlü mekanizmalar yoluyla yönlendirilmesinin örnekleri yaşanmıştır. "Sipariş üzerine yapılan" kamuoyu yoklamaları, özel ve resmi TV yayınları, gazete ve dergilerin haber ve yorumlarıyla yaptıkları yönlendirmeler vb. örnek olarak verilebilir.

Tabii, eski seçimlerde olduğu gibi, bu son seçimde de, seçmen iradesini saptıran etkenler sadece kitle iletişim araçlarının kullanımından kaynaklanmış değildi. Doğrudan güç ve otorite kullanımını veya kullanma tehdidini ve/veya vaadini içeren faktörler de, geleneksel olarak Türk demokrasisinde (!) önemli bir role sahiptirler. Geçmişte (Cumhuriyet'in ilk otuz yılında) Devlet Partisi (CHP)'nin taşradaki temsilcileri olan vali, kaymakam ve bucak müdürleri ile askeri erkan ve merkezde Parti Şefliği ve Partinin bürokrasinin her kademesindeki adamları, bazen nimet dağıtarak veya dağıtma vaadinde bulunarak, bazen ceza vererek veya ceza tehdidinde bulunarak, zaman zaman da şefkat ve yakınlık göstererek bu tür araçlara karşı oldukça duyarlı olan Türkiye insanının "özgür iradesi"ni (!) diledikleri yöne çevirebiliyorlardı. Bugün de, hemen hemen aynı odaklar, etkin bir kaynak dağıtma mekanizması (kamu bankaları ve öteki finans kuruluşları) ve güçlü baskı grupları (TÜSİAD, Odalar Birliği, yazılı ve görsel iletişim araçları vb.) ile daha da güçlenmiş bir şekilde bu yönlendirme işlevini yerine getirmektedirler. Bu yerli unsurlara, her dönemde, çeşitli roller yüklenmiş dış ekonomik ve siyasi kuruluş ve araçlar da katkıda bulunmaktadır.

Çok partili rejime geçilmesinden bu yana bütün seçimlerde sağ partilerin, işveren örgütleri (Odalar Birliği ve esnaf teşekkülleri gibi) ile organik bağlantılarını kullanmaları bilinmeyen bir şey değildi. Ama bu kuruluşların hem "resmi kamu kurumu" niteliğinde olmaları, hem de geniş bir orta sınıfı temsil etmeleri sebebiyle bir toplumsal meşruiyet temeline sahip bulunmalarından dolayı, sınıfsal ve kültürel bir yakınlık içinde bulundukları sağ partilere seçimlerde destek vermeleri anlaşılır ve kabul edilebilir bir dayanışma ve destek ilişkisi olarak görülüyordu. Oysa bugün, sadece sağ partiler de (ANAP ve DYP) değil, sosyal demokrat iddialı partiler de (SHP ve DSP) söz konusu işveren kuruluşlarından, üstelik TÜSÎAD gibi üst sermaye grubunun baskı örgütünden destek alma arayışı içine girmişlerdir. Sırasıyla TÜSÎAD önüne çıkıp programlarının ne kadar "özelleştirmeci", "piyasacı", "rekabetçi" ve "batıcı" olduğunu anlatmaları ve onay arayışında bulunmaları, güç ve moral desteğin artık halkta değil, içerde ve dışardaki etkin kuruluşlarda aranması gerektiğini kabul etmeleri demekti. Bu gerçek, egemenliğin kaynağının "halk" olduğu ilkesine dayanan Batı demokrasilerinin çözümlenemeyen bir paradoksunu oluşturmaktadır. Ama bunun, Türkiye bağlamında bir iç psikolojik boyutu da vardır. Halk desteğiyle kurulan iktidarların her on yılda bir darbe ile devrilmeleri, adeta hem bu darbelere maruz kalanların, hem de hakimiyetin asıl sahibi(!) olan halkın bilinç altında daha güvenilir destek arayışlarına meşruiyet kazandırmıştır.

Aslında eski CHP'nin mirasına konmuş bulunan SHP'nin de, CHP'den kopan ama aynı kurucu kadrolara dayanan DP'nin mirasçısı DYP'nin de, "halk" dışında destek arayışlarına yabancı olmadıkları bilinmektedir. Görünen farklılık, SHP'nin dayandığı geleneksel güçler olan asker ve sivil bürokrasi ile anayasal kurumlara, aydınlara ve basına TÜSİAD'ın temsil ettiği özel sektör üst örgütlerini de katması; DYP'nin de, geleneksel müttefikleri olan işveren ve esnaf kuruluşları yanında basının, aydınların ve bürokrasinin desteğini kazanma arayışına girmesidir. Ecevit'in DSP'si ise, CHP'nin geleneksel dayanaklarını yitirdiği veya terkettiği, ama öteki güç odaklarına da yeterince güven vermediği için sistem içinde "garip" bir konuma itilmiş ve bunun karşılığını da çarpıcı bir biçimde yaşamıştır.

TÜSÎAD ve benzeri yerli kuruluşlar ile birlikte çeşitli çok uluslu ekonomik ve siyasi danışmanlık kuruluşlarının (ünlü Davos toplantılarını düzenleyen Dünya Ekonomik Forumu gibi) ve uluslararası ekonomik örgütlerin (IMF, Dünya Bankası, OECD vb.) ekonomik ve sosyal politikalar ve bu politikaları yürütecek kadrolar üzerindeki belirleyiciliği ise artık tartışılır olmaktan çıkıp tabii bir durum olarak görülmeye başlanmıştır. Sanırım ilk defa bu seçimlerde görülen daha tuhaf bir durum ise, ABD ve Avrupa kökenli danışmanların (!) icra-i faaliyette bulunmalarıydı. Demirel'in ABD'li esrarengiz danışmanının seçim kürsülerine kadar çıkabilmesi, ünlü bir Fransız reklamcının ANAP'ın reklam kampanyasını yürütmesi ve SHP'nin kökeni meçhul (muhtemelen Almanya kökenli) bir destekle oldukça pahalı bir özel TV yayınına girişebilmesi, bu tuhaf durumun çarpıcı örnekleridir.

Erken seçimin yukarıda anlatmaya çalıştığımız iki çarpıcı özelliği, yani sol ve sağdaki ikişer partinin temelde aynı ekonomik, sosyal ve kültürel politikaları savunmaları, daha doğrusu temeldeki aynılığı uygulama programlarında da somutlaştırmaları ve aynı güç odaklarından destek arayışlarını, daha önceki dönemlerin tersine, kamuoyuna açık olarak yürütmeleri, toplumda genel bir kabul ile karşılanmıştır. Bunun başlıca üç sebepten kaynaklandığı söylenebilir:

Birincisi, 80 sonrası uygulanan sosyo-ekonomik politikalar ile yoğun iletişim bombardımanının halktaki belli milli ve ahlaki duyarlıkları köreltmiş olmasıdır.

İkincisi, dünyada sosyalist kampın çöküşü ve liberalizmin yükselişinin üçüncü dünya ülkelerindeki radikal muhalefet hareketlerinin moralitesi üzerinde yaptığı olumsuz etkinin Türkiye'de de hissedilmesi ve uluslararası entegrasyon ile daha da güçlenen hakim güç odaklarının hareket alanının bu sayede daha da genişlemesidir.

Üçüncüsü ve belki de en önemlisi, İslami hareketlerin yükselişinden sonra iki süper gücün kontrolündeki mahalli demokratik-laik unsurların aralarındaki çatışmaları azaltma ve işbirliğine gitme eğilimine girmeleridir. Böylece, gerek felsefi olarak, gerekse uygulama düzeyinde gelişen bu yakınlaşma, dayanışma ve güç birliği eğiliminden sonra solun özellikle müslüman ülkelerde kurulu düzüne muhalefet boyutu iyice küçülmüş ve marjinal gruplarla sınırlı kalmıştır.

Aslında, yukarıda sıraladığımız sebeplerden dolayı bir çok müslüman ülkede olduğu gibi Türkiye'de de hakim güç odakları lehine oluşan psikolojik atmosferi İslami hareketin dünya sistemini ve onun yerel uzantılarını sorgulayıcı tavrı tersine çevirebilir(di). Ama Türkiye'deki İslami hareket, hem bu etkinliği sağlayacak ölçüde kitleselleşememesi, hem de kendi içinde fikri bir arınmaya ulaşamamış olması sebebiyle atmosferin güçlü kesimler lehine oluşmasını engelleyemedi; ya da tersi ifadeyle, zayıf ve muhtaç kitlelere bir kalkan olma fonksiyonunu ifa edemedi.

Seçimin sonucu, toplumdaki bu yeni oluşumlar ile uyumlu bir tablo ortaya çıkarmıştır. Yukarıda değindiğimiz ANAP imajının bütün yıpranmışlığına rağmen, seçimden önceki kadro değişikliğinin yarattığı "yenilenme" imajının etkisi, ANAP'ı beklenenden daha iyi bir sonuçla ikinci parti durumuna getirmiş (ya da düşürmüş); DYP ise, liderinin ve geçmişten gelen kadrolarının halkın zihninde güven tazelemesini yeterince başaramamaları sebebiyle, beklenenin tersine, tek başına iktidar olacak nisbeti yakalayamamıştır. Bu sonuç, her şeye rağmen 80 sonrası uygulanan politikaların toplumu istenen doğrultuda yönlendirdiğini ortaya koymuştur. Toplum, önüne konulan fırsatlar ve/veya hayaller aleminden vazgeçmek istemediğini; ama parlak bir gelecek vaadinin peşinde koşarken bugün yaşadığı realiteyi de unutmadığını ifade etmek istemiştir.

Bu sonuçlar, demokratik sistemde tercihlerin özgürce ifade edilebildiği masalının nasıl bir kaygan zemine oturduğunun bir kanıtıdır ve bu yönüyle, demokrasinin ve modernizmin felsefî düzeyde savunuculuğunu üst perdeden yapmaya devam eden laik aydınları fazlasıyla ilgilendirmektedir.

SHP'nin aldığı sonuç ise, bu toplumsal yönelişin ilginç bir başka cephesini yansıtmaktadır. İktidar olma iddiası ve hedefi ile seçime giren SHP, son yirmi yılda yapılan genel seçimlerin en düşük oy oranlarından birini alarak üçüncü parti konumuna düştü. Bu sonucu doğuran sebeplerden biri, 80 sonrası politikalarının SHP'nin geleneksel dayanaklarını hem beşeri düzeyde zayıflatması (geleneksel asker-sivil bürokrasinin güç yitirmesi) hem de ideolojik planda anlamsız hale getirmesidir (devlet ile özdeş kemalist seçkinci ideolojinin yerini pragmatik popülist bir ideolojiye terketmesi). Bu değişimin farkına varan Ecevit'in DSP'si, farklı bir söylem edinerek seçimlere girdiği halde, büyük ölçüde iletişim tekelleri ile karşılıklı bir güven ortamı oluşturamamasından, ama bir ölçüde söylemini ANAP ve DYP'den tam olarak farklılaştıramaması sebebiyle beklenen oy oranının gerisinde kaldı.

Görünen odur ki, SHP'nin kemalist-laik-seçkinci söylemi artık yerini DYP'nin daha popülist -ama yine kemalist-laik- söylemine terkederek siyaset sahnesinden silinecektir. Bu süreç içinde sosyal demokrat muhalefetin geleneksel tabanı zaman içinde DSP'de, ya da yeni bir oluşum bünyesinde toplanırken ırkçı ve mezhepçi kanatlan mevcut ya da oluşacak marjinal partilere kayacaktır. Bu süreç, toplumun aldığı yeni biçim ve yön ile tutarlı bir siyasal gelişme olacağı gibi sistemin iç ve dış odaklarının istekleriyle de uyum içinde bulunacaktır.

Esasen seçim sonrasında bu odaklarca pompalanan coşku havası içinde kurulan DYP-SHP koalisyonu da bu öngörünün ilk işaretlerinden biridir.

SHP'nin siyaset sahnesinden silinme sürecini hızlandıracak olan böyle bir koalisyona hevesle atılması, temelde, Cumhuriyet'in kuruluşundan bu tarafa rejimin asli iktidar odaklarından biri olma konumunu ve Öteki iktidar merkezleriyle (asker-sivil bürokrasi) olan organik bağlarını kaybettiğini görmesindendir. Bunu görmesi, doğal olarak, sistemin görünürdeki iktidar araçlarına sahip olmak suretiyle ayakta kalabileceğini ve iktidarın nimetlerinden yararlanabileceğini anlaması demektir. ANAP döneminin iktidar gücünü bir maddi kazanç kaynağı olarak değerlendirmesi de aynı güdülere sahip SHP kadrolarının, ne şekilde olursa olsun hükümet içinde bulunma isteklerini şiddetlendirmiştir. Bu faktör DYP için de aynen geçerlidir.

Bu koalisyon tercihinin başka önemli bir sebebi de, seçim sonrası oluşan siyasi tablo içinde aynı kabulü görebilecek başka bir alternatifin bulunmamasıdır. Gerçekten ANAP'ın taze güç olarak bir sonraki döneme hazırlanması için hükümetten bir süre uzak kalması gerekiyordu. Geriye kalan tek kombinezon olan DYP-RP koalisyonu ise, RP'nin kadroları ve tabanı ile gösterdiği yeni kimlik sebebiyle gerçekleşmesi arzu edilmeyen bir seçenekti.

Refah, İttifak ve Ötesi

Seçimin en çok tartışılan gelişmelerinden biri de, Refah Partisi'nin yapısı ve bu parti etrafından meydana gelen oluşumlardı.

RP, MSP'nin hem fikriyat hem de kadro olarak devamı olmasına rağmen MSP'nin sistem içinde sahip olduğu meşruiyet derecesinden biraz uzakta kaldı. Bu derece kaybı, hem RP'nin kendi içindeki yenilenmenin, hem de müslüman kamuoyundaki genel değişmenin sistem içinde yol açtığı tedirginlikten kaynaklanıyordu. RP'nin iç yenilenmesi, programındaki (daha doğrusu kullandığı sloganlardaki) ve kadrolarındaki "ağır sanayi" ve "manevî kalkınma hamlesi" sloganlarında ifadesini bulan anlamsız ve içeriksiz tezlerden, ne olduğu yine çok fazla belli olmayan, ama en azından yeni bir toplum projesinin ana kabullerini içerdiği izlenimi veren "adil düzen" sloganına geçişte somutlaştı. Aslında, gerek kaynaklandığı ekolün (İzmir-Akevler çevresi) geleneksel fikri tutumu ve gerekse bizzat bu programa yüklenen anlam itibariyle "laik" ve "demokratik" tezlerden tam bir kopuşu yansıt(a)mayan "adil düzen" sloganından çok, partinin emperyalizm ve siyonizmi mahkum eden ve ABD ile İsrail'in Orta Doğu'daki hegemonyalarına karşı çıkan söylemi sistem için daha rahatsız ediciydi. Bu radikal söylem de, Parti'nin asıl tabanındaki ve kadrolarındaki bilinçlenmenin bir zorlaması olarak ortaya çıkmıştı. Son on yılda dünyada ve Türkiye'de gelişen İslami uyanışın bir yansıması olan bu bilinçlenme, Parti'yi, en azından "ağır sanayi hamlesi" gibi ayakları havada tezleri bırakarak öncelikle temel insan ve toplum projesinin temel kabullerini geliştirmeye ve aynı zamanda kendini milliyetçi-muhafazakar söylemden farklılaştırmaya zorlamıştı.

İşte seçim öncesinde böyle "yenilenmiş" bir kimlik arzeden RP, görünürdeki siyaset gündemine bu kimliğinden çok MÇP ve IDP ile gerçekleştirdiği ittifak ile girdi.

İttifak'ın MÇP ve IDP açısından anlamı açıktı. Her iki parti, ancak bu ittifak sayesinde meclise girebilirlerdi. Ama RP açısından böyle bir girişimin anlamı çok tartışmalıydı. Parti yönetimi, uzun süren bir tereddüt döneminden sonra, görünürde yüksek oranlı ülke barajını ve bölge barajlarını geçmeyi garanti etmek için bu ittifaka evet demişti. Bir de, ANAP ve DYP'den dışlanan milliyetçi-muhafazakar güçlerin tek çatı altında birlikteliğini sağlama telkinleri rol oynamıştı. Aslında, ittifakın öteki iki partisi, RP yerine ANAP ve DYP ile de rahatlıkla böyle bir işbirliğine girebilirlerdi. Belki sivrilikleri dolayısıyla liderlerine adaylık verilmeyebilirdi, ama kadrolarının bir kısmına listelerde belli kontenjanlar tanınabilirdi. Zaten oy potansiyellerinin yüksek olduğu bölgelerde her iki büyük partinin listelerinden MÇP ile gönül bağı olan adaylara yer verilmişti ve ANAP'ın yönetici kadrosu içinde de aynı fikriyata mensup kişiler bulunmaktaydı. O halde, bu yolun denenmesi yerine RP ile işbirliğine gidilmesinin sebebi neydi? Kanaatimizce, iki büyük merkez sağ parti içinde bu partilerin, özellikle MÇP'nin doktriner kimliği aşınma tehlikesi ile karşılaşacaktı. Sonuçta sisteme tam eklemlenme demek olan böyle bir gelişme aslında her iki tarafın da işine gelmez değildi, ama İslami bazı renkler taşıyan doktriner bir milliyetçiliğin de her zaman yaşaması gerekiyordu. Bu kimliğin aşınması ile sonuçlanabilecek olan herhangi bir girişim, tercihe şayan olamazdı. Ayrıca, seçimler sırasında özellikle MÇP'nin teşkilatı ve bilinçli seçmenleri arasında da bazı tepkiler doğabilirdi. ANAP'ın ve DYP'nin politikalarına geleneksel olarak muhalif bulunan MÇP tabanının bir kısmı, böyle bir durumda Refah'a kayabilirdi. Bu nedenle, her iki partinin ANAP'ın modernleşmeye ağırlık veren politikalarına ortak muhalefetleri vurgulanmak suretiyle oluşturulacak bir zeminde yapacakları işbirliği, hem MÇP'nin doktriner kimliğini muhafaza etmesine imkan verecekti, hem de tabanının seçiminden sonra yeniden kendi partisine dönmesini sağlamış olacaktı.

RP açısından bakıldığında ise konunun iki boyutu vardı. Birincisi, zaten sistemin etkin güçlerince dışlanılan bir konumda bu ittifakın gerçekleşmesini ısrarla isteyen milliyetçi-muhafazakar çevreler ile bir çatışmayı göze almak partinin meşruiyetini ve kitlesel bağlarını büsbütün zedeleyebilirdi. En azından 80 öncesi Milliyetçi Cephe koalisyonları dönemindeki konumunu yeniden elde etmek ve radikal bir söylem edinmenin muhafazakar çevrelerde yol açtığı kuşkuları bir ölçüde dağıtmak isteği, RP yönetiminin bu girişime olumlu cevap vermesine yol açtı.

Sistem açısından daha kritik bir durum arzeden ikinci boyut ise, "Kürt sorunu"dur. RP, son yıllarda toplumdaki daha somut insani sorunlarla ilgilenme eğilimine paralel olarak Güneydoğu ve Doğu'daki Kürt halkı ile sıcak bir ilişki kurmayı başarmış ve evrensel güç merkezlerinin şeytani emellerine alet etmek istedikleri Kürt sorununu İslami kardeşlik zeminine taşımaya çalışarak hem bu insanların yeni bir ufuk kazanmalarına, hem de halkın bölgede kurulan tuzaklara karşı bir bilinç sahibi olmasına katkıda bulunmuştu. Hegemonyacı güçlerin burada yapmak istedikleri, sorunun ırk boyutunu öne çıkarmak ve kendilerine yönelik bölgedeki herhangi bir diklenmeye karşı kullanabilecekleri bir güç odağı oluşturmaktı. Bunun için de İslami bir bilinçlenmeyi besleyecek her türlü faktörün etkisizleştirilmesi gerekiyordu, ittifakın RP'nin Güneydoğu'daki oy potansiyeli ve imajı üzerinde yaptığı olumsuz etki, bu amaca katkıda bulunmuştur. İttifakın bu amaçla tezgahlandığını söylemek belki zordur, ama sonucundan giderek bakıldığında bu amacın gerçekleştiğini görmemek de mümkün değildir.

Böyle bir zeminde kurulan ittifak, 80 sonrasında hakim dünya sistemine entegrasyonu amaçlayan politikaların geleneksel ahlaki değerlerde meydana getirdiği sarsıntılardan muzdarip olan kitle tarafından genel bir kabul ve destek ile karşılandı. Ama, Refah'ın kendi özel kimliğini geliştirmeyi ve bu geleneksel değerlerdeki yozlaşmanın bir iktidar sorunu değil, bir sistem ve temel dünya görüşü sorunu olduğunu vurgulamayı hedefleyen kadroları, ittifaka şiddetli bir tepki gösterdiler. Çünkü ittifak, Refah'ın sistem karşıtı kimliğini aşındıracak ve onu geleneksel bir sağ parti konumuna düşürecekti (yahut o konumdan kurtulma çabalarını sekteye uğratacaktı). Bu gerekçelere dayanan (ya da dayanması gereken) tepkiler, hem iletişim tekellerinin saptırmaları, hem de partinin özellikle Güneydoğu kökenli kadrolarının duygusal tavırları nedeniyle, daha çok bir "Kürt-Türk çatışması" biçiminde yansıtıldı. Oysa ittifaka böyle bir ırk sorunsalı içinde yaklaşmak, başka bir deyişle, tepkileri "Kürt-Türk çatışması" terimleriyle ifade etmeye çalışmak, hakim dünya sisteminin empoze ettiği gündeme mahkum olmak demekti. Güneydoğuda sistemin evrensel ve mahalli güçlerinin kim bilir kaçıncı seferdir ortaklaşa tezgahladıkları bir komplonun kurbanı durumunda bulunan Kürt insanının önüne İslam'ın evrensel mesajının dışında bir kurtuluş reçetesi koyan her hareketin aynı ölçüde batıl olduğu unutulmamalıdır. Yukarıda ifade etmeye çalıştığımız gibi, ittifak üzerindeki tartışmaların ortaya koyduğu genel havanın Güneydoğu'daki sorunun 'ulusal' bir kimlikle sunulmasına hizmet etmesi, esasen müslümanların bu konudaki endişelerini haklı çıkarmıştır. İttifakın bu olumsuzluğunun vurgulanması müslümanlar için daha önemlidir.

Seçim sonucu ve sonraki gelişmeler, ittifakın MÇP kanadının isteğine kavuştuğunu, ama Refah'ın ittifak ile amaçladığı hedefe ulaşamadığını göstermiştir. MÇP, parlamentoda neredeyse grup kurabilecek kadar bir milletvekili adedine ulaşmış ve misyonunu daha güçlü bir şekilde sürdürme fırsatını yakaladıktan sonra ittifakı sona erdirmiştir. RP ise, seçim sonrası koalisyon tartışmalarında, aleyhinde yürütülen etkili bir kampanya sonucunda koalisyon ortağı olma ihtimalinden de uzaklaşmış, böylece sistem nezdinde bir meşruiyet kazanamadığını görmüştür. Kürt sorunu ise, kazanması muhtemel İslami boyutunu uzun vadede zedeleyecek gelişmeler sonucunda, Batı güdümündeki kadrolar elinde ivme kazanarak Türkiye'nin ve bölgenin 90'lardaki birinci gündem maddesini oluşturma konumuna oturmuştur.

 

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR