1. YAZARLAR

  2. Rıdvan Kaya

  3. Bir Bütünün Parçaları: Baskı, Zulüm ve Yolsuzluk

Bir Bütünün Parçaları: Baskı, Zulüm ve Yolsuzluk

Kasım 2000A+A-

Batılı bir gazete adına Türkiye'de görev yapan bir muhabir Türkiye'deki işinin sona erecek olmasına üzüldüğünü çünkü bu kadar çok olay ve hızlı gündem değişiminin yaşandığı bir ülkede gazetecilik yapmanın gayet kolay ve zevkli bir uğraş olduğunu söylüyordu. Gerçekten de Türkiye adeta bir olaylar, 'şok' gelişmeler cenneti. Ortalık ardı ardına patlayan 'bomba gibi haberler'den geçilmiyor. Ama bir nevi tahrip gücü olmayan ses bombaları gibi, hepsi kısa ömürlü etkisiz haberler, bunlar. Anında tüketilip, geçiliyor. Dünyanın başka ülkelerinde aylarca gündem oluşturabilecek, büyük tartışma ve sarsıntılara yol açabilecek olaylar Türkiye'de bir hafta, bazen bir kaç gün içinde yaşanıp ardından da unutulmaya terk edilebiliyor.

Hiçbir konunun sahiciliği yok adeta. Devir daim makinası gibi geliyor ve gidiyor. Çeşitli vesilelere bağlı olarak ifade edilen "bu kez tamam", "bir daha aynısı yaşanmaz", "mutlaka bu son olacaktır" türünden temennilerin ise pratikte hiçbir geçerliliği olmayan temelsiz temenniler olmaktan öte bir anlam taşımadığı sayısız tecrübeyle sabit. Bu söyleneni kavramak için sadece geçtiğimiz ay öne çıkan bir kaç konuyu hatırlamak yeter.

Çürümüş Sistemin Gündelik Yansımaları

Örneğin yolsuzluklar konusu: Hiçbir orijinalliği olmayan, sayısız kereler tekrarlanmış ve bundan sonra da tekrarlanmaya devam edecek bir T.C. klasiği. Siyasal konjonktür kayması sonucunda korumasız kalmış bir kaç haraminin üzerine gidilmesini sorunun halli olarak pazarlama çabalarına karşın sistemin boğazına kadar yolsuzluk batağına gömülmüş olduğu gerçeği orta yerde durmakta.

Örneğin en son Uşak vahşetiyle tekrar gündeme gelen cezaevleri yarası: Sorunun temelinde yatan toplumsal zemini tedavi etmek şöyle dursun, her geçen gün daha derinleştirerek kangrene dönüştüren bir devletin yargısıyla, infaz sistemiyle, çürümüş personeliyle iflasının ilanı. Üstelik aylar yıllar boyu gündemde tutulan bir de af tartışması var ki, buna da ancak tüy dikmek denilebilir.

Ya Genelkurmay'ın Nazlı Ilıcak'ın gündeme taşıdığı belgelere dair açıklamasına ne buyrulur? Söz konusu yazı karargah içi çalışmalarda kullanılan türden bir yazı imiş, uygulamaya konulmamış imiş! Açıkça Şemdin Sakık'ın ifadeleri üzerinden yazıları veya faaliyetleri ile zararlı bulunan birtakım şahısları kamuoyunda yıpratmayı hedefleyen planın varlığı kabul ediliyor. Hukuk dışılığın, komploculuğun alenen üstlenilmesi anlamına gelen bu açıklamayı acaba nasıl algılamak gerekir? Moda tabiriyle 'şeffaflaşıyoruz' iyimserliği ile mi, yoksa darbeciliğin pervasızlığı anlamında tehlikenin büyüklüğünün bir işareti olarak mı?

Bu haberler bu yazının yazıldığı günlerde öne çıkan konulardı. Tümü de temelde yatan çarpıklıkların, çirkinliklerin uzantıları, işaretleri. Ama tez zamanda miadlarını dolduracaklarına da kuşku yok. Muhtemelen bu yazının okunduğu tarihte çoktan gündemden çekilmiş konular haline dönüşecekler. Zaten şöyle bir hafızalar yoklandığında önceki haftalarda, önceki aylarda çok ciddi tartışmalara, gündemlere konu olduğu düşünülen gelişmelerin bugünkü akibetlerini görmek zor olmayacaktır. İsimler, olaylar sürekli değişmekte ama sisteme ruhunu veren çarpıklıklar aynen kalıcılığını sürdürmekte.

Sistemin işleyiş mantığı düşünüldüğünde bundan sonrasının da farklı olmayacağı açıktır. Murat Demirel, Dinç Bilgin veya Egebank, Etibank adları yerine muhtemelen başka isimler öne çıkacaktır. Belki Uşak Cezaevi bir süre yatışacak ama cezaevlerinde yaşanan insanlık dışı olaylar kesilmeyecektir. Silahlı bürokrasi fiili darbe ortamından kaynaklanan gücünü ve iktidar hırsını Sakık üzerinden değil elbette, ama türlü vesilelerle pratiğe dökmeyi sürdürecektir.  Bunu anlamak için kahin olmaya gerek yok, sistemi tanımak yeter. Olan biteni yerli yerine oturtmak için sistemin üzerine kurulu olduğu temeli kavramak ve o temelde nasıl bir işleyiş sürdürdüğüne dikkat etmek gerekli sadece.

Sistem temelde silahlı bürokrasinin etki ve muhafazasında baskıcı bir diktatörlük şeklinde örgütlenmiş. İdeolojik yaklaşımı itibariyle bütün doğruları bilen ve bu doğrularını cahil, irticai ve ayrılıkçı potansiyel taşıyan halka gerekirse zor ve şiddetle taşımaya kararlı bir seçkin zümre kendini ülkenin gerçek sahibi konumunda görmekte. Ülkenin biricik sahipleri konumundaki asker ve sivillerden oluşan bu sınıf doğal olarak meşruiyetini de halktan değil, kurucu ideolojiyi temsil etme ve yaşatma misyonundan almakta. Dolayısıyla siyaseti de, eğitimi de, sporu da, ekonomiyi de kısacası her alanı sonuna kadar belirleme yetkisini kendinde görüyor.

Halkın Değerinin Olmadığı Bir Sistemde Çalma Çırpmanın Haddi Hesabı mı Olur?

Halksız, adaletsiz, insafsız bir sistem bu. Tepede işlerin ülkenin gerçek sahiplerince yürütüldüğü ve sıradan halkın olan bitene vakıf olmasının söz konusu olmadığı bir sistemde yolsuzlukların, hırsızlıkların eksik olması düşünülemez. Sistemin özünde yağma düzeni mevcut. İş Bankası'nın kuruluşundan bugüne uzanan çizgide bankacılık adına hep aynı işleyiş hükmünü sürdürmekte. Kapalı ve dar bir çevrede avanta dağıtma müessesesi kısacası. İsimleri değişse de, bankacılık faaliyeti bu ülkede hep resmi ideolojiyi temsil ve geliştirme vazifesinin sahibi küçük bir çevreye kamu varlıklarını peşkeş çekmenin kılıfı olmuş.

Talan dün devlet eliyle müteşebbis yaratma politikası adı altında sürdürülmekteydi, bugün biraz daha çağdaşlaştırılmak suretiyle özelleştirme adı altında icra edilmekte. 1920'lerde 'devlet müteahhitleri'nin işlevi neyse bugün de aynen sürmekte. Krediler, teşvikler, ihaleler hep aynı yağma ve talan düzeninin enstrümanları. Sözler değişse de, müzik hep aynı o bildiğimiz müzik!

Bu sistemin özüne ait yapısal bir durum. Dolayısıyla aşırı tamah yüzünden veya siyasi ortamda meydana gelen rekabetten dolayı bir kaç kişinin yakayı ele vermesiyle ve bir kaç olayın açığa çıkmasıyla sistemin temizlenmesi mümkün olamaz. Neymiş? Bağırsaklar temizleniyormuş. Bu vücut her an yeni pislikler üretmeye hazır olduktan sonra, bu temizliğin ömrünü tahmin etmek zor değil.

Halkın şu kadar parasının iç edildiği, banka soygununa aktarılan paralarla bir sürü işlerin yapılabileceği, halkın ihtiyaçlarının giderilebileceği türünden yakınmaları sürekli okuyor ve dinliyoruz. Ortada telaffuzu ve tahayyülü zor rakamlar uçuşuyor. Milyonlarca insanın sıkıntılara zorluklara sokulmasıyla, en temel sosyal harcamaların kısılmasıyla toplanan rakamlar bir yanda, bir çırpıda bir kaç haramiye 'kaptırıldığına' inanmamız istenen rakamlar diğer yanda. Ortada vicdan sahibi her insanı yaralayan açık bir çelişki var. Fakat sistemin efendileri nezdinde tüm bunların hiçbir değeri ve anlamı yok. Aslında onların gözünde insanın değeri yok.

Nitekim bunu her gün yaşanan sayısız olayda en çirkin, en acımasız halleriyle görüyoruz. Cezaevlerinde insanların ölümü istatistik bilgi olmaktan öte bir anlam taşımıyor adeta. Aslında cezaevleri bütünün bir parçası sadece. Trafik kazalarında, iş kazalarında, adına kaza denilen bir dizi örtülü cinayette karşılaşılan da aynı şey. Hastane koridorlarında ilgisizlikten ölüme terk edilen insanlar da özünde aynı acımasızlığın yansımaları.

Devlet cezaevlerine tıktığı insanların vahşice öldürülmelerine seyirci. Aslında çoğu zaman seyirci de değil, düpedüz fail. Cezaevlerinde her türlü hak talebini isyan şeklinde yaftalayarak operasyon adı altında muhalif temizliğine girişen devlet en son Uşak örneğinde olduğu üzere kimi zaman da güvenliğini sağlamakla yükümlü olduğu insanların çetelerce katledilmeleri karşısında gayet rahat. Ne sorumluluk, ne utanma, ne üzüntü. Sanki devlet cezaevine düşmekle insanların öldürülmeyi hakettikleri varsayımından hareket ediyor.

Egemenler halk çoğunluğuna, sıradan insanlara değer vermiyorlar, hiçbir sorumluluk duygusu taşımıyorlar. Hele sorunlu gördükleri insanlara karşı ise bizatihi zararlı unsurlar olarak görüp ezerek, sindirerek bunlardan kurtulma hesabı yapıyorlar adeta. Nitekim bu yaklaşımın somut bir örneğini yaygın bir devlet terörüne dönüşen başörtüsü yasağı uygulamasında açıkça görmek mümkün.

Her gün yeni alanlara teşmil edilerek sürdürülen başörtüsü zulmü ülkeyi açık bir cezaevi olmaktan da öte, adeta bir tımarhaneye çevirmiş durumda. Bir taraftan başörtülü oldukları için binlerce, onbinlerce öğrencinin eğitim görmesini engelleyenler, diğer taraftan gayet pişkince halka Diyanet aracılığıyla kızların okutulmasının önemi hakkında vaazlar verdirtebiliyorlar. Tutarsızlık ve zulüm elele. Halk bunaldıkça bunalmakta, çıkış görememenin verdiği bir çaresizlik duygusu içinde gelecekten ümidini yitirmiş halde.  Ama egemenler için sorun yok. Onlar kan ve gözyaşıyla besleniyorlar, zulüm onların gıdası. Oniki-onüç yaşlarında kız çocuklarının okul kapılarında gözyaşlarına boğulmaları bunlara sadistçe bir zevk tattırıyor olmalı. Ve bu yüzden dur durak bilmeksizin zulümlerini sürdürüyorlar.

Korkunun Krallığını Yaşatma Zorunluluğu Baskı Aygıtının Konumunu Netleştiriyor!

Aslında tüm bu zalimliğin temelinde korku yatıyor. Tüm baskıcı, zorba yönetimlerin, diktaların bünyesine sinmiş bulunan o malum gelecek korkusu. Oligarşik sistem kendini hiç bir zaman güvende hissetmiyor. Sürekli koruma ve kollama refleksi ile hareket ediyor. Hiç durmadan iç düşman üretiyor ve bunun tabi neticesi olarak bu düşmanlara karşı savaş veriyor. Hakim mantık savaş mantığı olunca da işleyiş bir türlü normalleşemiyor, daha doğrusu teyakkuz hali olağanlaşıyor.

Silahlı bürokrasinin konumunun pek çok üçüncü dünya diktatörlüklerinde olduğu üzere sisteme tepeden vaziyet etmesi bu yüzden kaçınılmaz bir durum. Gerek yasal düzenlemelerle, gerekse de örfleşmiş uygulama ve algılamalarla silahlı bürokrasinin sistemin asıl belirleyeni ve icracısı olma pozisyonuna oturması kanıksanmış halde. Meclis, siyasi partiler, medya, sivil toplum kuruluşları, daha bir dizi kurum ve kuruluş mevcut ve tümü faaliyetlerini sürdürmekte, fakat hepsi nihayette bir düdüklük ömürlerinin olduğunun farkındalar. Sanki ne bu seferberliğin bitmeye, ne de bu zorunlu askerlerin terhis olmaya niyeti yok gibi! Gerek resmi gerek sivil tüm kurumlar adeta ortak bir amentü imişçesine, silahlı bürokrasiyi rahatsız edebilecek hiç bir adım atmama konusunda inanılmaz bir mutabakat ve kararlılık içinde.

Herkes yolsuzlukları, banka soygunlarını tartışıyor, ama bu kirliliklerin başlıca aktörleri olan holdinglerin, şirketlerin, bankaların bir nevi emekli paşaların istihdam merkezlerine dönüştüğüne hiç değinilmiyor. Ömürleri hiyerarşik bir mekanizma içinde geçmiş bu insanların hangi üstün beceri ve finans bilgileri yüzünden banka yönetim kurullarında görevlendirildikleri ve yüksek maaşlara bağlandıkları ne hikmetse medyanın merakını bir türlü celp etmiyor.

Cezaevlerinde yaşanan usulsüzlükler, illegal yollardan giren silahlar, uyuşturucu ve diğer malzemelerden dolayı cezaevi idarecileri, gardiyanlar, hatta savcılar suçlanabiliyor ama asıl cezaevi güvenliğini sağlamakla görevli olanlar hakkında kimse ağzını bile açmıyor. Gardiyanların ve yöneticilerin üzerlerinin aranması konusunda bir sürü spekülasyonlar üretenler, üzerlerinin aranmadığı kesin olan subaylar hakkında en küçük bir soru bile soramıyorlar.

Ekonomik program, istikrar tedbirleri ve benzeri mazeretlerle kamu harcamalarının sürekli kısıtlandığı bir ülkenin öte yandan devasa askeri harcamaları yüzünden silah üreticisi ülkeler nezdinde yağlı bir müşteri konumu taşıması hiç rahatsızlık uyandırmıyor. Kaldı ki tamamen 'iç tehdit' üzerine odaklanmış, neredeyse tüm mesaisini okullarda ve devlet dairelerinde başörtülüleri takibe, muhalif kesimlerden insanları, yazarları, partileri izlemeye koyulmuş bir askeri güç söz konusu. Bu durumda silahlara, ileri teknoloji ürünü araç gereçe bunca para vermenin anlamsızlığı daha da sırıtıyor.

Susurluk Düzenini Taçlandıran Belgeler: 'Andıç'

'Andıç olayı', aynen Susurluk gibi sorgusuz sualsiz işleyen bu çarkın uğradığı nadir kazalardan biri, bu yüzden de çok önemli. Sadece 28 Şubat'la zirveye çıkan, emir komuta ile devleti ve toplumu yönetme anlayışını ortaya koymakla kalmıyor, ayrıca bu kışla düzeninin komplocu yüzünü de ifşa ediyor. Bu tarz durumlarda çoğu kez yapıldığı üzere sessiz kalarak geçiştirilmeyip, ifşaatın kabullenilmesi, üstüne üstelik bir de konuyu gündeme taşıyanların suçlanması ise düpedüz 'var mı bi diyeceğin!' kabadayılığı. Bu pervasızlık, bu hesap vermezlik ülkenin çivisinin çıktığının bir göstergesi aynı zamanda.

Meclisi talimatla yasa çıkaran, gazetesi, televizyonu talimatla haber yapan, yargısı brifinglendirilmiş, sivil toplum kuruluşları emredilen vazifeleri yerine getirmek için hazır kıta bekleyen bir ülkenin olağan manzarası bu. Çıkar ve korku belirleyici iki unsur. Kimileri nasiplendikleri yağma düzeninin nimetlerinden yararlanmayı sürdürmek için konuşuyor; kimileri hiçbir kurala, denetime tabi olmayan baskı ve şiddet aygıtının terörüne muhatap olmamak için susuyor.

En tutarlı ve dürüst geçinenleri bile hesaplaşmayı bugün artık emekli olmuş Çevik Bir'le yapmayı tercih etmekte. Çevik Bir'in adına faaliyet yürüttüğü kurumu atlayıveriyor. Çevik Bir'in icraatını aklayan, sahiplenen ve savunan Genelkurmay'ı sorgulamayı göze alabilenler neredeyse istisna. Hiçbir inandırıcılığının olmadığı biliniyor olsa da eleştiriler bile ancak 'biz aslında ordumuzu çok severiz, saygımız sonsuzdur' türünden tepki savuşturma kalıplarına sarılarak dile getirilebiliyor. Ve herkesin birbirine rol yaptığı bir tiyatro sahnesini andırın bu oyun düzeni de bu tür yalanlarla sürüp gidiyor. Daha ne zamana kadar sürecek? İzleyiciler bu berbat ve aşağılayıcı oyunu izlemekten usanana, egemenlerin yok etmek istedikleri kimlik ve onurlarına sahip çıkana dek!

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR