1. YAZARLAR

  2. Mustafa Siel

  3. Ben Merkezli Dünyalar

Ben Merkezli Dünyalar

Kasım 2014A+A-

Aynı Dünyada mı Yaşıyoruz?

Tüm insanlar maddi anlamda aynı dünyada yaşıyor. Ancak manevi (soyut) anlamda her bir insanın dünyası farklı, kendine özel ve genelde ben merkezli. İstisnalar hariç genelde her bir insan kendini dünyanın (hayatın) merkezinde görerek yaşıyor, çoğunlukla bu durumun farkında bile olmayarak. İnsanlar bir putun, bir dinin, bir liderin, bir ulu önderin, bir ideolojinin merkezi etrafında yaşadıklarını sansalar da aslında merkezde olan benleri. O din, lider ve ideolojiler, ben merkezli dünyalarının etrafında küçük ya da büyük birer figür sadece.

Bir filmi misal verecek olursak, görünüşte film, başrol oyuncuları etrafında dönüyor, filmin merkezinde onlar, diğer oyuncular onların etrafında yer alıyor. Daha derin baktığımızda ise aslında her bir oyuncunun kendini filmin merkezinde hissettiğini görebiliriz. Her ne kadar figüranlar başrol oyuncularının etrafında gözükse de o figüran kendini merkezde ve başrol oyuncusunu kendi etrafında görüyor.

Günlük hayatta bu durumu çok daha açık görebiliriz. Kendimizi ve çevremizdeki insanları dikkatli gözlemlediğimizde, neredeyse her bir insanın kendisini hayatın merkezinde gördüğünü anlayabiliriz. Bu durum sadece mal mülk, güzellik, boy pos gibi özelliklere sahip olanlar için değil, bunlardan mahrum olanlar için bile geçerli. Yani kendilerini dünyanın merkezinde görenler insanlarca beğenilen özelliklere ve varlıklara sahip olanlar değil sadece.

Bunlardan mahrum olanlar da bu mahrumiyetleriyle kendilerini merkezde görüyorlar. Çarpıcı bir misal verelim. Çoğu insan için Çingenler, kişilikleri ve yaşam tarzları nedeniyle, insan bile saymakta zorlandıkları kişilerdir. Ama muhtemelen, Çingenler de kendi sahip oldukları yaşam tarzıyla, kendilerinden olmayanlara karşı benzer duygular beslemektedirler.

Ben Merkezlilik Kader Değildir

Özellikle çocukluk ve gençlik çağlarında daha belirgin ben merkezlilik. Bebeklik ve çocukluktan aklı ermeye, eğriyi doğrudan ayırmaya başladığı yaşına kadar, insan ana–baba merkezli bir dünyada yaşıyor ki; o yaşlarda bir sapma değil, tabi/fıtri bir durumdur bu. Bu çağlarda Kur’ani tevhid bilinci kazandırılmaya çalışılsa çocuğa belki de fıtri olan ana–baba merkezli dünyadan, fıtri olan Allah merkezli dünyaya geçiş yapacak ve ömrünün sonuna kadar bu halde yaşayacak. Tıpkı İsmail, İshak, Meryem, Yahya, İsa (Salat ve selam hepsinin üzerine olsun) misallerinde olduğu gibi. Nitekim Araf Suresi 172-173 ile Rum Suresi 30-31. ayetlerde bu fıtrata işaret edilmiştir.

Ama maalesef genelde böyle olmuyor ve çocuk, fıtri ana–baba merkezli dünyadan, aklı ermeye başlamasından itibaren, şeytani ben merkezli bir dünyaya geçiş yapıyor. Bu ben merkezlilik çocuk yaşlarda genelde masal ve hayal âlemiyle ve oyunlarda öncülük yapılarak tatmin edilmeye çalışılırken; gençlik çağlarında delikanlılık, spor, çete, aşk meşk ayaklarıyla tatmin edilmeye çalışılıyor. İleriki yaşlarda ise okul, iş, evlilik, mevkiler, ideolojiler, siyaset gibi şeylerle tatmin edilmeye çalışılıyor.

Ahkaf Suresi 15. ayette işaret edildiği gibi, kırklı olgun yaşlara gelindiğinde ise dünyanın kendi merkezinde dönmediğini idrak etmeye başlıyor insanların bir kısmı ve bunun getirdiği hayal kırıklığı ve depresyonla boğuşmaya başlıyorlar. Gittikçe hayatın anlamsızlığı duygusu yerleşiyor insanda ve yaşayan bir ölüye dönüşmeye başlıyor insanların çoğu. Bazı insanlarda ben merkezliliği gerçekleştirme çabası ölünceye kadar hırsla devam ediyorken, bazıları çok erken yaşlarda pes edip, küsüyorlar hayata.

Ben Merkezliliğin Temeli, Nefsin Hevasının İlahlaştırılmasıdır

Bu sosyo–psikolojik realite, insanın hayatının merkezine bir varlığı ve hedefi yerleştirmeden yaşayamayacağını da işaret ediyor aslında. Fıtratla tam uyuşan, şirk koşmadan Allah’a ve ahiret gününe iman, bu gerçeğin bir yansıması aynı zamanda. Zaten ilah (tanrı) teriminin en temel anlamını, kişinin hayatının ve benliğinin merkezine yerleştirdiği, kendini onunla var ve anlamlı hissettiği, kendini ve hayatını ona göre anlamlandırıp şekillendirdiği şey-varlık olarak tanımlayabiliriz.

Zariyat Suresi 56. ayette de açıklandığı üzere, insan kulluk için yaratılmış olup, kulluk ise yukarıda bahsettiğimiz şekilde bir şeyi–varlığı ilah edinmekle söz konusu olur. İnsan, yaratılışı gereği mutlaka bir varlığı ilah edinmek, yani hayatının ve benliğinin merkezine yerleştirmek durumunda. İnsan kulluk için yaratıldığından, hayatının her çağında mutlaka bir şeyleri ilah edinmek durumunda.

İlah edinilen bu varlık da Furkan Suresi 42’den 44’e kadar olan ayetler ile Casiye Suresi 22’den 24’e kadar olan ayetlerde açıklandığı üzere, çoğunlukla kişinin (nefsin) hevasını ilahlaştırması şeklinde kendi benliği oluyor ve bu durum kişinin kendisine ben merkezli bir dünya kurmasına yol açıyor. Ayetlerden de anlaşılacağı üzere, kişinin kendisini (nefsinin hevasını) ilahlaştırması (ben merkezli dünya), başka varlıkları (put, mevki, makam vs) ilahlaştırma olarak tezahür ediyor ve kendi benliğini ilah edindiği ise genelde gizli kalıyor.

Burada nefsin hevasının ilahlaştırılmasından kasıt, kişinin hakkı bile bile nefsinin hakka aykırı arzularına teslim olup uyarak heva merkezli ve dünya hayatı hedefli bir hayat yaşaması anlamındadır. Yoksa kişi kendi nefsini açıktan ilah edinemez. Bu nedenle kendince kutsal saydığı bir şeyleri ilah edinerek, nefsinin hevasına tabi olarak oluşturduğu ben merkezli dünyasını gizler.

Ben Merkezli ve Dünya Hedefli Dünyadan Allah Merkezli ve Ahiret Hedefli Dünyaya

Oysa nasıl ki, kâinatın merkezinde (mecazen) Allah varsa, insan hayatının merkezinde de (mecazen) Allah olmalıdır. Enam Suresi 79. ayette açıklandığı üzere insan, varlığın ve varlığının anlamının ancak Allah ile mümkün olduğunu görerek, bütün benliğiyle Allah’ı hayatının merkezine alıp O’na yönelmeli; Enam Suresi 162-163. ayetlerde açıklandığı üzere de her anıyla Allah’ın rızasını kazanarak ahiret kurtuluşunu hedefleyen bir hayat kurmalı kendine. Bu durum bir tercih meselesi değil, kâinatın ve insan varlığının, imtihanın, tevhid ve ahirete imanın mutlak bir gereğidir.

Ben merkezli dünyanın zararı sadece uhrevi olmayıp, sadece ahiret kurtuluşunu kaybettirmez kişiye. Ben merkezli dünya öyle dar bir dünyadır ki, ben’e bile dar gelir çoğu zaman. Yani dünyayı dar eder sahibine ve dolaylı olarak ilişkide olduğu insanlara. Allah merkezli dünya ise öyle geniş bir dünyadır ki, kişiyi daha dünyada iken bir cennet genişliğine kavuşturmakla kalmaz, yaşamış ve yaşayacak tüm insanlara yer vardır o dünyada.

Allah merkezli ve ahiret hedefli bir hayat yaşamayan, ben merkezli ve dünya hedefli bir hayat yaşıyordur kaçınılmaz olarak. Velev ki hayatının merkezinde put, kadın, para, mevki, lider, ideoloji oluğunu sansa ve iddia etse bile. Kendimizi en tevhidî Müslümanlar olarak vasıflandırsak bile, eğer hayatımızın merkezine Allah’ı yerleştirememiş ve gerçek manada ahiret hayatına kilitlenememişsek, kaçınılmaz olarak kendimizi yerleştirir ve dünyanın peşinde koşar dururuz. Velev ki aksini iddia etsek bile.

Sadece Lafla İman Olmaz

Allah merkezli ve ahiret hedefli bir dünya kurmak, sadece lafla olmuyor. Hatta düşünce dünyamızı buna adapte etmekle de olmuyor. Hatta duygu dünyamızı adapte etmekle de olmuyor. Ayetlerden de anlaşılacağı üzere, bilinçaltımızı dahi adapte etmeli, benliğimizin en merkezine Allah bilincini yerleştirmeli, hayatımızı bilinçaltımızdan fiillerimize kadar her boyutta Allah merkezli ve ahiret hedefli olarak, sadece O’nun rızası için yaşayabilmeliyiz.

Yani hayatımızın merkezinde Allah ve hedefimizde ahiret olduğunda, fiillerimiz, tavırlarımız, sözlerimiz, düşüncelerimiz, duygularımız ve hatta bilinçaltımız bu bilincin meyvelerini vermeli her daim. Tıpkı İbrahim Suresi 24’ten 30’a kadar olan ayetlerde verilen temiz ağaç misalinde olduğu gibi. Eğer hayatımızın merkezinde Allah’ın ve hedefimizde ahiretin olduğunu iddia ettiğimiz halde, duygu, düşünce, tavır, söz ve fiillerimizde bunun meyvelerini göremiyorsak, o zaman tevhid iddiamızdaki sadıklığımızı (özümüz ile sözümüz ve fiillerimizin uyumluluğunu) sorgulamalıyız mutlaka.

Bataklıkta Temiz Gül Bitmez

Sosyolojik bir tespit olarak içinde yaşadığımız İslam maskeli cahilî toplumun aile, sokak, okul ve diğer ortamlarla bize yüklediği cahilî kültür, her bir mensubunda ben merkezli bir dünya anlayışını yerleştirmekte. Üstelik ben merkezli bir hayat anlayışında olanlar sadece insanların büyük sandıkları ve kendilerini büyük sananlar (müstekbirler) değil. İnsanların küçük sandıkları ve kendilerini küçük sananlar da (mustazaflar) ben merkezli birer hayat yaşıyorlar. Aradaki fark, müstekbirler o sahte büyüklük kriterlerine (mal, mevki, güzellik, iktidar vs.) sahip olmalarıyla yanılıyorken, mustazaflar ise o kriterlere asıl kendilerinin ehil olduğu inancıyla büyüklenmeye çalışıyor ve sahip olamama kıskançlığı ve hasetle yanıp tutuşuyorlar.

Bakara Suresi 93. ayette belirtildiği üzere, nasıl ki İsrailoğullarına buzağı sevgisi içirilmişse, bize de ben merkezli hayat kültürü o şekilde içirilmiştir. Nasıl ki İsrailoğulları bu cahilî kültürün etkilerinden temizlenmek için 40 yıl çölde dolaştırıldı ise bizler de bu cahilî kültürün tortularından tamamen temizlenmek için çok ciddi bir arınma (nefis tezkiyesi) süreci geçirmeliyiz. Çünkü sadece iman ve İslam’ı doğru öğrenip kabullenmekle ben merkezlilik ve diğer kalp marazlarından kurtulamayız.

Arap Cahiliyesi

Bu marazi ben merkezli ve dünya hayatı hedefli hayat anlayışı ve diğer kalp marazlarını sadece fiil, tavır, söz ve düşüncelerimizden, hatta duygularımızdan değil, bilinçaltımızdan da kazımalıyız ki, İbrahim (as) gibi bütün benliğiyle Allah’a yönelen ve O’na açık veya gizli hiçbir şeyi şirk koşmayanlardan olabilelim.

Lakin bu öyle çok kolay bir şey değil. Çok ciddi bilgi, çaba ve bir süreci gerektiriyor. Şehit Seyyid Kutub’un “Yoldaki İşaretler” kitabında ısrarla vurguladığı üzere, Kur’an’ın 13 senelik Mekke döneminde yapmaya çalıştığı şey de bu zaten. Müslümanlardaki bu tür cahilî pislikleri bilinçaltlarına kadar temizlemek, onları ben merkezlilikten kurtarıp Allah merkezli ve ahiret hedefli hayat sahibi birer kul haline getirmek…

Toshihiko İzutsu’nun “Kur’an’da Allah ve İnsan” isimli kitabı, en çok etkilendiğim kitaplardan birisi. Kitaptaki cahilî Arap müşriklerinin hayat, dünya ve din algısı ile ilgili analizler çok önemli bana göre. İzutsu’ya göre, Arap müşriğinin hayatının merkezinde kendisi ve hedefinde dünya hayatı vardı. Bu nedenle, Kur’an onlara cahil diyor. Çünkü Kur’an’a göre cehalet bilgisizlik değil, hakikat ortada dururken, nefsinin hevasına göre yaşamaktır. Bu durumda, ben merkezli bir dünyada ve dünyevi hedefler peşinde yaşayanlar, çok bilgili ve kültürlü bile olsalar, cahilî bir hayatı yaşıyorlardı.

İzutsu’ya göre, Arap müşriğinin merkezinde kendisinin olduğu ve sadece dünya hayatından ibaret hayat dairesinin çevresinde ise yardımcı (şefaatçi) ilahlar olarak kabul edilen melekler ve cinler ile Allah var. Fakat Allah’ın kişinin hayatındaki kapladığı alan küçük bir alan. Şefaatçi ilahlar edindikleri melekler ve cinlerden bile küçük.

Kur’an bu daireyi komple değiştiriyor. Dünya hayatı dairesini ahiret hayatının da bir unsuru olduğu gayb dairesinin içine yerleştiriyor ve bu dairenin merkezine sadece Allah’ı yerleştirip, kişinin kendisi dâhil tüm varlıkları, bu dairenin içinde ait olduğu yerlerine koyuyor. Mesela, birer ilah kabul edilen melekler ve cinler, bu yeni dairede ilahlık özelliği bulunmayan ve tamamıyla Allah’ın hâkimiyetinde bulunan, belli görevler için yaratılmış gaybi varlıklar olarak, ait oldukları yerleri alıyorlar.

Günümüz Cahiliyesi

Aynı şemayı günümüz insanı için de adapte edebiliriz. Günümüz insanı, hayatının merkezinde kendisi yer alıyor. Sonra aile, toplum, devlet, Allah vs. aynen cahiliye Araplarında olduğu gibi. Allah dairenin merkezinde değil, sıkıştıkça yardıma çağırdığı ve (güya) mübarek gecelerde andığı bir konumda. Gerçi, Allah’ı hayatın ve hayatının merkezine yerleştirmedikten, dairenin merkezinde kişinin kendi beni olduktan sonra, Allah’ın bu dairede daha geniş bir yer tutması da çok önemli değil aslında.

Yani her bir kişi özne, diğer varlıklarla birlikte Allah birer nesne oluyor ben merkezli dünyalarda. Bu durumda tevhid, sadece Allah’ı özne, kendisi ve diğer tüm varlıkları nesne konumunda görebilmektir diyebiliriz. Zaten öyle değil mi? Ben merkezli bir dünyası olan kişi, 5 vakit namazlı olsa, hayatında Allah’ın sınırlarına uysa bile, ne değişir? Müşrikler, benliklerine putları ya da ideolojileri perde kılarken, bu Müslüman da Allah’ı ve İslam’ı perde kılmış olur sadece.

Ben Merkezliliğin En Bariz Yansıması Riyakârlık

Ben merkezliliğin en önemli teşhis kriteri riyakârlıktır. Burada riyakârlıktan kastımız, kişinin insanların kendisinden hoşlanması, kendisini kayda değer kabul etmesi için yaşaması, yani hep insanlara göre hesap yapmasıdır. Zaten dikkatli bir gözlemle çevremize baktığımızda, genelde herkesin, başkalarının bir şekilde rızasını kazanmak, kendi varlığını kayda değer kabul etmesi için çaba sarf etmekte olduğunu, bunun için bin bir türlü maskeler takındığını görebiliriz.

Burada bir çelişki var gibi gözükmektedir. Kişi ben merkezli olunca, hiç kimseyi hesaba katmaması, kendi kendisiyle yetinmesi, tatmin olması gerekmektedir. Oysa pratikte bunun tam tersi olmakta, ben merkezli hayat yaşayanlar, ancak diğer insanlar kendilerini kayda değer gördüğünde tatmin olmakta, bunu sağlamak için de durmadan çaba sarf etmektedirler.

Bu çelişki gibi görünen durumun sebebi, insanın dünyanın ve hayatın merkezinde olmamasına rağmen, ulaşamayacağı böyle yanlış bir hedefin peşinde koşmasından kaynaklanmaktadır. Nitekim Mümin Suresi 56. ayette geçen, “Göğüslerinde ulaşamayacakları bir büyüklük hırsı var.” ifadesi, bu ben merkezli hayat anlayışını ve neticelerini ifade ediyor.

Ben Merkezli Müslüman!

Ben merkezlilik ve riyakârlık gibi olumsuz yansımaları bir putperest ve ideoloji sahibi için olduğu gibi, maalesef kalbi marazlı Müslümanlar için de söz konusu olabilmektedir. Bunun sebebi, kalbi marazlı Müslümanların iç dünyalarının yeterli seviyede tevhidî dönüşüm geçirememiş, cahilî kalıntılarla malul olmasıdır.

Gerçek bir Müslüman ancak hayatının merkezine Allah’ı koyabildiği ve gerçek anlamda ahiret hayatını hedefleyebildiği nispette, insanların rızasını önemsemez hale gelir. Tin Suresinde de açıklandığı üzere, ancak Allah’ın rızası ile yaratılış gayesi olan kulluğunu gerçekleştirdiği takdirde, Yüce Allah’ın kendisine biçtiği yüksek konuma gelebileceğini, ancak bu durumda dünyada tayyib (temiz ve onurlu) bir hayat, ahirette sınırsız ve sonsuz cennet nimetlerine kavuşacağını yakinen idrak etmiştir.

Oysa ben merkezli olan bir Müslüman her türlü amelinde insanların rızasını arar, tıpkı Nisa Suresi 141’den 143’e kadar olan ayetlerde anlatılan münafıklar gibi. Amelleri hep insanlara muttaki görünebilmek (riya) ve sosyal konumunu muhafaza etmek suretiyle dünyevi amaçlı olup, Allah’ı (ve dolayısıyla ahireti) çok az hatırlar.

Ben Merkezli İnsan En Zavallı İnsandır

Böyledir, çünkü ben merkezli insan, mutlaka insanların rızasını kazanmak zorundadır. Her ne kadar ben merkezli yaşamak suretiyle, farkında olmadan ilahlığa soyunsa da aslında ğani (ihtiyaçsız) ve hamid (övgüye layık) olmadığından, bu ve diğer tüm eksikliklerini insanların rızası, övgüsü ile kapatması, tamamlaması gerekmektedir.

Bunun için de putperest, ideoloji mensubu ya da kalbi marazlı Müslüman veya münafık fark etmez, hep insanlara oynar. Birisi puta ibadet ederek, birisi ideolojisi yolunda mücadele ederek; münafık dünyevi amaçlarına dini araç kılarken, kalbi marazlı Müslüman ise geleneksel anlamda ibadetlerle yetinerek ya da bir ideoloji haline getirdiği İslam davasını güderek.

Varlığın ve hayatının merkezine Allah’ı koyan bir Müslüman, Fatır Suresi 15. ayette açıklandığı üzere, kendisinin ğani ve hamid olmadığının bilincinde olup, fakr (ihtiyaç) ve acziyetini, Yüce Allah’ın rızasını kazanmak suretiyle, O’nun gidermesi ve tamamlaması için çalışır. İnsanların bu ihtiyaçlarını tamamlayamayacağını bildiğinden, insanların rızasıyla uğraşmaz. Zaten böyle bir bilince ulaşmadan, ben merkezlilikten sıyrılıp Allah merkezliliğe geçilmesi de mümkün değildir.

Ben Merkezli Tevhidî Müslümanlar!

Belirttiğimiz gibi, ben merkezlilik, sadece putperestler ve ideoloji mensupları ve geleneksel Müslümanlar için değil, tevhidî İslami hareket mensupları için de söz konusu olabilmektedir. Yüce Allah’ı hayatın ve hayatının merkezine koymak en çok tevhidî Müslümanlar için hak ve gerekli iken; izah ettiğimiz nedenlerle, cahilî ben merkezlilikten tevhidî ben merkezliğe geçiş yapılabilmektedir.

Cahiliyetinde ben merkezliliğinin tezahürü, mal, mülk, kadın, mevki, makam, ideoloji vs. iken, tevhidi İslamcılığa dönüş yaptıktan sonra, bir ideoloji haline getirdiği İslamcılık ben merkezliliğin tezahürü olabilmektedir. Bunun en sık ve en tehlikeli tezahürü ise genelde bireyin aktif ya da pasif halde, kendisini tevhidî hareketin merkezi ve lideri olarak görmesi şeklinde olmaktadır.

Yani ben merkezlilik marazını aşamamış tevhidî Müslümanlar kendilerini, Allah merkezli bir dairede yer alan eşit seviyede kullar olarak değil de (bilinçaltında) adeta Allah’ın yeryüzündeki gölgesi ve temsilcisi olarak görmekteler ve İslami hareketin kendi etrafında daire olmasını istemekteler. Lakin başlangıçta acemilik ve bilgisizlik nedeniyle değnekler saklanarak, daha ehil birilerinin etrafında imiş gibi hareket edilerek, eksiklikler giderilmeye çalışılmakta (pasif durum); kendini hazır hissettiğinde ise ele geçen bir fırsat bahane edilerek özgürlük ilan edilip, kendi etrafında daire oluşturma çabasına girilmekte (aktif durum). Tabi süreç böyle devam ettikçe de durmadan yeni yapılanmalar ve yeni bölünmeler oluşmakta; bölünmeyenler de kendi merkezîliklerini ilan etme zamanının gelmesini beklemektedirler.

Ben Merkezlilik Mutlaka Tedavi Edilmesi Gereken Öldürücü Bir Hastalıktır!

Bu iddiaların çok ağır olduğunun farkındayım. Lakin bana göre realite böyle ve gerçekleri acı da olsa kabullenmek ve çözüm yollarını bulup, çözüme odaklanmak zorundayız. Ki, bu konudaki temel çözüm, Müslümanların her birinin ben merkezlilik marazı ile ilgili kendi kişisel muhasebesini yaparak, durumlarını gerçekçi olarak teşhis etmeleri ve gerekli tedaviyi uygulamalarıdır.

Bu muhasebeyi yaparken, sadece ben merkezlilik marazını değil; kibir, haset, mal ve dünya sevgisi ve diğer tüm kalp marazlarıyla beraber değerlendirerek yapmalı, tedaviyi de bunların hepsini dikkate alarak yapmalıyız. Belki de bütün kalp marazlarının (kibir, haset vd.) temelinde ben merkezlilik marazı yatmaktadır ve dolayısıyla bu marazı tedavi ettiğimizde, diğer marazlar da kendiliğinden geçecek ya da daha kolay tedavi edilebilecektir.

Yunus Suresi 57. ayette Kur’an’ın göğüslerde olanlar (kalp marazları – manevi hastalıklar) için şifa olduğu bildirildiğine göre, gerekli tedaviyi Kur’an’dan öğrenip uygulayacağız. Tabi burada Kur’an’ı (genelde yaptığımız gibi) insanlardaki hastalıkları teşhis ve tedavi etmek isteyen bir doktor gibi değil de kendisinde bulunan hastalıkları teşhis ve tedavi etmek isteyen bir hasta gibi okumamız gerekmektedir.

“İnsanlar Ne Der” Değil, “Allah Ne Der”in Derdinde Olabilmek

Ben merkezliliğin en önemli teşhis kriterinin riyakârlık olduğunu söylemiştik. Bu durumda, Maide Suresi 54. ayette işaret edildiği üzere, sadece Allah’ın ne diyeceğini dikkate alanların, gerçek manada Allah merkezli tevhidî bir kulluk bilincine erişmiş oldukları ortaya çıkar. Değil sıradan insanlara, tevhidî Müslümanlara göre bile hayatını dizayn etmeye çalışanlar ise sorunlu kişilerdir.

Burada bir yanlış anlamayı peşinen düzeltelim. İnsanların, hele tevhidî Müslümanların ne dediklerine, Zümer 18. ayet gereğince mutlaka dikkat edilir. Lakin bu dikkat, onların rızası için değil, onların söylediklerinde, kendisini Allah’ın rızasına iletecek bir husus var mı, diyedir.

Yine Allah’ın rızası için, Allah’ın istediği şekilde insanların rızası da kazanılmaya çalışılır. Lokman Suresi 12’den 19’a kadar olan ayetlerde bu durum açıklanmıştır. Gerek ana baba, gerekse diğer insanlarla iyi geçinmek ve onların rızasını aramakta tek amaç, Allah’ın rızasını kazanmak olup zaten Allah’ın rızasını kazanacağımız sınırlar aşılacağı anda, artık değil sıradan insanlar, ana babanın bile rızası gözetilmez. Nitekim Nisa Suresi 135. ayette bu durum ortaya konarak, Allah’ın rızası hilafına hiç kimsenin rızasının aranıp gözetilemeyeceği net olarak belirtilmiştir.

Allah Merkezliliğin ve Kulluğun Temsili: Kâbe ve Tavaf

Tevhid ile ben merkezli hayat arasındaki tenakuz, Kâbe ve tavaf ibadetiyle pratik olarak gösterilmiştir. Her şeyin merkezinde olan Allah’ı Kâbe temsil ederken, tüm insanların onun etrafında eşit kullar olarak tavafı da bizlerin ve benlerin konumunu temsil ediyor.

Öncelikle, her şeyin merkezinde Allah olmalı, O’na başka nefislerin hevası dâhil hiçbir varlık, hayatın merkezine alınmak suretiyle ortak koşulmamalı. Sonra, her bir insan kendini Allah’a göre konumlandırmalı. Kendini dairenin merkezinde görmediği gibi, diğer Müslümanların merkezinde de görmemeli. Kendisinin diğer tüm Müslümanlarla eşit konumda olduğunu, Allah merkezli bir dairenin etrafında dönen tavafçılar gibi olduklarını görmeli. Bu durumda, diğer insanlarla olan ilişkisi eşitler arasındaki yatay bir ilişki olmalı. Dikey ilişkiyi ise sadece Allah ile kurmalı, meleklerle bile böyle bir ilişki kesinlikle kurulmamalı. (Zaten kurulamaz; ancak var sayılmamalı da.)

Burada öncelikli mesele, varlığın ve varlığının merkezine Allah’ı yerleştirmek meselesi. Kişinin sadece görünür şirk nesnelerini (putlar, yatırlar, ideolojiler, ulu önderler, şeyhler vs) reddetmesi tevhide ermesi yönünden yeterli değil. Tabiî ki, bunları reddetmeden tevhidden söz edilemez. Ancak sadece bunları reddetmekle de iş bitmez.

Kişi, zahiren ve batınen, her alanda ve her yönde, hayatının merkezine Allah’ı yerleştirebildiğinde (en azından bilinç ve düşünce düzeyinde), o kişinin Kâbe etrafında tavaf yapanlar gibi tevhid dairesi ve döngüsüne girmesi söz konusu olabilir. Kişi bu durumda gerçek bir mümin ve Müslüman olmuş; o daireye girmekle, o dairenin dışındaki kâfir ve müşriklerden üstün bir konuma, diğer gerçek Müslümanlarla yatay boyutta eşit bir konuma gelmiş olur.

“Mukarrebun”dan Olabilmek

Bundan sonraki mesele, o daireden çıkmamak ve gittikçe daireyi daraltarak Allah’a yaklaşmak meselesidir. İşte burada diğer Müslümanlarla arasındaki fark ortaya çıkıyor. Yani diğer Müslümanlarla Allah karşısındaki konumu yönünden, ırk, dil, mal, güzellik vs. hiçbir fark önemli değil. Sadece, gerçek iman ve İslam dairesinde gerçekleştirilen, Allah’a gönülden kulluk irade ve çabası (takva) burada anlam ifade ediyor. Nitekim Hucurat Suresi 13. ayette bu durum ortaya konmuştur. Tabi burada Müslümanın gayesi sadece Allah’a daha yakın olmaktır (ikteraba), başkalarından daha yakın olmak değil!

Yani insan, hayatı boyunca, öncelikle varlığın ve hayatın merkezine Allah’ı koymak suretiyle gerçek Müslüman olmak; sonra da O’na doğru manevi anlamda yaklaşma için irade ortaya koyma ve çaba sarf etme (sabikun) ile imtihan ediliyor ve hak ettiği nispette Yüce Allah tarafından manevi anlamda O’na yakınlaştırılıyor (mukarrebun).

Yakınlaşma olarak anlamlandırdığımız ikteraba terimi kişinin iradesini ifade etmekte olup, Alak Suresi 19. ayette bu anlamda kullanılmıştır. İsmi fail kalıbında olan ve çabalamada öne geçme olarak anlamlandırdığımız sabikun terimi ise kişinin kendini aşma çabasını ifade ediyor. İsmi meful olan mukarrebun terimi ise kişinin hak ettiği nispette Allah’a yakınlaştırılmasını ifade ediyor. Bu iki terim Vakıa Suresi 10’dan 12’ye kadar olan ayetlerde geçmektedir. Yani her Müslüman hak ettiği nispette Allah’a yakınlaştırılıyor ya da uzaklaştırılıyor.

Konuyu Kâbe ve tavaf sembolüyle izah etmeye çalışırsak, tavafa katılmak, tevhidi idrak etmek ve Allah’a her şeyden geçerek (hanif olarak) yönelmeyi sembolize ederken; tavaf esnasında Kâbe’ye yaklaşmak ise mukarrebundan olmayı sembolize ediyor. Nasıl ki tavaf esnasında Kâbe’ye yaklaşmak ciddi bir çabayı gerektiriyorsa, manevi anlamda Allah’a yaklaştırılanlardan olmak da ciddi çaba gösterenlerden (sabikundan) olmayı gerektiriyor.

Birbirimizi Değil Kendimizi Geçmeye Gayret Etmeliyiz

Sabikun tabiri, Müslümanların birbirleriyle yarışıp, birilerinin önüne geçmesini ifade etmiyor. Kişinin kendisiyle yarışıp, kendisini geçmesini/aşmasını ifade ediyor. Gerçek Müslümanlar birbirleriyle yarışmazlar ve zaten buna gerek de yoktur. Çünkü Yüce Allah’ın rahmeti sonsuz olup, dileyen ve hak eden herkes, O’na çok yakın olabilir.

Tabiri caizse, kulluk imtihanı, bir yeterlilik imtihanıdır. Yarışma ve eleme imtihanı değil. Yani eğer hak etseler, tüm insanlar Allah’a en yakın olabilirler. Bu nedenle Müslümanlar birbirleriyle yarışmazlar. Mutaffifin Suresi 18-28. ayetlerde açıklandığı üzere, diğer Müslümanlar da gördükleri güzelliklere imrenirler. Lakin yarışma niyeti olmasa bile, elbette daha çok çaba sarf eden ve hak eden Allah’a daha çok yakınlaştırılacaktır.

Zulüm ve Fesadın Temel Etmeni Ben Merkezli Dünyalardır

Bu konu üzerinde çok ciddi olarak durulmalıdır. Çünkü tevhidin özüyle alakalıdır bu konu. Hayatının cahiliye döneminde kendisine toplum kültürünce yerleştirilen ben merkezli ve dünya hayatı hedefli dünya ve hayat anlayışından sıyrılıp, varlığın ve hayatının merkezine Allah’ı yerleştirmeden; varlığı, varlığını ve hayatını sadece Allah’a kullukla anlamlı gören bir düşünce ve duyguya ve hatta bilinçaltı bilincine erişmeden; adeta güneşin etrafında dönen gezegenler gibi, bu bilinç etrafında dönmeyenler; hayat sevinç ve enerjisini bu bilinçten almayanlar, düşünce ve duygularında muhabbetle Allah’ı hâkim kılmayanlar; ne kadar Allah’ın hâkimiyetinden söz etmeye hak sahibi olabilirler?

Kalplerde bu şekilde sevgi kökenli bir hâkimiyet kurulmadan, Allah gerçek manada hâkim olabilir mi kişinin hayatında? Elbette olamaz, olsa olsa bir amir–memur, asker–komutan ilişkisi olabilir. Bedeni amire itaat ediyor görünürken, düşünce ve duyguları başka yerlerde gezer. Gönülsüz tavuğun kabuksuz yumurtlaması darb-ı meselinde olduğu gibi, yaptığı kulluk eksik ve güdük olur, hayırdan çok zarara sebep olur.

Bizler Allah’a, sahibine zorla (kerhen) kölelik yapan bir köle gibi değil; her şeyini borçlu olduğu, O’na kulluk yapılması külfet değil, Fatiha Suresi 7. ayette belirtildiği gibi, en büyük nimet olan Rabbimize, bütün benliğimizle teslim olarak kulluk yapmalı değil miyiz?

Sosyal ve siyasal anlamda Allah’ın hâkimiyeti, toplumu oluşturan bireyler, hayatlarının merkezine, düşünce ve duygu boyutlarını da aşarak, bilinçaltı seviyesinde Yüce Allah’ı hâkim kılmadan gerçekleşebilir mi?

Allah Merkezli ve Ahiret Hedefli Dünyamızı Oluşturabilmek

Ben merkezli ve dünya hayatı hedefli dünyalar, ben merkezli aileler, kabileler, cemaatler, devletler ve ümmetler üretir kaçınılmaz olarak. Öyle ki bu marazdan en uzak olması gereken cemaatler ve ümmetler dahi, dünyayı ben merkezli görmekte, haşa Muhammed ümmeti diğer ümmetlerden üstün görülmekte.

Oysa “Hepiniz tek (aynı) ümmetsiniz ve Rabbiniz Allah’tır.” denmiyor mu Enbiya Suresi 92. ayette. Gerçekten Allah merkezli olabilen kişiler hep Allah merkezli yapılar oluşturur, üretirler. Fatiha’daki biz vurguları, ben merkezli dünyaları yıkarak Allah merkezli ve ahiret hedefli ortak dünyamızı kurabilmenin, dünyevi ve uhrevi felahımız için olmazsa olmazlığını ifade eder aslında.

İslam dünyasında son yıllarda ortaya çıkan ve IŞİD ile en uç boyutlarda fesada sebep olan ben merkezli yapıları bir de bu açıdan tahlil etmekte fayda vardır.

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR