1. YAZARLAR

  2. Zafer Bangaş

  3. Batılı Yönetimler ve Medya İslamofobi’yi Nasıl Büyütüyor?

Batılı Yönetimler ve Medya İslamofobi’yi Nasıl Büyütüyor?

Aralık 2009A+A-

Batılı hükümetlerin ve medyanın İslamofobinin artmasındaki rolünü tartışmadan önce iki hatalı anlayış açıklanmaya muhtaçtır. Birinci efsane Batı’daki hükümetlerin kendi halklarının istek ve çıkarlarını temsil ettiğidir. İkinci efsane ise Batılı medyanın hür ve bağımsız olduğudur. Batı’daki hükümetler ve medya kamuoyu çıkarlarına göre değil büyük şirketlerin çıkarlarına göre yönetilir ve yönlendirilirler. Medya sahipliğinin birkaç kişinin elinde toplanması medyanın gerçekliğin ve dürüstlüğün sağlayıcısı rolü ile ilgili şüpheleri artırmaktadır.

Bu yüzden medyanın daha geniş kitlelerin zararına olmasına rağmen hükümet politikalarının amigoluğunu yapması sürpriz değildir.

11 Eylül sonrası ortamında İslamofobideki ciddi artış bu arka plan dikkate alınarak incelenmelidir. İslamofobi yüzyıllar boyunca mevcuttu fakat 11 Eylül’le beraber son sekiz yıldan beri özel bir nitelik kazandı. Diğer bir ifadeyle İslamofobi Batı dünyası yönetici elitlerinin jeo-politik ve stratejik hedeflerini geliştirmede yararlı bir araç vazifesi gördü. 11 Eylül olayları “Yeni Amerikan Yüzyılı Projesi”nin üyelerine Usame bin Ladin ve Müslümanlara karşı açık bir savaş ilan etmeleri imkânını sağladı. George Bush’un seçim ekibinde yer alan bu kişilere göre ABD’nin askeri kapasitedeki öncülüğünü koruması ve dönüşüm sürecini sağlaması uzun sürecek bir durumdur. Bunun sebebi Pearl Harbour gibi hızlandırıcı bir felaketin yokluğudur.

Pearl Harbour’a gönderme yapılınca bazı kişiler ABD hükümetinin 11 Eylül olaylarından haberdar olduğunu ve buna göz yumduğunu iddia ettiler. 11 Eylül olaylarını kimin gerçekleştirdiğine bakılmaksızın bu tarz olayların benzerleri tarihte vardır. Fakat buradaki farklılık Müslüman dünyasına karşı çok geniş bir savaş başlatıldığıdır.

Şu ana kadar bu savaşlar farklı hilelerle yapıldı. Bu savaşlar bazen Vietnam, Nikaragua ya da Afganistan örneğinde olduğu gibi bir ülkeyi komünizmden kurtarmak için yapıldı bazen de bir ülkeyi kendi halkından kurtarmak için darbe düzenleyerek (İran 1953; Guatemala 1954; Endonezya 1966) yapıldı. Vietnam Savaşı da bir yalan üzerine başlatılmıştı. 1964 yılının Ağustosunda Kuzey Vietnamlıların Sovyetler Birliği’nden temin ettikleri U-2 botlarıyla Tonkin Körfezi’ndeki Amerikan gemilerine saldırdıklarını iddia ettiler. Newsweek ve Time dergileri Tonkin Körfezi’nde Amerikan gemilerine saldırdıkları öne sürülen Rus yapımı U-2 botlarının resimlerini yayınladılar. ABD’nin önde gelen gazetecilerinden Don Cameron 1973 yılında verdiği bir konferansta bu yalanı ifşa etti; Tonkin Körfezi saldırısı asla gerçekleşmemişti.

ABD Başkanı George Bush, 11 Eylül saldırılarından sonra yaptığı ilk ulusa sesleniş konuşmasında “Ya bizdensiniz ya da onlardan!” demişti. Böyle keskin bir tercihle karşılaşan Müslüman dünyasının birçok lideri gecikmeksizin ABD’nin yanında yer aldılar ve ABD’nin gündemini kendi gündemleri haline getirdiler. ABD ve onun Batılı müttefikleri terörizm problemiyle uğraşma konusunda başka bir alternatife imkân tanımadılar.

Batı dünyasındaki hükümetler (Kuzey Amerika, Avrupa) sivil ve kişisel hak ve özgürlükleri kısıtlayan baskıcı kanunları yasalaştırdılar. Bu yasalar özellikle bu toplumdaki Müslümanları hedef alıyordu. Saldırılar ABD’de gerçekleşmesine rağmen bu tarz baskıcı yasalar Kanada, Fransa, Almanya ve bir dizi Avrupa ülkesinde hızlıca ülke parlamentolarında kabul edildi. Ayrıca Batı medyası haçlı seferlerini Müslümanlara atfedilen kötülük hikâyeleriyle gerçekleştirdi. Ortaya çıkan etki Müslüman dünya için olduğu kadar Kuzey Amerika ve Avrupa’da yaşayan Müslümanlar için de yıkıcıydı. 11 Eylül’ü takip eden günlerde ABD’de 1200’den fazla Müslüman derdest edildi ve hapse atıldı. Birçoğu vahşice işkenceden geçirildi, bir kısmı hapiste öldü. Diğerleri ABD’den sınır dışı edildi. Bu kişilerin birçoğu vizesi geçmiş ya da ABD’ye yasadışı yollardan girmişti. Her zaman ABD’de en az 10-12 milyon insan yasadışı şekilde ikamet etmektedir. Fakat bu dönemde Müslümanlar hedef alındı.

Batı; Afganistan, Irak ve Filistin’de savaşlar yürütüyor. Şimdilerde ise sabotaj ve karışıklıklarla Pakistan ve İran’da da savaşlar çıkarmaya çalışıyor. İslamofobi kampanyasıyla Müslümanların kötü gösterilmesi kolaylaştırılıyor. İktidar eliti Müslümanları kötü göstermeksizin bu saldırgan savaşları gerçekleştirseydi kendi halklarından daha büyük bir muhalefetle karşılaşacaktı. Bu saldırgan savaşlar için daha az destek bulacaktı ve oğulları savaşa giden ve ölen halkın desteğini kazanmak için daha büyük bir çaba gösterecekti. İslam’a, Müslümanlara ve Batı hegemonyasına engel görülen herhangi bir grup ya da ülkeye karşı yapılan medya savaşı ciddidir ve aynı yolu izler. İktidar eliti gündemi belirler. Medya bu gündemi işler. Yazılı medya da tek taraflı haber ve görüşlerle bunu yapar. Bütün akademisyenler ordusu, düşünce kuruluşları ve diğer sözde uzmanlar bu kampanyaya destek sağlamak için uğraş verirler.

Baskının Tam Şekli

Tüm televizyon ve radyo kanallarında, gazetelerde tek bir görüş yansıtılır. İnsanların zihinlerini yalnızca tek bir görüşe şartlandırmak için propagandanın ilk günlerinde alternatif bir bakış açısına yer verilmez.

Medya 11 Eylül olaylarından sonra bütün bilgileri doğrudan ABD hükümetinden aldı. Saldırılardan sonraki birkaç saat içerisinde ABD hükümeti saldırıların Usame bin Ladin tarafından planlandığını duyurdu. Bu kişi Afganistan’da mağaralarda yaşamaktaydı ve onu destekleyen 19 Arap, bazı Amerikan hedeflerini vurmak için 4 ticari uçağı kaçırmıştı. Saldırılardan önce bu 19 Arap, ABD’deki uçuş okullarında ders almışlardı. ABD hükümeti ayrıca bütün korsanların saldırıdan bir gün önce gece kulübüne gittiğini ve içki içip dans ettiklerini duyurdu. Ayrıca onlar intihar saldırıları gerçekleştirerek cennete gitmeyi arzulayan takvalı Müslümanlar olarak lanse edildiler.

Medya sormadığı için bazı sorular cevapsız kaldı; istişhadi eyleme giden takvalı Müslümanlar nasıl olur da dans etmek ve içki içmek için gece kulübüne giderlerdi, grubun lideri olmakla suçlanan Muhammed Atta intihar eylemine niçin valiziyle ve pasaportuyla gitmişti. Pasaport Dünya Ticaret Merkezi’nin enkazından çıkarılmıştı. Resmi iddiaya göre yangın o kadar yoğundu ki çeliği bile eritmişti. İnsanlar tek motorlu uçakları bile kullanma talimatına bakarak uçuramazken nasıl olmuştu da büyük jet uçaklarını uçurabilmişlerdi, deneyimli hava kuvveti pilotlarını kıskandıracak şekilde manevra yaptırmışlardı. Sadece ikisine uçak çarpmışken nasıl olmuştu da 3 bina çökmüştü? Saldırıyı gerçekleştiren uçakları engellemek için hiçbir hava kuvvetleri uçağı havalanmamıştı. Hava kuvvetleri uçakları sivil uçuşları denetlemek için düzenli olarak devriye görevi yaparlar. Bu sivil uçuşları denetlemek için her ülke tarafından uygulanan standart bir uygulamadır. Oysaki kayıtlara göre ABD hava kuvvetleri 2000 yılında her biri 20 dakikadan az olmamak kaydıyla havalanmışlardı.

Batı’yı oluşturan kimlik onun neye inandığı ya da neyi izlediği değil, neyi reddettiğidir. Batı kendisini ancak öteki ile olan ilişkisi ile tanımlar, dolayısıyla o ötekiyi reddetmeli ve onu şeytanlaştırmalıdır. 60’lı yıllarda bu şeytan komünizm idi. O sistem çöktü, yerini İslam aldı ve yeni düşman İslam oldu. Bu çerçeveyi bildiğimizde Batı’nın niçin Müslümanları hedef aldığını ve İslamofobide ısrar ettiğini anlayabiliriz.

Terörle Savaş

Terörle savaş kırmızı başlığıyla yürütülen İslamofobi kampanyası esas olarak bir terör savaşıdır. Genel olarak Batı’nın politikalarına muhalefet eden herhangi bir kişi, grup ya da devlet terörist olarak damgalanır. Bu, dünyadaki birçok Müslümanın terörist olduğu anlamına gelir. Zira onlar ülkelerine saldıran ABD/Siyonist/Batılı ordulara muhalefet edenlerdir.

Afganistanlılar teröristtirler, çünkü onlar Afganistan’daki ABD-NATO birliklerine karşı çıkmaktadırlar. ABD, düğün törenlerini ve köyleri bombalamakta ve on binlerce masum insanı öldürmektedir. En iyimser tahminle Afganistan’da ölü sayısı 100.000’e ulaşmış durumdadır. ABD ve müttefikleri bütün Afganlıları Taliban sempatizanı olarak etiketlendirdikleri için onlara en ufak bir sempati duymamakta ve onları kolaylıkla öldürebilmekteler. Benzer şekilde Batı medyasında Batı’daki bütün insanların Afganlılara ve genelde Müslümanlara sempati beslenmemesi sağlanır. İnsan hayatı bu şekilde ucuzlatılınca masum sivillere karşı işlenen suçlar kolaylıkla rasyonelleştirilir.

Bütün bu anlatılanlar Irak için de geçerlidir. 2003 yılında gerçekleştirilen işgal bir dizi yalanı ihtiva eder. Bu yalanlardan bir tanesi Irak’ın kitle imha silahlarına sahip olduğuydu. Evet, doğru 80’lerde Irak kitle imha silahlarına sahipti fakat bu silahlar Batı tarafından; ABD, Britanya, Almanya ve diğerleri tarafından temin edilmişti ve Saddam, İran İslam Cumhuriyeti’ne saldırdığında Batı tarafından para yardımı almıştı. Saddam 1983’ten 1988’e kadar İran’a karşı kimyasal silah kullanmıştı. Fakat Batı medyası bunu çok nadir gündeme getirmişti. Çünkü Saddam ve onun Baasçı rejimi Batı’nın kirli işini yapıyordu. Kullanışlılığı sona erince kimyasal silah kullandığı gündeme getirildi.

Saddam ve Irak açısından bir diğer nokta medyanın rolünü ortaya koymuştur. 11 Eylül olaylarından hemen sonra Amerikalı yetkililer Saddam ve el-Kaide arasında bağlantı kurmak için arayışlara başladılar. 2002 yılının başlarında Başkan Yardımcısı Dick Cheney’in ofisi Irak’ın Nijer’den uranyumla zenginleştirilmiş bomba yapmak için saf uranyum aldığı yönünde yalan bir rapor hazırladı. New York Times’tan Judith Miller büyük bir arzuyla bu propagandayı gerçekleştirdi ve 2002 Ağustosunda yazdığı bir dizi makalede Irak’ın Nijer’den saf uranyum aldığı yönünde kanıtı olduğunu iddia etti. Cheney, Miller’in yazdıklarını delil olarak ortaya koydu.

ABD’nin Nijer eski Büyükelçisi Joseph Wilson, bu iddiayı araştırdı ve raporun temelsiz olduğunu ifşa etti, ortaya koyduğu belgeler böyle bir alışverişin sahte olduğunu ortaya koyuyordu. Onun raporu Cheney’in New York Times aracılığıyla yaptığı propagandayı açıkça çürütüyordu. Cheney’in ofisi intikam almak için Wilson’un eşinin CIA ajanı olduğunu deşifre etti. Miller’in hikâyesi ABD hükümeti tarafından Irak’a saldırı ve onu işgal kampanyasında kullanıldı. Ulaşılmak istenen hedef Irak’ın petrolüydü. Amerikan Merkez Bankası eski Başkanı Alan Greenspan 2007 yılında yayınlanan kitabında Irak’ın petrol için işgal edildiğini yazdı.

Irak’ın kitle imha silahlarına sahip olduğuna dair yapılan propagandanın bir benzeri şu anda İran’ın barışçıl nükleer programı hakkında yapılıyor. Yeniden bu resmi olarak medyada gündeme getirildi. İran’ın uranyum zenginleştirme programı kesinlikle yasaldı, çünkü Tahran NPT anlaşmasına uygun hareket ediyordu ama İran’ın meşru faaliyetleri yasadışı ilan edildi. Medya bu saptırmada önemli bir rol oynuyordu.

21 Eylül’de İran İslam Cumhuriyeti, Uluslararası Atom Ajansı Kurumu’na bir mektup yazarak Kum kenti yakınlarında küçük bir reaktör inşa etiğini bildirdi. İran NPT yükümlülüklerine göre şu ana kadar tesise uranyum ya da uranyumla zenginleştirilmiş bir teçhizat getirmedi. Tesisin inşasını bile İran kimseye bildirmek zorunda değildi. UAEK’nin Amerikalılara İran’ın mektubunu bildirmesi, kurumun Batı’nın bir aleti olduğunun göstergesidir.

ABD Başkanı Barack Obama, 25 Eylül’de, İngiltere Başbakanı Gordon Brown ve Fransa Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy’i yanına alarak G-20 ekonomi zirvesinde bu konuyu dramatize etmeye çalıştı. İran’da gizli bir nükleer tesis bulduklarını ve İran’ın bundan arındırılması gerektiğini ilan ettiler. Bu andan itibaren medya köpekleri İran’ın yeni bir gizli nükleer tesisi olduğunu ve bunun İsrail için tehdit oluşturduğunu havlamaya başladılar. Hiçbir medya kuruluşu, televizyon, radyo ya da gazete -bazı internet sitelerini hariç tutarsak- Obama’nın açıklamasının yalan olduğunu, bu tesisi İran’ın kendisinin UAEK’ye bildirdiğini ve bu tesisin 18 ay sonra faaliyete geçeceğini duyurmadı.

Ayrıca şunu bilmeliyiz ki Batı kendi medyasını özgür ve tarafsız göstermede oldukça başarılıdır. Tabi ki bu böyle değildir. Önde gelen iki medya kuruluşu BBC ve Amerika’nın Sesi hükümetler tarafından parasal olarak desteklenmektedirler. BBC geçen yıl İran’a yönelik Farsça bir program yaptı. Britanya Dış Ofisi bu programın devamı için 7.5 milyon İngiliz poundu ödüyor. ABD hükümetinin İslam Cumhuriyeti’ne karşı düşmanca propagandalar yapan 24 ayrı Fars kanalını mali olarak desteklediği bilinmektedir.

İran İslam Cumhuriyeti’ne karşı yürütülen propaganda 30 yıl öncesine yani İslam Devrimi’nin gerçekleştiği yıllara kadar uzanır. Müteveffa profesör Edward Said, bu konuya Cover İslam isimli eserinde değinmişti. ABD ve Siyonist politikalar defalarca başarısızlığa uğradığı için ABD kampanyası bugünlerde yeniden yoğunlaştı. 2007 Eylülünde New York Üniversitesi’nde Afganistan uzmanı olarak ders veren Barnett Rubin, New Yorker dergisine yaptığı açıklamada Dick Cheney’in aralarında Fox News ve Wall Street Journal’ın da olduğu önde gelen neo-con medya kuruluşlarına İran’la sürtüşme oluşturmaları için propaganda yapmaları emrini verdiğini ileri sürdü.

Propaganda meyvelerini vermeye başladı. 2008 yılında yapılan bir kamuoyu yoklaması Amerikalıların %25’inin İran’ın ABD için en büyük tehdidi oluşturduğuna inandıklarını gösteriyordu. Steve Watson, İran’ı ve liderlerini kötülemek için neo-conlar tarafından yapılan propaganda kampanyasının büyük bir etki yaptığını belirtti. İnfowars.net sitesinde blog yazarlığı yapan Watson, sözlerine şunları da ekledi: “Gallup tarafından yapılan son ankette İran %25 ile düşman ülkeler listesinin başında yer alıyor; %22 ile onu Irak izliyor; ardından %14 ile Çin ve %9 ile Kuzey Kore geliyor.”

Aralarında Rehber Seyyid Ali Hamaney’in de bulunduğu İran İslam Cumhuriyeti’nin üst düzey yetkilileri bu iddiaları sürekli yalanlamalarına rağmen Batı medyasının raporları bu açıklamaları görmezden geliyor ve İran karşıtı yalan isnatları sürekli gündeme getiriyor. 2002 ve 2003 yılındaki Irak’la ilgili kitle imha silahları yalanı ortada durduğu halde aynı yalanlar şimdi de İran’a karşı uygulanıyor ve insanlar İslam Cumhuriyeti’ne karşı savaşa hazır hale getiriliyorlar. Atom Enerjisi Kurumu Başkanı el-Baraday’ın İran tehdidinin abartıldığını söylediği açıklaması gözardı edildi. Çünkü bu açıklama İran’ın, İslam’ın ve Müslümanların kötü gösterilmesi kampanyasına uymuyordu. Baraday, İranlılar tarafından kandırılmakla suçlandı.

Bütün bunların yanında iyi şeyler de oluyor. 18 Eylül 2009 tarihinde UAEK Genel Konferansı İran’ın desteklediği bir teklifi kabul etti. Bu karar uyarınca Siyonist devletin NPT’yi imzalaması isteniyordu. Siyonist temsilci bu kararı görmezden geldi ve ülkesinin böyle bir kararı kabul etmeyeceğini açıkladı. ABD temsilcisi Glyn Davies ise İsrail’in NPT’yi imzalamasını ve nükleer tesislerini uluslararası denetime açmasını isteyen böyle bir yaklaşımın oldukça siyasi olduğunu ve Ortadoğu gerçekliğiyle bağdaşmayacağını söylüyordu. Birbiri ardınca gelen ABD rejiminin temsilcileri her ortamda İran’ın meşru ve barışçı nükleer programının dünya barışını tehdit ettiği hakkında çığlıklar atıyorlar. Bu arada İsrail’in 200’den fazla nükleer silahı tartışmanın dışında ve onun nükleer programı denetlemeye açık değildir. ABD-Batı ikiyüzlülükte oldukça pervasızdır. Batı’daki hiçbir medya kuruluşu UAEK’nin 18 Eylül tarihli kararına gereken önemi vermedi. İnternette google’da yapılan bir araştırmada sadece Çin, Arap ve İran medyalarının bu karara gereken önemi verdikleri belirtildi.

Aynı zihni yaklaşım Lübnan ve Filistin’de halklarının hakları için mücadele eden Hamas ve Hizbullah İslami hareketlerine karşı da sergilenir. Bunlar ABD’ye doğrudan saldırmamalarına rağmen terörist kuruluşlar olarak etiketlendiler. Bu husus ABD politikaları üzerindeki Siyonist etkiyi gösterir. Bu husus Hamas örneğinde daha barizdir. 2006 Şubatında Hamas, Filistin seçimlerini kazandığında Batılı hükümetler Filistin’e verdikleri mali fonları hemen durdurdular. Bunun sebebi İslami hareketin Filistin bölgesini kontrol altına alacağı gerçeğiydi. Bu örnek ayrıca Batı’nın demokrasi, seçimler ve insanların tercihine saygı gösterme konusundaki ikiyüzlülüklerini ifşa eder. Batı için demokrasi, istediğinin kazanmasıdır.

Medyanın rolü daha da utanç verici olmuştur. Medya, hükümetlerin yalan beyanlarını ifşa edeceği yerde bu beyanları abartarak verir ve Müslümanları hedef gösterir, onları kötüler. İslamofobiyi yaygınlaştırmak bunu başarmanın en hızlı yoludur.

İslamofobinin ortaya çıkan etkileri ABD’deki Müslümanlar için yıkıcı olmuştur. Hizbullah ve Hamas’ı terörist kuruluşlar olarak yaftalamak ABD’deki bir dizi hayır kurumunu etkilemiştir. Bu kurumlar yıllar boyunca zekât ve bağışları toplayarak Filistin ve Lübnan’daki dul ve yetimlere gönderdiler. 11 Eylül’den sonra başta Kutsal Topraklar Vakfı olmak üzere birçok hayır kurumu hedef alındı. Bu kurumlar terörizmi desteklemekle suçlandılar. Onlar Siyonist vahşet yüzünden muhtaç duruma düşen ailelere yiyecek ve diğer yardımları temin ediyorlardı. Yüz binlerce doları bulan para cezaları yüzünden Müslüman hayır kurumları kapatıldı ve bütün Müslüman yöneticileri uzun süreli hapis cezalarına çarptırıldılar. Öyle görünüyor ki ABD’de ve Batı’da dinlerini uygulamaları bir suç olarak görünüyor.

Siyonist akademisyenlerin uğraşıları bu tarz politikaları başarılı kılmaktadır. Bu akademisyenleri isim isim bilmekte yarar vardır. İslamofobi kampanyasının önde gelen ismi Daniel Pipes’tir. Bu isim Siyonist ve aşırı bir şekilde İslam karşıtıdır. O, Campus Watch isimli bir internet sitesine sahiptir ve bu sitede Filistin yanlısı akademisyenlerin isimlerini yayınlar. Pipes ve arkadaşı Steve Emerson’a İslam karşıtı görüşlerini dile getirmeleri için gazetelerde düzenli olarak yer verilir ve televizyonlara çıkartılırlar. Diğer İslam karşıtı kişiler Anne Coulter, Bill O’Reilly ve Sean Hannity’dir. Son ikisinin Avustralyalı Siyonist Rupert Murdoch’un sahibi olduğu Fox News televizyonunda kendi şov programları vardır.

Önde gelen düşünce kuruluşlarına İslamofobiyi yaygınlaştırmaları için baskı yapılmaktadır. Rand Corporation, American Enterprise Institute ve Siyonistlerin hâkim olduğu düşünce kuruluşları da aynı amaca hizmet ederler. Pentagon, Minerva Research Iniative isimli programla kendi çalışmasını yapar. Pentagon önde gelen Amerikan üniversitelerindeki profesörleri Amerika’nın propaganda faaliyetlerini geliştirmeleri için mali olarak destekler. İlim adamı ve yazar James Petras, bu konuyla ilgili görüşlerini Information Clearing House isimli blogda dile getirdi. İmparatorluğun bilim adamları en az 14 projeye katıldılar. MRI’nın parası psikologlara, siyaset bilimcilerine, antropologlara, ekonomistlere, teoloji profesörlerine, halkla ilişkiler uzmanlarına, çalışma ekonomistlerine ve hatta nükleer fizikçilere oldukça cazip geldi. Bu bilim adamları MIT, Princeton, San Diego’daki California Üniversitesi ve Arizona Devlet Üniversitesi isimli üniversitelere mensuplardı.

İslamofobi gerekli ürünlerin yetiştirildiği verimli bir arazidir. Medya ve akademik çevreler bu kampanyanın gönüllü maşalarıdır. Bu kampanyanın kurbanları ise ABD’deki ve dünyanın diğer yerlerindeki Müslümanlardır.

 

*- Bu kitabın çevirisi Pınar Yayınları tarafından Haberle- rin Ağında İslam ismiyle 1984’te yayınlanmıştır.

Çev: Murat Yörükoğulları / Crescent, Kasım 2009

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR