1. YAZARLAR

  2. Ahmet Emin Dağ

  3. Barış Sürecinin Ekonomi Politiği

Barış Sürecinin Ekonomi Politiği

Ocak 2005A+A-

1991 yılında İspanya'nın Madrid kentinde başlayan Ortadoğu Barış Süreci, iki önemli dönüşüm hedefini gösteriyordu:

1) "Toprak karşılığı barış" ilkesi çerçevesinde pazarlıklar yürütülecek ve İsrail ile Arap ülkeleri arasındaki ilişkiler bu ilke ile normalleşme sürecine sokulacak.

2) Bu normalleşmenin ardından İsrail ile Arap ülkeleri arasında bölgesel bir ekonomik kalkınma işbirliği ve koordinasyon biçimi geliştirilecek, ardından Ortadoğu bölgesi, tüm bölge ülkelerinin eşit biçimde istifade edeceği yüksek ekonomik kalkınma hedefiyle birbirine bağlanacak.

Diğer taraftan, bölgedeki Arap ülkelerinin içinde bulunduğu ekonomik geri kalmışlık ve bunun sosyal sonuçlarının İsrail ve ABD karşıtı akımların ekmeğine yağ sürdüğü yaklaşımından yola çıkan Batılı ülkeler, ekonomik alandaki yükselişin doğal olarak muhalif akımları da zayıflatacağını düşünüyordu. Batılıların ekonomik alandaki ısrarlarının en temel sebebi kâr hırsının yanı sıra güvenlikle yakından ilgili olan bu kısmıydı. Bu strateji çerçevesinde, Mısır, Suriye, Lübnan, Ürdün ve Filistin'den oluşan Arap ülkelerinin her biri ile İsrail arasında yapılacak ayrı ayrı barış pazarlıklarına paralel biçimde "çok taraflı" bir ekonomik entegrasyon süreci beraber yürüyecekti. Madrid görüşmelerinde bu bölgesel entegrasyon için üç temel ekonomik alan belirlendi:

a)            Ekonomik kalkınma,

b)            Su,

c)            Çevre.

1993 yılında imzalanan Oslo Anlaşması'ndan birkaç hafta sonra oluşan uygun ortam sebebiyle harekete geçen ABD, 42 ülkenin katıldığı uluslar arası bir konferans topladı. Bu toplantıda Batı Şeria ve Gazze'nin ekonomik imarı için, bir fon oluşturulması ve bu fonun gerekli yerlere harcanması için uygun mekanizmaların kurulması kabul edildi.

Hemen ardından 1994 yılında gelen Ürdün ve İsrail Barış Anlaşması (Vadiyü'l-Arap) ardından, ABD'nin önceki yıllarda öngörmüş olduğu çok taraflı barış süreci yöntemiyle ekonomik güvenlik ortamının oluşturulması konusunda yeterli sürate ulaşılamayacağı görüldü. Bunun üzerine bölgesel çapta yeni bir ekonomik düzen inşası için geniş katılımlı zirveler süreci başlatıldı.

Ortadoğu ve Kuzey Afrika Ekonomik Zirvesi adıyla ilki 1994 yılında Fas'ın Darü'l-Beyda kentinde toplanan zirvelerin ikincisi 1995 yılında Ürdün'ün başkenti Amman'da, üçüncüsü 1996 yılında Mısır'ın başkenti Kahire'de ve dördüncüsü de 1997 yılında Katar'ın başkenti Doha'da yapıldı. Ortadoğu çapında daha önce hiç görülmemiş çapta toplanan ekonomik eksenli bu zirveler zinciri, bölge liderlerini, başbakanları, işadamlarını ve akademisyenleri ile gelişmiş ülkelerden emsallerini bir araya getirdi.

İsrail'in ana eksene oturtulduğu bu ekonomi zirvelerine tüm Arap ülkeleri iştirak ederken toplantıların temel hedefi tüm Ortadoğu pazarını entegre hale getirmek ve bu şekilde Arap-İsrail barışının ekonomi ayağını güçlendirmekti. Nihai anlamda da bölgedeki devletçi ekonomileri çözerek Batılı ülkelerin liderliğinde yürütülen uluslararası pazarlarla uyumlu hale getirmekti. Uluslararası zirveler sırasında hükümetler düzeyinde yasal ve pratik alt yapıya kavuşturma hedefi gizlenmeyen bölgesel bir ekonomik işbirliğinin kurumsal hüviyetinin çerçevesi belirlendi. Buna göre İsrail dâhil bölgenin tüm ülkelerinden hükümet temsilcilerinin oluşturduğu bir merkezî komite, yine buna bağlı olarak bölgesel çapta uygulanabilir projelerin belirlenmesiyle ilgilenecek icra sekreterliği oluşturuldu. Bir sonraki halkada da ticaret odalarını bir araya getirecek Ortadoğu çapında bir şemsiye ticaret odası, ticarî işlemler kurulu, bölgesel turizm kurulu gibi alt birimler ön görüldü.

Tüm bunların pratiğe yansımasında yardımcı olmak üzere ise Ortadoğu ve Kuzey Afrika İşbirliği ve Kalkınma Bankası'nın kurulması programa alındı. Aynı sıralarda Batılı, Arap ve Yahudi iktisatçılar devletçi ekonomilerin ve merkezî denetimin sıkı uygulandığı iktisat politikalarının hâkimiyetindeki Ortadoğu'da yapısal dönüşümün Batı'nın istediği biçimde gerçekleştirilebilmesi için alt düzeyde toplantılara kafa yormakla meşguldü. Bu zihin antrenmanlarında temel kaygılar, enerji, ulaştırma, telekomünikasyon, çevre, karşılıklı işgücü ve sermayenin serbest dolaşımı gibi yan konularda da ortak kanaatler oluşturmaya ağırlık veriyordu.

Artık Yeni Ortadoğu Düzeni'nin ayak sesleri daha gür geliyordu. Düzenin tıkır tıkır işleyeceği konusunda hem Araplar hem İsrail tarafında yaşanan iyimserlik, Batılıların Ortadoğu'ya düzen verme cesaretlerini kamçılamıştı.

Barış Sürecinin ABD iteklemesiyle ilerlediği 1993–1994 dönemindeki ekonomik entegrasyonun asıl nüvesini İsrail ekonomisi ile Filistin ve Ürdün ekonomilerini birbirinden ayrılmaz bir bütün haline getirme düşüncesi oluşturuyordu. Bu amaçla Harward Üniversitesi'ne bağlı John Kennedy Okulu, Filistin, Ürdün ve İsrail'den ekonomistleri davet ederek Amerikalı ekonomistlerin gözetiminde ülkelerinin ekonomik geleceği konusunda ortak çalışmalar yaptırdı.

ABD öncülüğünde yürütülen üçlü ekonomik işbirliği girişimi, paralel giden barış görüşmeleri ve anlaşmalarla ivme kazandı. Hatta İsrail gazeteleri bile artık bu üçlü yaklaşımın Yeni Ortadoğu'nun ilk nüvesi olmasına kesin gözüyle bakmaya başlamıştı bile. ABD ve İsraillilere göre bu üçlü işbirliğinin ekonomik alanda göstereceği performans, gelişme ve başarı, yaşanan tüm ılımlı sürece rağmen İsrail ile ilişkilerini normalleştirmede mütereddit davranan diğer Arap ülkelerini cesaretlendirecekti. Nitekim 1995 yılında yapılan Amman Ekonomi Zirvesi'ndeki kulislerde Filistin'in yeni bir Singapur olacağı, Ürdün'ün tıpkı Avrupa Birliği entegrasyonunda Belçika'nın rolüne benzer şekilde Yeni Ortadoğu'nun ekonomik entegrasyonunda merkez ülke haline geleceği kehanetleri uçuşuyordu.

Kısacası 1990'lı yılların ortalarında herkes bölgede ekonomik bir mucize bekliyordu.

Ama yaşanan süreci tanımlamak için kullanılan tüm bu kavramlar ve girişimler sırasında gözden kaçan çok önemli bir gerçeklik, bölgede barış ve ekonomik kalkınma rüyasının ortasında bir kâbus gibi varlığını koruyordu. O gerçeklik, 1991 yılından beri yapılan tüm bu iddialı adımların Filistin ve Ürdün halkları başta olmak üzere bölgedeki Arap halklarının yaşam standardında en ufak bir ilerleme getirmemiş olması idi. Hatta daha kötüsü, Filistin'deki kişi başına düşen millî gelir oranı, İsrail ile barış sürecinin başladığı yıldakinden daha kötü duruma gerilemiş, işsizlik artarken fakirlik oranı yükselmişti. Filistin'de kişi başına millî gelir 1990'lı yılların sonuna doğru, İsrail ile barış anlaşması imzaladığı tarihten (1993–1994) yüzde 4 oranında daha düşüktü. Ürdün'de ise 1991 yılındaki Körfez Savaşı'nda yaşanan büyük ekonomik çöküntünün yapılan barış restorasyonu ile düzelmesi beklenirken, İsrail ile barışmasından sonra 1990'lı yılların sonuna doğru Ürdün ekonomisi önceki yıllardan daha kötü durumda idi ve işsizlik oranı yüzde 20'lerin üzerine çıkmıştı.

Aynı dönemde, yani barış süreci ve Ortadoğu ekonomi zirveleri (1994–1997) döneminde İsrail ekonomisi, en son 1950'lerde yaşadığı büyük bir ekonomik canlanmaya şahit oluyordu. 1990'lı yıllar boyunca ve özellikle de 1993 yılındaki Oslo Anlaşması'ndan sonra yıllık yüzde 6 gibi büyük ve bir o kadar da istikrarlı gelişme gösteren İsrail ekonomik göstergelerinde 1992'de kişi başına gelir 1200 dolar iken, 1990'ların sonunda kişi başına millî gelir on katından daha fazla artarak 16 bin dolara yükseldi.

Barış adına yürütülen bu ekonomik hokkabazlıkta bir şeylerin ters gittiği kesindi. Çünkü yaşanan ılımlılaşma süreci boyunca iki tarafın da taviz verdiği ve bu tavizler ardından gelecek ekonomik canlanmanın nimetlerini beraberce paylaşacakları vurgusu yapılıyordu; ama Filistin tarafında hemen hiçbir gelişme olmadığı gibi kötüleşme de göze çarpıyordu.

1994 yılında FKÖ ile İsrail arasında imzalanan Ekonomik Protokol ile 1995 yılında Ürdün ile İsrail arasında imzalanan Ekonomik İşbirliği Anlaşması, resmiyette iki taraf ile (Filistin ve Ürdün) İsrail arasındaki ticaret hacminin karşılıklı iki katına çıkarılmasını ön görüyordu. Ama kâğıtlarda yazılan ile fiiliyatta gerçekleşen birbirinin tam tersi yönde gelişti. Barış anlaşmasından sonra İsrail'in Filistin'den aldığı ürünlerde tek kuruşluk bir artış olmaz iken, Filistin tarafının İsrail'den yaptığı ithalat, barış süreci öncesine göre birkaç katına yükseldi. Bu sadece Filistin ekonomisinin zayıflığından kaynaklanmıyordu. Bilakis İsrail tarafı, Filistin'den mal almamak için özel bir gayret gösterdiği gibi, Gazze'den yapılacak mal satışlarının önüne geçmek için ekstra önlemler aldı. Filistin tarafından gelen geçişleri sıkılaştırarak denetimleri fazlalaştırdı. Ürdün tarafı da çok geçmeden İsrail'in Ürdün mallarına koyduğu kota kararı ile şok yaşayacaktı. Ürdün'ün en iddialı olduğu ziraat ürünlerini kabul etmeyen İsrail, gerekçe olarak sağlık koşullarını öne sürdü.

İsrail tarafı, gerek Filistin'den ve gerekse Ürdün'den gelen mal girişlerinde kendi ürünleri ile rekabet edebilecek bir ticaret malı olduğunda zorluk çıkarmaktan kaçınmadı. Eğer bu iki ülkeden gelen mallar kendi üretimi için zorunlu mallar ise tüm gümrük işlemleri yarım saatte hallediliyordu. Tam tersi ise, saatlerce ve günlerce sınırda bekletiliyordu. Hatta 1998 yılına gelindiğinde İsrail gümrük kapılarında kızgın güneş altında bekleme sebebiyle ziyan olan Filistin ürünlerinin oranı yüzde 50'lere ulaşmıştı.

Peki, tüm bunların sebebi neydi. Yani ABD ve İsrail 1991'den beri dillerine doladıkları Yeni Ortadoğu sloganında belirttikleri ekonomik entegrasyondan, karşılıklı işbirliğini değilse neyi anlıyordu?

Tüm bu ekonomi politik gelişmelerden üç acı sonuç ortaya çıkmıştır:

1.            ABD, barış sürecini kullanarak İsrail üzerindeki Arap kuşatmasını seyreltmiş ve İsrail ekonomisinin manevra alanını açmıştı. İsrail üzerindeki ambargolar gevşerken, İsrail malları Arap pazarlarına kolaylıkla girmeye başlamıştı.

2.            Barış sürecinin sağladığı ortam Batılı firmaların Filistin'e değil İsrail'e yatırım yapmalarını kolaylaştırmıştı. Zira Arap ambargosuna maruz kalmaktan çekinen birçok firma, önceki yıllarda İsrail'e doğrudan yatırım yapamazken, barış süreciyle birlikte bu durum değişmişti. 1991'te İsrail'deki yabancı yatırım oranı 400 milyon dolar iken, 1990'ların sonunda on kat artışla 4 milyar doları buldu.

3.            İsrail, uluslar arası pazarlara açıldı. Daha önceki yıllarda Arap-İsrail dengesini dikkate alarak soruna taraf olmamak için İsrail ile ilişki kurmamış olan birçok ülke, barış süreciyle birlikte İsrail'e kapılarını açtı. Nitekim Oslo Anlaşması'ndan sonra İsrail tam 20 ülke ile diplomatik ilişkiye geçmiş; İsrail'in 1993'ten sonra Asya ülkelerine yaptığı ihracat yüzde 33 artmıştı.

Bugünkü rakamlarla İsrail'in millî geliri 120 milyar doları aşarken, kişi başına millî gelir 19 bin dolarla birçok Avrupa ülkesinin dahi üzerine çıkmıştır. İsrail barış sürecine başladığında kişi başına millî gelir 7 bin 400 dolar civarında idi. Bunun anlamı, 15 yılda İsrail'de yaşayan Yahudilerin iki buçuk kat daha fazla zenginleşmiş olduğudur.

Filistin'in millî geliri ise 2,9 milyar dolar ile İsrail'in neredeyse kırkta birine denk gelirken, kişi başına millî gelir 830 dolar ile İsrail'deki kişi başına millî gelirin on beşte birini ancak buluyor. Filistinliler 1991 yılında barış sürecine başladıklarında kişi başına millî gelirleri yaklaşık 890 dolar idi. Yani bugünkünden 60 dolar daha fazla.

Rakamların dilini tercüme etmek gerekirse, barış süreci İsrail'i zenginleştirirken, Filistin'i fakirleştirmiş, böylece barış sürecinin bölgeyi zenginleştirdiği yalanı 15 yıl sonra acı biçimde ortaya çıkmıştır.

(Makaledeki rakamlar;  Londra'da Arapça yayınlanan haftalık haber dergisi Al-Wasat'ın 431'inci sayısından ve CIA'nın dünya ülkelerinin durumuna ilişkin World Factbook 2005'ten alınmıştır.)

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR