1. YAZARLAR

  2. Musa Üzer

  3. Aydın Karakteri ve Suriye Üzerine Yanlış Tezler

Aydın Karakteri ve Suriye Üzerine Yanlış Tezler

Kasım 2012A+A-

Türkiyeli Müslümanların bünyelerindeki hastalıkları, çelişkileri, tutarsızlıkları, bitimsiz korkuları, kişisel ihtirasları vs. göstermesi açısından birçok kişi Suriye direnişinin turnusol görevi gördüğüne inanıyor. Zalim bir yönetime karşı mazlum bir halkın kıyamı karşısında Müslüman bazı kişi ve grupların itham, iftira, karalamaya başvurmaları, direnişe destek olma yerine objektif olarak zalimlerin safında olmalarına yer açacak söz, tavır ve davranışlarda bulunmaları ya da pasifizmin içinde yer almaları geçiştirilebilecek basit bir olay olmasa gerek. Adaleti ikame etme, zulme ve haksızlığa karşı çıkmanın kimliğinin önemli umdelerinden biri olduğuna inanılan bir camia içerisinde birilerinin çeşitli taktik operasyonlarla zalimlerin yanında yer alması bu açıdan önemle üzerinde durulması gereken bir meselemizdir. Geçmişte bazısı fark edilip ama dillendirilmeyen bazısı da yeni fark edilen bu olumsuz özelliklerin tespiti acıtıcı olsa da olumluluktur. Hak edilmemiş konum ve statülere Müslümanların katkılarıyla gelenler bu durumun ilânihaye süreceğini düşünüyor olmalılar ki konumlarını sorgulamaktan imtina ediyorlar.

Suriye direnişini yazılarıyla, konuşmalarıyla karalayan, mahkûm eden, direnişin temel dinamiklerini ve gerçekleri açık ya da örtülü biçimde çarpıtan “İslamcı aydın”ların varoluşu üzerinde derinlikli ve kalıcı bir mücadele hattı oluşturma derdi olan Müslümanların esaslı bir şekilde durması gerekiyor. Eleştirilmekten hoşlanmayan ama kendileri dışındaki Müslümanları kıyasıya eleştiren, bir varoluş savaşı veren Müslümanların mücadelesine en azından saygı duymayan bu aydın-üstadların varoluşlarının meşruiyeti mutlaka sorgulanmalıdır.

Bu yazıda Suriye direnişi başladığı günden beri yazı ve konuşmalarıyla ‘eleştirel pozisyonu’ tercih eden Ali Bulaç’ın görüşlerini değerlendirmeye çalışacağız. Bulaç’ın görüşlerine geçmeden evvel İslamcı aydınların konumuyla ilgili bazı tespitlerde bulunmak gerekiyor.

İslamcı Aydınların Zihin Dünyası

Türkiyeli Müslümanların cemaatsel, ideolojik, usulu’d-din, mücadele gibi temel konularda hafife alınmayacak boyutta zaaf ve eksikliklerinin olduğu hatta bazılarına sahip bile olamadıkları gerçeğine, kaygı sahibi her Müslüman vakıftır. Bahsedilmesi gereken diğer bir esaslı sorun ise Müslümanlara yazılarıyla konuşmalarıyla yön vermeye çalışan İslamcı aydın, yazar ya da üstadların bir türlü değişmeyen vaziyetleridir.

Siyaset, devlet, toplum, emperyalizm, devrim, iç ve dış gelişmeler karşısında ortaya konulan ürünlerin sorunlu mahiyeti, doğru tavır ve politika belirlemede takoz vazifesi görmesi İslamcı aydınlar üzerine genel bir değerlendirmeyi gerekli kılmaktadır. Sorunun sadece tekil olaylar üzerinde yapılan yanlış değerlendirmelerden ibaret olmayıp daha derinlerde zihin dünyası ve varoluşla alakalı olduğunu en başta vurgulayalım.

Kategorik bir tanımlama olarak İslamcı aydın-yazar ya da üstad gibi tanımlamaların Müslümanların kavramsal dünyasında yerinin olup olmadığıyla asıl mesele başlıyor. Problemin temeli, üzerinde durduğumuz zeminle alakalı. Kendisini sadece yazmakla ve konuşmakla yükümlü gören bireysel varoluş başlı başına sorundur. Bu problemli varoluş doğal olarak dünyayı tanıma ve tanımlama noktasında da kendini gösterecektir. Tarihsel tecrübede yer almış yanlış âlim anlayışı, avam-havas ayrımının etkilerini taşıyan aydın-üstad kabulü aynı zamanda modern paradigmanın teori-pratik ayrımını esas alarak sadece teorisyenliği makbul görüyor. Dünyayı değiştirmek değil dünyayı yorumlamak üzerine kurulu bu zihin, dolayısıyla imtihan dediğimiz bizatihi ‘amel’i içeren dünya hayatında eksen kayması yaşıyor.

Türkiyeli Müslümanların bir İslamcı aydın sorunundan bahsetmek; siyasal-sosyal, kültürel, ekonomik olgu ve gelişmeleri anlama, tanımlama, pozisyon belirleme sorunundan bahsetmek demektir. İster fert ister cemaatler planında olsun neticede herkes hayatı tanımlayan, anlamlandıran önermelerinin maddi öğelerini bir yerden alır. Bunun bir kısmı da haliyle İslamcı aydınların ürünleri olmakta. Hayatı fert, daha doğrusu birey olarak yaşayan kişiler için anlaşılabilir bu durum cemaatler söz konusu olduğunda büyük bir zafiyet demektir. İslami bir cemaat gerek müntesiplerini gerek muhatap olduğu toplumu fikrî yönden besler, yönlendirir. Bilgi sorununu ihtiyaç duyduğunda ithal ikameci yöntemle halletmez. Cemaatlerin kronikleşmiş bu zaaflı durumu İslamcı aydın-üstadların etki ve nüfuz alanını genişletmekte ve güçlendirmekte. Bilgi, inanç, eylem bütünlüğünü sağlayamamış, yakın zamanda da sağlaması zor görünen cemaatlerin bu durumu üzerinde ayrıca durmak gerekiyor.

İslamcı aydınların en temel sorunu sadece cemaat ya da mücadele pratiğinden yoksun olmaları değildir. Bilgi gibi temel bir problemleri daha var. Yani en iyi yaptıkları zannedilen alana ilişkin de esaslı problemleri bulunmakta. Aydın ya da entelektüel denilen kişiliğin dünyanın yorumlanması işinde herkesin önünde olmalarını sağlayan “özgün” bilgiye sahip oldukları varsayılır. İslamcı bir aydının ürettiği bilgi diğer dünyaların ideolojilerine müntesip aydınların ürettiği bilgiden mahiyet açısından özgünlük derecesinde farklı olmak zorunda. Liberal, sol-sosyalist, ulusalcı aydınların bilgisiyle, İslamcı aydının “ürettikleri” aynı ise bunu normal bir durummuş gibi görmek mümkün değildir.

İslamcı aydın nasıl ve hangi bilgiyi ne şekilde üretiyor? Bilgiyle ne tür bir ilişki kuruyor? Bilgi kitlelere aktarılırken hangi ahlaki parametreler belirleyici oluyor? Bir İslamcı aydın örneğin Suriye’de Baas zulmüne karşı kıyam eden Müslümanların emperyalist güçler tarafından ortaya çıkartılıp sahaya sürüldüğü ‘bilgisini’ veriyor. Bu bilgide en az üç taraf var: Baas güçleri, emperyalist güçler ve Müslümanlar. Bir ilişki ortaya atılarak Müslümanlarla emperyalistler arasında kullanılmaya dayalı bir hukuktan söz ediliyor. İddia çok ciddi. Bir Müslümanın ahiretini tehlikeye atacak kadar büyük olan bu iddianın maddi delilinin de dolayısıyla en az iddia kadar büyük olması aklen de ahlaken de gerekiyor. Peki, böyle mi gerçekten? Deliller gerçekte ciddiye alınıp değerlendirilmeyecek kadar çürük. Ya da bir başka İslamcı aydın hemencecik Suriyeli muhaliflerin emperyalist güçler tarafından milyon dolar yardım aldığı ‘bilgisini’ halka arz ediyor. Delil mi? Batı’da yayınlanan bir dergide yazılanlar. Aynı üstad benzer iddiayı 2009 Cumhurbaşkanlığı seçimlerinden sonra İran’da günler süren eylemleri yapan reformcular için de kullanmıştı. Dolayısıyla olay ve olguya bakarak değerlendirme yerine kurulmuş plak gibi hep aynı şeyi bilgi diye sunma alışkanlığı var.

İnsan, vakaya ilişkin bilgiyi nasıl elde eder? Birincisi bizzat vakanın içinde yaşayarak, görerek, hissederek, müşahede ederek elde eder. İkincisi kendisiyle aynı anlam dünyasına sahip insanların, yani emin, güvenilir unsurların aktarımlarını esas alır. Üçüncüsü taraf durumu belirsiz kişilerin lehte ya da aleyhte fark etmez aktarımını çelişki-tutarlılık kriterleriyle birlikte veri olarak değerlendirmeye tabi tutar. Diğer bir unsur olarak da karşı tarafın aktarımlarını dinler. Bütün bu bilgi edinme kanallarına bakıldığında en makbul olanın içinde olmak, hissetmek ya da kendinden olanın bilgisine güvenmek olduğu aşikârdır. Sadece yazmanın ve konuşmanın makbul olduğu bir dünyaya talip olmak karşımıza ruhunu kaybetmiş, hayata karşı umursamaz tavırlar içerisinde olan bir insanı çıkaracaktır. Dünyaya, hayata ilişkin ne kadar çok egosantrik şeyler söylerse o kadar çok aydın-üstad iktidarını pekiştirecektir. Zaten her daim “Üstad söylüyorsa vardır bir hikmeti!”, ne söylerse söylesin “Hocam, üstad yine acayip tespitler yapmış!” demek için çırpınan kişilerden müteşekkil bir camia var maalesef.

Müslüman açısından bakıldığında kişi her daim nefis muhasebesi yapmak zorundadır. Acaba neyi niçin yazıyorum ya da yazmıyorum? Yazdıklarımın hesabını nasıl vereceğim? Ağır bedeller ödeyen kardeşimi mahkûm etmek ya da onun uğradığı duruma kayıtsız kalmak ruz-i mahşerdeki mutlak adalet divanındaki duruşmayı çetin kılmayacak mıdır? Nefis muhasebesi, özeleştiriden hoşlanılmıyorsa o zaman Albert Camus’un dediği gibi aydın “zihni kendi kendisini gözleyen kişi” olsun ki Regis Debray’ın de belirttiği gibi “kendilerinden önceki ruhani ciddiyetle kendisinden sonraki reklamcılığın çığırtkanlığı arasındaki orta yolu” takip etmesin. Mücadelenin içerisinde aktif olarak yer almaktan, eylem alanlarında kardeşleriyle birlikte hakkı haykıran sloganlar atmayı kendisine zül sayan zihinsel dünyasına Edward Said’in ilerlemiş yaşına rağmen İsrail askerine taş atan resmini göstersin.

İslamcı aydının malzemesi olan bilgi, genel tanımla kişinin bir amaçlı çabası neticesinde, özneyle nesne arasında kurulan ilişkinin sonucu olan şey’dir ya da bir şeyin ardına, bilincine varmadır; bir şeyle çaba yoluyla kurulan tanışıklık; doğruluğu mevcut öznel ve nesnel koşullarda, gerekli ve yeterli sayılan delillerle temellendirilmiş önermelerle ifade edilen bilinç içeriğidir. Acaba gerçekten İslamcı aydın çaba sarf edip bir şeyle yakınlık, tanışıklık kurmayı sağlayacak bir performans sergiliyor mu? Ya da önermelerinin tutarlılığına, geçerliliğine dikkat çabası içerisinde gerekli ve yeterli delilleri buluyor mu? Ne yazık ki hayır! İslamcı aydınların ekserisi entelektüalizm hastalığına tutulmuştur. Zihnini bilginin ve eylemin tek gerçek ilkesi görüyor. Ürettiği önermelerin, tezlerin olgusal gerçekler karşısında öncelikli ve üstün olduğunu düşünüyor. Oysaki vakadan, dış dünyadan duyular aracılığıyla alınan izlenimlerden bağımsız bir şekilde sadece zihne dayalı bilgiyi biricik kaynak görmek temel bir yanlıştır. Maalesef aydınlarımız hakikati görmesini engelleyen kibir hastalığına tutulmuştur. Ahlaki değeri ne olursa olsun farklı olanı söyleme derdine düşmüştür.

Ruhunu kaybetmemiş, bedel ödemiş ve bedel ödemeyi göze alan; olgu ve olaylar arasındaki illiyet bağını yaşayarak, içinde olarak, tanışarak, görerek, sorarak, bir düşünüp bin söylemeyerek tespit eden; kardeşleriyle birlikte omuz omuza alanlarda, sokakta olan; bilgi, inanç ve eylem bütünlüğü perspektifinden taviz vermeyen ehl-i kalem insanları aramak çok mu lüks acaba? Müslüman halkların varoluş mücadelesini sorumsuz bir şekilde tartışan, adeta onlara basit birer nesne muamelesi yapan, kitlelerin kendisini feda etme cesaretini yok sayan ya da küçümseyen tembellik erbabı konformistlerden arınmış bir ortamı sadece özleyecek miyiz? Eleştiriden ve farklı düşünceden çekinen, kendi sözünü aşırı önemseyen, uzaktan bakıldığında derin bir filozofik ve ilahi veçhe görüntüsü verdiklerinden dolayı ciddi gibi görünen fakat yakından tanındıkça sıradanlıkları bal gibi sırıtan İslamcı aydın tipi yıllardır mahallede istediği gibi cirit atmakta? Vakayla ilgili bilgilendirmeler sonrasında “Ben böyle bilmiyordum!” denilmesine rağmen hiçbir şey olmamış gibi aynı klişe tekrarlanıyor. Oysa bu türkü burada bitmeli! İslamcı aydın kavramsallaştırmasını kabul edenler zalimlere karşı ölüm kalım savaşı veren, kendini medya ortamlarında, gazetelerde, dergilerde savunma imkânı bulamayan yiğitlerin sesi olmalı, mücadelenin sesi olmak zorunda olduğunu bilmeli artık!

Suriye’yi Yanlış Okumaya Toplu Örnek

“Türkiye’de İslamcı aydın kimdir?” diye sorulsa herhalde birçok kişi ilk akla gelen isim olarak Ali Bulaç diyecektir. Bulaç, Suriye direnişi başladığı günden beri anlaşılması güç bir şekilde direnişi kıyasıya eleştiren, mahkûm eden yazılar yazdı. Son olarak da Ali Bulaç, Zaman gazetesinde 11 Ekim’de “Suriye’deki Hatalar: Yanlış Okuma”, 13 Ekim’de “Suriye’deki Hatalar: Temkinden Hariciliğe” ve 15 Ekim’de “Suriye’deki Hatalar: Kaos” başlığıyla üç yazı yazarak konuyla ilgili başından beri savunduğu görüşleri toplu olarak dile getirdi. Bulaç’ın bu üç yazıda ifade ettiği iddiaları tezler halinde değerlendirmeye çalışacağız.

Bulaç, Suriye’de yaşanan süreçle ilgili herkesin derece farkıyla payı ve herkesin hatası bulunduğunu söylerken büyük sorumluluğun Türkiye, İran ve Suudi Arabistan’da olduğunu söylüyor. Oysa Bulaç, yakın zamanlara kadar Suudi Arabistan yerine Mısır’a önemli sorumluluk yüklüyordu. İlk günden itibaren Türkiye, İran ve Mısır’ın sorunu çözeceğini söyleyen Bulaç tamamen temelsiz, tutarsız olduğu ispatlanmış bir tezi Mısır’ın yerine Suudi Arabistan’ı koyarak hâlâ tekrar edebiliyor. Bir araya gelmeleri neredeyse imkânsız olan üç ülkeden, üstelik bizzat savaşın içinde Esed’in suç ortağı iken İran’dan çözüm beklemek iyi niyetle bakarsak çok safça bir yaklaşım gibi durmuyor mu?

Aynı şekilde Ali Bulaç her nedense bugüne kadar bir kez olsun İran’ın büyük günahlarından hiç ama hiç bahsetmedi. Daha dikkat çekici olanıysa birinci derecede sorumlu olarak Esed’i görürken bir kez olsun Esed ve Baas zulmünü merkeze alan bir yazı yazmadı. Oysa vakanın müsebbibi asıl muhatap alınması gerekendir. Olguyu ortaya çıkaran aktöre değinmeden yan unsurları merkeze alarak bir siyaset dili geliştirmek daha baştan çözümsüzlüğe mahkûm olmaktan kurtulamayacaktır. Hırsızı değil de sürekli olarak ev sahibini suçlayan, ev sahibinin hatalarını bulma üzerine kurulu bir yaklaşım ne samimi ne de inandırıcı olacaktır. Hem Esed’i birinci dereceden sorumlu göreceksiniz hem de bugüne kadar Baas rejiminin işlediği zulümlerle alakalı yazı yazmayacaksınız. Enteresan değil mi?

Ali Bulaç’ın iddialarını madde madde ele alalım:

Birinci Tez: “Türkiye, Suriye’nin farklı dini, mezhebi ve etnik unsurlardan müteşekkil sosyo-politik yapısını yanlış okudu. Esed yönetimine karşı sivil-silahsız gösteriler başladığında Nusayri ve Hıristiyan unsurlar kimi zaman kaygılandı kimi zaman umutlandı ama ne zaman ki Körfez ülkelerinin aktif katılımıyla sivil muhalefet silahlı mücadeleye ve arkasından ülke iç savaş girdabına girdi, Nusayri ve Hıristiyan nüfus yönetimin yanına geçti. Ayrıca Sünni nüfusun kayda değer bir bölümü Esed’in yanında yer aldı. Türkiye, muhalefete bu iki unsura hukuk temelinde ve inandırıcı yollarla kontra teminatlar vermeyi telkin etmeliydi. Buna teşebbüs etmedi değil, ne var ki Körfez ülkelerinin silahlı provokasyonu bunu mümkün olmaktan çıkardı.”

İslamcı unsurların muhalefetin temel dinamiğini teşkil ettiği ülkelerde farklı azınlık ve kimliklerin muhalefet saflarına katılması gerçekleşmesi çok zor bir olaydır. Örneğin Mısır’da Kıptilerin durumu da benzer tartışmaları beraberinde getirmişti. Statüko güçlerinin etkili propagandaları ve geçmişte yaşanan bazı olaylar, üstüne bir de Batı dünyasında hâkim olan öteki kimlikleri İslamcılar üzerinden korkutmaya dayalı propagandalar çoğu zaman etkili olmakta. Dolayısıyla bir ülkede İslami muhalefet iktidar yürüyüşünü başlattığı zaman farklı azınlıklar ihtiyat, tedbir siyasetini takip ederler. Suriye’de de olan budur. Ama muhalifler başından itibaren Esed’in, İslamcıların iktidarında Hıristiyan ve Nusayrilerin katledileceği propagandasını boşa çıkarmak için muhalefetin yurtdışındaki en büyük oluşumu olan Milli Meclis’te bu unsurların temsili için de çaba sarf ettiler.

Direnişin silahlı mücadele safhasına geçişiyle ilgili Bulaç’ın yaklaşımı ise Suriye vakasını ne kadar yakından daha doğrusu uzaktan takip ettiğini göstermektedir. Tezini oluştururken Bulaç, sivil-silahsız gösterilerle her şeyin yolunda gittiğini ama o Körfez ülkeleri yok mu, onların bayram şekeri dağıtır gibi muhaliflere silah vererek direnişi mecrasından saptırdığını iddia ediyor. “Modelimiz Silahlı Mücadele mi?” başlıklı yazısında Tunus ve Mısır modelinin takip edilerek sivil gösterilerle yönetimin devrilmesi gerektiğini ve silahlı mücadeleye başvurulmasının yanlış olduğunu söylüyor. Tunus ve Mısır’daki muhaliflerin uyguladığı yönteminin işlemeyişi muhaliflerin suçu mu? Bu iki ülkede Suriye’deki gibi kitlesel katliamlar yaşandı mı? Tunus ve Mısır’da diktatörler kaç günde devrildi, insanlar ne çabuk unutuyor? Tunus’ta bir ay süren gösterilerin sonunda Zeynel Abidin Bin Ali ülkeden kaçtı; Mısır’da gösteriler 25 Ocak’ta başladı 11 Şubat’ta da Hüsnü Mübarek görevini bıraktığını açıkladı. Ki o dönem hatırlanacaktır, birkaç hafta süren bu süreç insana sanki bir ömürmüş gibi geliyordu. Neticede bedel gerektiren direnişler zor ve çetin geçiyor. Suriye’de insanlar en az 3 ay bu iki ülkedeki gibi direnişlerini devam ettirdiler. Kitle gösterilerinin ne manaya geldiğini bilen tecrübeli “İranlı devrimcilerin de” rehberlik ve yol göstericiliğiyle katliamla engellenmeye çalışıldılar. Her gün 10-20 kişi ölmesine rağmen gösteriler devam ettirildi. Niçin gösterilere izin verilmeyen ve kanla bastırılmaya çalışan Esed çetesi ve müttefikleri değil de onurunu her fırsatta korumaya kararlı Müslüman Suriye halkı suçlu olsun?

Dera’da, Humus’ta, Hama’da, Şam’da, Halep’te, İdlip’te halk gösteri yaparken Esed güçleri sanki halkın üzerine gül yağdırıyordu. Ali Bulaç, bu gösterilerde kaç insanın şehit edildiğini biliyor mu? Gösterilere katıldığı düşünülen insanların kaçırılarak başlarına gelenden haberdar mı acaba? Gösterilere katılan ya da organize eden kişilerin eşinin, annesinin, kız kardeşinin, kız çocuğunun başına gelenlerden haberdar mı peki? Bir gösteriden dolayı bütün bir mahallelinin cezalandırılmasının ne demek olduğunu biliyor mu? Gösteriler kendiliğinden değil elbette gayretli ve fedakâr bazı Müslümanların aktif sorumluluğuyla yapıldı. Kısa sürede gösterilerin yapıldığı yerlerde mahalli komiteler oluşturuldu. Bu komitelerin bir görevi de rejim güçlerinin saldırılarına karşı imkânlar ölçüsünde kendini savunmak idi. Saldırıların yoğunluğuyla birlikte kaçınılmaz bir şekilde insanlar ellerindeki basit silahlarla kendilerini korumaya kalktılar. Bu fıtri bir olaydır. Size tokat atana elinizi kaldırırsınız. Son derece anlaşılabilir ve doğal bir süreçte gelişen direnişin merhalesini anlamamak için gerçekten de muhalif kimlik ve pratikten çok uzak olmak gerekiyor ki zaten İslamcı aydınların en büyük sorunu da budur.

Bulaç’ın karanlık göstermeye çalıştığı Özgür Suriye Ordusu da yine aynı şekilde doğal bir süreç içerisinde kuruldu. Mart’ta başlayan gösterilerden yaklaşık 4,5 ay sonra 29 Temmuz 2011’de kuruldu. Peki, nasıl oldu? Kuruluş biçimini anlamak çok mu zor? Hayır! Gösterilerin sert bir şekilde bastırılması emrini veren Esed, halkın üzerine kurşun yağdırılmasını talep ediyordu. Düşünün; siz bir kışlada asker ya da komutansınız. Ve bulunduğunuz bölgede gösteri yapılıyor. Göstericilerin üzerine kurşun yağdırılması emri veriliyor. Buna bir şahit oluyorsunuz, iki şahit oluyorsunuz. Ne kadar dayanabilirsiniz? Neticede o eylemlerde yer alan insanlar sizin kardeşiniz, eşiniz, çocuğunuz, komşunuz en temel insani taleplerini dile getiriyorlar. Gösterilere müdahalede yeterli vahşilik performansını göstermediğiniz zaman da cezalandırılıyorsunuz. Onuru olan herkesin yaptığı gibi bazı erler ve komutanlar bulundukları konumları terk ederek direniş saflarına katıldılar.

Körfez ülkelerinin ayartmasıyla muhalefetin silahlı direnişe geçtiğini söylerken Ali Bulaç hangi bilgi ve belgeye dayanmakta? Hayatlarını ortaya koyan koca bir halkın iradesine hiç mi saygı duyulmaz? 40 yılı aşkın bir sürede Esed hanedanının zulmüne maruz kalan bir halkın ayağa nasıl kalktığını ve savunma örneklerini geliştirdiğini öğrenmek istiyorsa Suriyeli Müslümanlarla görüşebilir. Buna tenezzül etmiyorsa C. J. Chivers gibi yabancı gazetecilerin direnişçilerle görüşmelerini içeren makalelerini okuyabilir. Okusun ki basit silahlar ve av tüfekleriyle özellikle küçük şehirlerde mücadelenin yeni bir evreye geçişini takip edebilsin. Nasıl olsa İslamcı aydınlar yabancı makale ve haberlere itibar etmeyi pek severler. Ali Bulaç zahmet edip direnişçilerle görüşürse silahları nasıl, nereden, hangi zorluklarla temin ettiklerini rahatlıkla öğrenebilir.

Bulaç, direnişi silahlı mücadeleye, oradan iç savaşa teşvik edenin Suud, Katar, Amerika olduğu iddiasıyla ulusalcı, sol-sosyalist ve İrancıların iddiasını tekrarlıyor. Suriye’nin onurlu Müslümanlarını basit bir piyon, adi bir işbirlikçi ve akılsız bir güruh gibi resmeden bu yaklaşım ahlaki zaafıyla birlikte hiçbir analitik değer de taşımıyor. Üstelik asli günahı Esed-İran-Rusya hattına değil de başka ülkelere fatura ediyor. 20 aydır yaşanan katliamlara rağmen Suriyeli Müslümanların direnişi bırakmamalarının sebebi Katar’a, Suudi Arabistan’a olan güvenleri mi? Nasıl oluyor da Katar, Suud, Amerika’ya güvenerek insanların kıyam ettiğini düşünebiliyorsunuz? İslamcı aydınların katılmaktan korktukları ya da küçümsedikleri eylemlerde Suriyeli Müslümanların “Ya Allah Menne Ğayrek Ya Allah!” sloganını hiç mi duymadılar? Sayın Bulaç’ın Arapçası fena değildir; bu sloganın manasını bilir. Allah’a dayanarak varoluşu temellendirmenin derin manası üzerinde biraz tefekkür ederek Suriye meselesinin daha doğru anlaşılabileceğini bilmemesi mümkün mü?

***

İkinci Tez: “Irak işgali ve Amerika’nın çekilmesinden sonra bölgede bu ülkeler (İran, Irak, Suriye, Hizbullah) arasında bir ittifak hattı oluştu ki, İran’ın Suriye ile imzaladığı stratejik savunma işbirliği gereği bu ülkeyi yalnız bırakması beklenmemeliydi. Irak da elbette İran’la birlikte hareket edecekti. Lübnan’da ise Hizbullah olmadığı kadar etkin, Hizbullah’a rağmen Lübnan’ın Suriye’de muhaliflerin yanında yer alması hayli zor. Türkiye, sivil-silahsız muhalefetin koruyucusu pozisyonunda kalıp Körfez ülkeleriyle arasına mesafe koysaydı hem muhalefet, hem yönetim ve hem bölge ülkeleriyle diyalogunu sürdürür, şimdi sahneye giren Mısır’la her iki tarafın şahinlerini ve dış destekçilerini köşeye sıkıştırabilirdi. Gelinen noktada görünen gerçek şu ki, Suriye’de bu üç aktöre (İran, Irak, Lübnan) rağmen bir değişiklik yapılamaz, olsa da iç savaş devam eder, duruma göre bölgesel savaş çıkar.”

Tablo ne kadar güzel ve doğal bir şekilde anlatılıyor değil mi? Irak işgali ve Amerika’nın çekilmesinden sonra ittifak oluşmuş! Sanki Irak’a ikindi çayına misafirliğe gitmişti Amerikalılar. Neden ve niçin Ali Bulaç’ın önemsediği ‘direniş cephesi’ Amerikalı işgalcilerle savaşmadı. Niçin İran liderleri biz İslam topraklarının yabancı güçler tarafından işgal edilmesine karşı çıkacağız, bölge kan gölüne çevrilir demedi. Öyle ya şimdi Esed için söylüyorlar. Bulaç’ın çok önemsediği Şii merce-i taklidler, işgale karşı cihadın farz olduğunu belirten fetva kitaplarını mı kaybetmişlerdi. Amerika’nın sağladığı imkânlarla başa gelen Maliki bugün hiç utanmadan Suriye’yi emperyalist ve yabancı güçlerin karıştırdığını söyleyebilmekte, bunu illa birilerinin de görmesi için nasıl bir göze sahip olmak gerekiyor? Aynı Maliki Irak’ta Amerikan işgaline karşı mücadele veren direnişçilerin Suriye sınırından geçtiklerini iddia ederek Esed iktidarını suçlamış ve iki ülke arasında diplomatik kriz meydana gelmişti.

Siyasal-sosyal olay ve olguları analizde Müslümanların ufkunu açacak ciddi çalışmaları ortaya koyma becerisi gösteremeyen İslamcı aydınların en iyi bildikleri şey komploculuktur. Bütün gelişmeleri aslına bakarak tahlil etme yerine belirleyici, geliştirici, tayin edici gücün muhakkak bir dış güç olduğu kabulüyle hareket eden bu zihin neden Irak için de aynı şeyi söyleyemedi, söyleyemiyor? Suriye’de geleceğin emperyalistler tarafından şekilleneceğini söyleyip muhalifleri, Müslüman direnişçileri emperyalistlerin işbirlikçisi pozisyonuna sokanlar niçin gerçekleşmiş Irak tablosunu önümüze sermezler? Bir tarafta gerçek var, öbür tarafta ise gerçekleşme ihtimali. Yanlış anlaşılmasın, muhaliflerin emperyalistlerin istekleri doğrultusunda hareket ettiklerine asla ve kat’a ihtimal vermiyoruz. Sadece mantıksal çelişki ve tutarsızlığa dikkat çekmek istiyoruz. Her yerde her zaman her şeyi belirleyen Amerikan emperyalizmi teorisi, can düşmanı Saddam Hüseyin’i devirerek Irak’ı altın tepsi içinde İran’a teslim ederken niçin işlemiyor? Ya da hiç hazzetmediği Taliban devrildikten sonra emperyalist güçler sayesinde İran, Afganistan’da siyasal alanda söz söyleme imkânını bulurken akıllar neredeydi?

Ali Bulaç, İran, Irak, Suriye ve Hizbullah arasında güçlü bir ilişkinin olduğunu, dolayısıyla bu ülkelere rağmen Suriye’de bir değişikliğin olamayacağı gerçeğini göremeyen Türkiye’nin yanlış yaptığını söylüyor. Dikkat edilirse bu ülkeler arasında bir ittifak ilişkisinden bahsedilirken neden ve niçin, hangi dinamiklere dayanarak bir araya geldiklerine yönelik bir şey söylememekte. Mezhep temelli bir birlikteliğe dayanmasına ve Müslüman halkların hak ve hukukuyla ilgili mezhep merkezli bakış açısının belirginliğine rağmen herhangi bir şerh konulmamakta. Esed devrilirse ardından ‘mezhep savaşı’ çıkacak deniliyor. Neden ve niçin? Eğer bir mezhep, zalim bir yönetimi savunmayı meşru görüyorsa ortada sorun yok mudur? Sonra mezhep savaşı psikolojik savaş enstrümanını dillendirenler acaba Irak’ta neler oluyor, haberdarlar mı? Acaba Bağdat’ta açık olarak Sünni bir şekilde yaşamanın ne kadar zor olduğunu biliyorlar mı? Bugün Bağdat’ta ne kadar Sünni nüfus kaldı takip ediyorlar mı?

Ali Bulaç, 13 Ekim tarihli yazısında “Türkiye, sivil-silahsız muhalefetin koruyucusu pozisyonunda kalıp Körfez ülkeleriyle arasına mesafe koymalıydı.” diyor. 5 gün sonra yazdığı makalede ise silahlı direnişi desteklemenin Sünni temkin modeline aykırı olduğunu söylüyor. Görüşlerin doğruluğu ya da yanlışlığı bir yana burada tutarlılık ve istikrardan söz etmek mümkün değil.

***

Üçüncü Tez: Ali Bulaç küresel düzeyde, tam değilse de görece Soğuk Savaş dönemine dönüldüğünü; bir yanda ABD ve Avrupa, diğer yanda Rusya ve Çin’in bulunduğunu söylüyor: “Rusya ve Çin hiçbir şekilde Esed sonrası Suriye’nin tamamen ABD, Anglo-sakson ve İsrail kampına geçmesine rıza göstermeyeceklerini açıkça ortaya koydular. Gerekirse bu ‘üçüncü bir savaş’a sebep olsa bile.”

Yeni bir Soğuk Savaş dönemine girilip girilmediğini bilmiyoruz. Ama iki kutuplu dünya açıklaması da içeriğinde ideolojik mahiyet taşıyan bir varsayımdır. Ölümü gösterip sıtmaya razı etme taktiğidir. Dünyayı ikiye ayırıp başka bir siyasi varoluşu imkânsız hale getiren bu yaklaşım özü itibariyle Müslümanlara Amerikan ya da Rus emperyalizmiyle işbirliğini fısıldamaktadır. Çünkü bağımsız bir siyaset yapma imkânı iki kutuplu dünya yaklaşımına göre mümkün değildir. Üstelik tutarsızlık da içeriyor. Bir yanda her şeye muktedir bir ABD profili çiziliyor. Adeta dünyada ondan habersiz kuşun uçmadığı bir tablo ortaya konuluyor, diğer yandan da ABD’nin karşısında Rusya ve Çin’in var olduğu söyleniyor.

Rusya ve Çin’i İsrail karşıtı kampta göstermek ise çok hoş doğrusu. Aynı şekilde Esed sonrası Suriye’sinin ABD tarafında yer alacağı da bir başka hoşluk olsa gerek! Tunus, Libya, Mısır’da böyle mi oldu? Hangi ülkede ABD ve İsrail daha kazançlı çıktı? Hiçbirinde. Kaldı ki, Suriye’nin toplumsal dinamikleri ve muhalefetin asli yapısı İslami kimliğe dayanıyor. Diğer ülkelerden çok daha fazla anti-emperyalist ve anti-Siyonist özellikler barındırıyor.

***

Dördüncü Tez: “Esed’in birkaç hafta içinde gideceği düşünülüyordu, aradan 19 ay geçti, hâlâ ne zaman devrileceği belli değil. Türkiye, düştüğü denizde Baas’ın en güçlü ve derin elemanı Şara’nın ipine sarılma noktasına geldi.”

Suriye’yi yakından takip eden herkes, direnişçiler de dâhil olmak üzere hiç kimse Esed’in birkaç hafta içinde gideceğini söylemedi. Yok böyle bir şey! Aksine, herkes bu mücadelenin zor ve çetin geçeceğini, yıllarca sürebileceğini ifade ediyordu. Diyelim ki öyle olsun, kısa sürede Esed gidecek denilmiş olsun. Bir Müslümanın Esed’in hâlâ devrilmemiş olması karşısında sergileyeceği tavır bu mudur? Müslümanın onuru, izzeti nerede? Acaba Esed’in hâlâ zulmünü devam ettirmesinde kendi nefsimizin pasifizmi, zaafı, sorumsuzluğu, vurdumduymazlığı ne kadar rol oynuyor diye sorgulamak gerekmez mi? Burada kendi zaaflarımıza, günahlarımıza yönelik bir pay çıkarmak gerekmiyor mu?

Türkiye’nin Esed yerine Faruk Şara formülünü gündeme getirmesinin neyini eleştiriyor Ali Bulaç? Hem Türkiye’yi farklı diplomatik kanalları devreye sokmuyor, siyasi çözümleri zorlamıyor diye eleştireceksiniz hem de hükümet bu yönde bir adım attığında eleştireceksiniz. Anlaşılan tutarlılık sorunu burada da devam ediyor. Esed yönetiminin ve müttefiklerinin dirençlerini kırmak, kafalarını karıştırmak, bütünsel yapıyı çözmek açısından bu tür yöntemler denenebilir. Meseleye nüfuz etmekte zorlananlara hatırlatmak gerekirse Şara formülü Suriye muhalefetine yapılmış bir teklif değildir; Baas yönetimi, İran ve Rusya’ya yapılmış bir tekliftir. Bu teklifin pratikte muhaliflerce ne kadar anlamlı bulunduğu da ayrıca sorgulanabilir.

***

Beşinci Tez: Ali Bulaç, “Suriye’de Hatalar (2): Temkinden Hariciliğe” başlığıyla yazdığı makalede ise “İslam bilginleri zorba yönetimleri değiştirme konusunda tek bir yol-yöntem üzerinde anlaşabilmiş değildirler. Bu konuda İslam tarihinde üç ana akım teşekkül etmiştir: ‘Sünni temkin modeli’, ‘Şii intizar anlayışı’ ve ‘Harici kıyam’ yolu.” diyor.

Tarihi sübjektif okuma, basit indirgeme ve genellemelerden yola çıkarak tezlerine dayanak bulmaya tipik bir örnek duruyor karşımızda. Suriye İntifadası karşısındaki zaaflı ve sorunlu duruşu Ali Bulaç’ı kesmemiş olacak ki, İslam tarihi ve düşüncesini, Müslümanların geçmişteki onurlu mücadelelerini de çarpıtmaya kalkmaktadır. Doğrudur, zorba yönetimleri değiştirme konusunda tek bir yol-yöntemde uzlaşılmış değildir. Lakin yöntemleri el çabukluğu marifetiyle üçe indirip, direniş ve muhalif tavrı ‘Haricilik’ gibi kimsenin üstüne alamayacağı kavramlarla ifade etme kurnazlığı da nedir? Örneğin Ali Bulaç, kendisi Medine Vesikası üzerinden sivil toplumculuk ideolojisini savunmaya başladığı yıllara kadar Harici kıyam yolunu mu tercih ediyordu?

***

Altıncı Tez: Ali Bulaç, Sünni-temkin modelini şöyle açıklamaktadır: “Yönetici (imam) zorba-zalim ise bakılır: Eğer ona kıyam edildiğinde maddî-askerî olarak devirmek mümkünse, kıyam edilir ve yerine İslamî hükümleri tatbik eden adil bir yönetim getirilir. Ama yönetimi devirmek mümkün değilse, hatta galip zanla ayaklanma kargaşa, hesapsız kan akıtmaya yol açacaksa temkin yolu seçilir, meşru muhalefet güç toplayıp yönetimi devireceği zamana kadar bekler. Bu çerçevede toplumsal kargaşa çıkmasın, zaruri kamu ve medeni hizmetler-işler aksamasın diye ‘zalim (cair) de olsa yönetici’ye sabredilir.”

Bulaç, İslam tarihini açık bir şekilde çarpıtmaktadır. Çünkü tarihte mutlaklaştırılmış bir Sünni temkin modeli bulunmuyor. Geçmişte âlimler tarafından, Emevi yönetimleri ve bazı Abbasi yöneticilerine karşı gerekli alt yapı şartları oluşmadan kırk kişinin bir araya gelip kılıçlarını çekip kıyam etmesinin yanlışlığı dile getirilmiştir. Ama fırsatı bulunduğunda ise meşru kıyama geçilmiştir. Sünni düşüncenin en önemli imamlarından Ebu Hanife’nin hayatı ve tavrı buna en iyi örnek olarak gösterilebilir. İslam tarihinin zalimlikleri aşikâr yönetimlerinin ardından büyük oranda ‘hukuka riayet eden’ yönetimler başa geldi. Neticede fıkhi açıdan zahiren problem olmayan yönetimler Müslümanları idare etti. Ne zamanki Müslümanların siyasal birliğini sağlayan otorite sömürgeci ve emperyalist politikalar sonucunda dağıtıldı ve yerine Batıcı, laik, ulusçu karakterde despot idareciler kurdukları ulus devletlerle Müslüman halkları baskı ve zorbalıkla yönetmeye kalktılar İslam coğrafyasının her tarafında bu yönetimlere karşı İslami oluşumlar kıyam ettiler.

Kıyam şartları denildiğinde objektif, mutlak koşullardan bahsetmek nasıl mümkün olabilir? Örneğin zalim bir yöneticiye karşı şartlar kâmil olduğuna inanılıp kıyam edildiğinde başarılı olacağını kim garanti edebilir? Neticede koşulları ölçüp tartmak içtihadidir. Siyasal-toplumsal hareketlerin sonuçlarını önceden mutlak kestirmek mümkün değildir. Bu, bir imtihandır. Başarılı da olabilir, yenilgiyle de sonuçlanabilir. Önemli olan Allah’ın huzurunda sorumluluğun yerine getirilip getirilmemesidir.

40 yılı aşkın bir süredir zalim bir yönetimin pençeleri altında yaşamaya mahkûm edilen Suriye halkını Şeyh Usame Rıfai, Muaz el-Hatib, Şeyh Naim, Şeyh Ahmed, Şeyh Yakubi, Şeyh Kureym Racih, Şeyh Muhammed Ali Sabuni gibi âlimler koşulları göz önünde bulundurarak zalim yönetime karşı halkı harekete geçmeye çağırmışlardır. Ve camiler de bu muhalefetin merkez üsleri olarak direnişte yerini almıştır. Göz önünde bulundurulması gereken önemli bir husus da kıyamın dar, bölgesel, kısa süreli olmayıp bütün Suriye sathında yaklaşık iki yıldır devam etmesidir. Ali Bulaç, Suriye direnişine biraz içeriden bakarsa kıyam edenin bir halk olduğunu görecektir. Olgunlaşmamış ya da zamansız siyasal-toplumsal tepki hareketlerinde halkı sürecin arkasına katmak neredeyse imkânsız denilebilecek ölçüde zor bir olay. Bugün Suriye halkı direnişin arkasında duruyorsa bu, şartların olgunlaştığını gösterir.

Binlerce insanın akıbetinin on yıllardır bilinmediği, hak-hukuk aramanın esamisinin okunmadığı, basit nedenlerden dolayı gözaltına alınan insanlara korkunç işkencelerin yapıldığı ve Baas zulmünü 40 yılı aşkın bir süredir her boyutuyla yaşayan Müslümanlar ve önderleri gösterilere başlamanın ardından peşinden gelecek olanları elbette öngörmüşlerdir. Bırakınız sokakta Esed aleyhinde konuşmayı ya da imayı evlerinde dahi eleştiriden çekindikleri bir vasatta “Direnişi başlatanlar işin zorluğunu düşünmemişler!” demek nasıl bir kibrin ürünüdür? Müslümanlar kıyam etmeden evvel de sırça köşklerde yaşamıyorlardı ya da güllük gülistanlık bir vaziyetleri yoktu. Siz binlerce insanın akıbetinin bilinmemesi ne demek bilir misiniz? Yüz binlerce insan yaşadığı topraklardan 30 yıldır ayrı yaşayarak tatil yapmıyorlar herhalde. İnsanların her şeylerini ortaya koyarak kendini feda ettiği bir mücadele karşısında en azından küçük harflerle eleştirel cümleler kurmak İslam terbiyesine daha uygun değil mi? Ağır imtihanları karşılayacak bir cesareti Ali Bulaç kendisinde göremeyebilir, buna bir şey diyemeyiz. Ama koca bir halk bu mücadelede varım diyorsa ve Allah’ın da yardımıyla savaşını sürdürüyorsa Bulaç en azından buna saygı duymak zorundadır.

***

Yedinci Tez: Şii-intizar anlayışı kavramsallaştırmasıyla Ali Bulaç, zannedildiğinin aksine Şiiliğin ihtilalci, darbeci, kıyamcı veya isyancı bir siyasi doktrine dayanmadığını aksine, kurtuluşu kayıp imam Mehdi’nin gelişine bağladığını; Mehdi gelinceye kadar zorba yönetimlere karşı sabrın tavsiye edildiğini ve hayati tehlike sezdiği zamanlarda ve durumlarda takiyye yapıldığını belirtiyor.

Bulaç’ın buradaki iddiasının doğru olduğu Şia’nın tarihsel süreci incelendiğinde görülecektir. 1979’da gerçekleştirilen devrimden sonra Şia propagandasının etkisiyle Şiiliğin tarihinin kıyamlar ve direnişler tarihi olduğu saptırması zihinlere yerleştirilmeye çalışıldı. Bu algıyı kalıcı bir hale getirmek için de başta Şii imamların hayatları çarptırıldı ve tarihsel olaylar aslından tahrif edilerek yeni bir tarih oluşturulmaya çalışıldı.

Bulaç’ın Şii içtihat anlayışının Sünni fıkha göre Şii fıkhını daha dinamik ve güncel kıldığı, müçtehitleri birer toplumsal önder konumuna çıkardığı, fıkhî olarak sorunlar müçtehitlerce ele alındığından ulemanın önüne “aydınlar ve akademisyenler”in geçemediği iddiası ise abartılıdır. Ali Bulaç galiba Şii düşünce tarihinde içtihat meselesinin geçirdiği tarihsel evreleri inceleyememiş. Çünkü Şia mezhebinde geniş kapsamlı içtihat anlayışının kabul edilmesinin tarihi bir iki asrı geçmez. ‘Merce-i taklid’ olgusu da aynı zaman diliminde ortaya çıkmıştır. Siyaset ve yönetimle ilgilenmenin imkânını sunan Ayetullah Humeyni ve Ayetullah Muntazeri’nin içtihat ederek oluşturdukları Velayet-i Fakih teorisi de Şii otoritelerin geneli tarafından hâlâ kabul edilmiş değildir. Şia tarihinin kıyamlar tarihi olduğu şeklindeki yanlış algıyı tespit eden Ali Bulaç, Şii düşüncenin geçirdiği evreleri yakından incelerse benzer bir propagandanın burada da olduğunu görecektir.

Ali Bulaç, 18 Ekim tarihli “Modelimiz Silahlı Mücadele mi?” başlıklı yazısında “İmam Humeyni, Şah’ı devirmek üzere halkı gösteri yapmaya çağırdığında şu hususun özellikle altını çiziyordu: ‘Sakın askerlere kurşun sıkmayın, onlara gül atın.’ Milyonlarca insan 1977’nin ortalarından 1979 Şubat ayına kadar gösteri yaptı, kimse eline bıçak almadı. Dahası, çevresindekilerin telkinlerine ve 60 bin kişinin hayatını kaybetmesine rağmen İmam Humeyni ‘cihad’ ilan etmedi. Uzmanların ifadesine göre eğer cihad ilan etseydi, tek bir Şah askeri ve polisi hayatta kalmazdı.” diyor.

Mezkûr ifadeler Bulaç’ın devrim tarihiyle ilgili sık sık tekrarladığı temel bir yanlıştır. Devrimin silah kullanılmadan yapıldığı iddiası bir şehir efsanesidir. Tudeh Partisi hariç sol hareketlerin hepsi silahlı mücadele veriyordu. Kitle gösterilerinde ve gençlik içinde etkin olan o dönem İslami çizgide olan Halkın Mücahitleri Örgütü silahlı mücadele içerisindeydi. Ayetullah Humeyni çizgisini takip eden irili ufaklı dindar grupların oluşturduğu Sazman-e Mojahedin-e Enghelab-e Eslami de silahlı mücadele veren illegal bir örgüt idi. Devrim sonrasında Devrim Muhafızlarının kurulmasında büyük rol oynayan Mustafa Çamran da esasında bir gerilla lideriydi. Devrim öncesinde 60 bin kişinin hayatını kaybettiği iddiası da fazlasıyla abartılı. İran’da Tahran, Kum gibi şehirlerdeki mezarları ziyaret eden herkes bu rakamın abartılı olduğunu görecektir. Devrim sürecinde ciddi bedellerin verildiği doğrudur ama kayıp sayısının abartılması yanlıştır.

Devrim sürecindeki her ülkenin koşulları birbirinden farklıdır. Bir ülkedeki mücadelenin aynısının başka bir ülkede verilmesini beklemek gerçekçi değildir. İran Devrimiyle Ortadoğu’da halk ayaklanmalarının yaşandığı ülkeler arasında bir benzerlik kurulacaksa eğer, belki Mısır örneği verilebilir. İran ve Mısır’da koşullar zor olmasına rağmen ülke içerisinde muhalefet çeşitli kurumlar ve örgütler aracılığıyla taleplerini dile getirme imkânı bulabiliyorlardı. Örneğin Mısır ve İran’la kıyaslandığında Suriye tam anlamıyla kapalı bir rejimdir. Hem Mısır hem İran’da üniversite öğrencileri protesto gösterisi yapabiliyordu ama Suriye’de bunun düşüncesi bile lüks idi. Ülkelerle ilişki konusunda da Suriye kapalı bir ülke iken, devrim öncesi İran ve Mısır’ın birçok ülkeyle ilişkisi mevcuttu. Nitekim devrim öncesinde dönemin ABD Başkanı ve yönetimi, İran Şah’ına muhaliflere yönelik insan hakları ihlaline son vermesini, ülkede demokratik bir zeminin oluşturulmasını istiyordu. Keza Avrupa da benzer uyarılarda bulunuyordu. Ayetullah Humeyni de kaldığı Paris’te Şah karşıtı mesajlarını Batılı radyo-TV ve gazeteler aracılığıyla verebiliyordu.

***

Sekizinci Tez: “Harici-kıyam yolu: Bu tarza göre siyaset, yönetim ve hükümlere lafzî bakılır. Yönetim (imam) zorba ise silahlı mücadele ile devrilmesine bakılır. Sonucu tayin eden Allah’tır; dilerse zafer verir dilerse vermez. Modern zamanlarda yine Arap yarımadası kaynaklı Vehhabi-Selefi hareketlerin önemli bir bölümü -şüphesiz hepsi değil- Harici kıyam yolunu takip ediyor. Pakistan Cemaat-i İslam ve Arap âlemindeki İhvan hareketi özü itibarıyla ‘Sünni temkin’ modelini takip eder; ama zaman zaman Harici yöntemi benimseyenler çıkar ve bunlar İhvan’dan ayrılır.”

Esed olur ya, Ali Bulaç’ın söylediklerini duysa bir buket çiçek ve mütevazı hediyeler göndermese o munis ve temiz aile çocuğu görüntüsüne zarar vermiş olur. Esed’in, rejimin işlediği tecavüz, yıkım ve kıyımların meşrulaştırılmasında müracaat ettiği en önemli söylem olan “tekfirci Selefi terörü, el Kaide terörü” ile Bulaç’ın “Harici-kıyam yolu” söylemi ne kadar da birbirine benziyor öyle? Selefilik, cihad propagandası o kadar etkili yapıldı ki ABD ve Avrupa laik Esed iktidarını tercih eder durumda şu anda. Ertuğrul Özkökleri kıskandıracak derecede bir buluşla Suriye’de Esed rejimine karşı mücadele eden muhalefete “Harici radikalizmi” yaftasını yapıştıran Ali Bulaç büyük bir vebal altına girmiş durumda. İhvan-ı Müslimin’den Hizb-ut Tahrir’e, Yusuf Kardavi gibi âlimlerden Mustafa Sıbai ailesine, yıllardır tefsir-hadis çalışmaları yapan onlarca İslami, Selefi gruptan Müslüman Suriye halkına kadar herkesi bir çırpıda harcayan Bulaç, anlaşılan İslami hareketlerin ruh ve mana dünyasından epeyce uzaklaşmış durumda.

“Harici-kıyam yolu” türü itibarsızlaştırıcı kavramsallaştırmaları basit “Bir Aydın Sapması” olarak görmek mümkün değildir. Öylesine söylenmiş, sıradan bir yanlıştan, sehven ortaya atılmış bir kavramsallaştırmadan bahsetmiyoruz. Bu kavramsallaştırma Suriye direnişini mahkûm eden aydın saptırmasının zirve noktasıdır.

***

Dokuzuncu Tez: “Suriye’de eğer Sünni temkin modeli uygulansaydı -ki Türkiyeli Müslümanların modeli budur- belli bir süreçte Baas yönetimi değişecekti.”

Belli bir süreçte Baas yönetiminin değişeceğini Ali Bulaç neye dayanarak söylüyor? Acaba Sayın Bulaç’a malum mu oldu? Direniş ortaya çıkmadan evvel Esed ve Baas yönetiminin değişeceğine dair bir emare mi vardı? Baas yönetimi toplu tövbe merasimi yaptılar da bizim haberimiz mi olmadı? Esed gidecekti zaten desek, daha yaşı genç. Ciddi bir sağlık sorunu da görünmüyor. O halde Bulaç, Esed-Baas yönetiminin değişeceğini neye dayanarak söylüyor?

Bulaç’a tavsiyemiz biraz da diktatörlerin ve azınlık cuntalarının psiko-sosyolojisi üzerine çalışma yapmasıdır. Diktatörler “Ben biraz fazla kaldım, şöyle kenara çekileyim!” demezler. Hepsi o ülke ve halkı için kendisinin ne kadar vazgeçilmez ve değerli olduğuna inanır. Herkesin kendisine hayran olduğunu düşünürler. Kendisine karşı birkaç çatlak sesin olabileceğini ama onların da demir yumrukla başlarının ezileceğine inanırlar. Hiç ama hiç gerçekçi olmayan Baas yönetimi kısa sürede zaten değişecekti iddiasıyla Ali Bulaç, Baas’ı tanımadığını ortaya koymuştur.

Baas yönetiminin ne demek olduğunu bilen muhalefet Beşşar Esed başa geldiğinden beri reform yapılması çağrısıyla çeşitli girişimlerde bulundu ama bir ülke için basit sayılabilecek taleplere yüz çeviren Esed yönetimi öne çıkan kişileri de hemen tutukladı. AK Parti Hükümeti, Ali Bulaç’ın da son iki yılını övdüğü Türkiye-Suriye arasındaki müspet ilişkiler üzerinden reform yoluyla halkın durumunu düzeltecek adımlar atılmasına vesile olmaya çalıştı. İhvan yöneticileriyle Esed’i bir araya getiren hükümet, reformların uygulanabilmesi için uğraştı. İhvan hareketi de esaslı bir yönetim değişikliği değil, yıllardır cezaevlerinde bulunan insanların salıverilmesini, yurtdışında yaşamak zorunda kalan yüz binlerce insanın doğduğu topraklara girmelerine izin verilmesini, akıbeti bilinmeyen binlerce insanın durumunun açığa çıkarılmasını ve İhvan üyeliğine idam cezası getiren maddenin iptal edilmesini istedi. Ama Esed yönetimi tipik bir diktatör edasıyla bu teklifleri reddetti. Ortadoğu İntifadasıyla birlikte Suriye muhalefeti haklı taleplerini sokaklarda aramaya başladı.

Sıfır sorundan hasmane ilişkiye geçildiğini söyleyen Ali Bulaç, dikkat edilirse burada da ulusalcı, sol-sosyalistlerin argümanını kullanıyor. Ne yani bunca katliam ve zulme rağmen AK Parti Hükümeti ile Esed yönetimi arasındaki ilişki 2011 Martı öncesinde olduğu gibi devam mı etmeliydi? Bulaç, AK Parti Hükümetine kan döken, katliam yapan zalim Esed’le işbirliğini mi öneriyor? Bu nasıl bir akıl tutulmasıdır? Neden daha somut adımlar atıp Suriyeli Müslümanlara daha fazla yardım etmiyor diye AK Parti eleştirilebilir ama Bulaç’ın yaptığı eleştiriler hakkaniyet içermiyor.

***

Onuncu Tez: “İçeride ve dışarıda Türkiye’yi tek başına askerî müdahaleye teşvik edenler az değil. Bunların içinde sözde İslamcı-muhafazakâr grup, dernek ve STK’ların olması en dehşet verici olanıdır… Onlar taraftarlarını örgütte tutmak, yeni heyecanlı üyeler kaydetmek aşkına ateşin üstüne körükle gidiyorlar. Suriye’ye ilişkin ne söyledilerse hiçbiri tutmadı, laf ve propaganda ile süreci tersine çevirmeyi umuyorlar.”

Hoppalaa! Bir bu eleştiri kalmıştı. Kimmiş bu savaş kışkırtıcıları Sayın Bulaç söylesin de bilelim. Akçakale saldırısı sonrasında dışarıda ABD’sinden AB’sine, NATO’sundan BM’sine; memlekette sağcısıyla solcusuyla, ulusalcısı, liberali ve İslamcısıyla bir “teenni” kasırgası estirmişken savaş kışkırtıcılığı hani nerede? Ali Bulaç süreci takip edip analiz yapmıyor, tersine ezbere yazıyor. Herkesin abartılı bir itidal çağrısı yaptığı siyasal iklimi göremiyor, okuyamıyor.

Taraftarlarını örgütte tutmak, yeni heyecanlı üyeler kaydetmek aşkına ateşin üstüne körükle giden sözde İslamcı-muhafazakâr grup, dernek ve STK’ları Ali Bulaç bir zahmet çekinmesin açıklasın. Suriye direnişi başladığından beri İslami kamuoyunun duyarlı olmasına çalışan İHH ve Özgür-Der ve benzeri birkaç kuruluş mu? Hani nerede “Mehmetçik Şam’a!” sloganları? Taraftarlarını örgütte tutmak ve yeni heyecanlı üyeler kaydetmek ha! Ayıp olmuyor mu diyeceğiz ama gerek yok. 2 yıldır ısrarla ve inatla Suriyeli Müslümanları suçlayan, Müslümanlara karşı olabildiğince önyargılı ve mesafeli; zalim Esed ve çetesinin işlediği suçlar hakkında ise ‘metanetini’ koruyan Ali Bulaç, İHH ve Özgür-Der’i suçlamış çok mu?

Eğer İHH, Özgür-Der veya diğer çevre ve kurumlar Suriye direnişinin yanında yer aldığı için eleştiriyorsa bu onlar için şereftir. Ahirette Rabbimizin huzurunda bu amaç doğrultusunda sarf edilen çabalar onlar için umulur ki bir mazeret olur. Ne kadar enteresan değil mi? Esasında Türkiyeli Müslümanlar tam bir atalet ve pasifizm içerisinde Suriye direnişini öksüz ve yetim bırakmış iken mütevazı ölçekte yapılan katkılara dahi tahammül edemiyor birileri.

Gerçekten merak ediyoruz: Suriyeli Müslümanlar bazı İslamcı aydınlara ne yapmış acaba? Bu kadar kin, önyargı, düşmanlık ve kızgınlığın sebebi sizi ciddiye alıp danışmayan hükümet ise Suriyeli Müslümanlardan ne istiyorsunuz? Allah’tan hükümet bu konuda sizleri dinlememiş. Kimse sizden gidip Suriye’de mücadele vermenizi de istemiyor. Acaba Suriye İntifadası konusunda bazı İslamcı aydınların ısrarla yanlış yerde durmasının sebebi; her ne olursa olsun farklı şeyler söyleyerek gündeme gelme kaygısını içeren “aydın egosu” mu?

İşkence, tecavüz, katliam, yıkım politikalarıyla bekasını sürdürmeye kararlı despotik iktidarlara karşı inancı ne olursa olsun başkaldıran dünyanın bütün onurlu insanlarına selam olsun! Zalimlere, zorbalara boyun eğmeyen Müslümanlara Rabbimiz, katından yardımcılar göndersin, nusretini nasip etsin. Bizlere basiret, şuur, kardeşlik bilinci; hakkı hak, batılı batıl görecek bir zihin açıklığı; haksızlık ve zorbalığa karşı tahammül etmeyecek, sessiz kalmayacak bir inanç, akide, bilgi ve yürek versin. 

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR