1. YAZARLAR

  2. Rıdvan Kaya

  3. Atatürk’ün Türkiyesi ve Aydınları

Atatürk’ün Türkiyesi ve Aydınları

Temmuz 2008A+A-

 

 

9 Haziran günü Kanal 1’de Teke Tek programında yaşanan Humeyni-Atatürk polemiği medyada yoğun tartışmalara konu oldu. Programa Anayasa Mahkemesi’nin iptal kararını tartışmak üzere çağrılan Kevser Çakır ve Nuray Canan Bezirgan’a Fatih Altaylı’nın Humeyni ve Atatürk’ü sevip sevmediklerine ilişkin sorduğu sorulara verilen cevaplar üzerinden tam bir linç kampanyası yürütüldü. Medyanın yayın ahlak ve ideolojik tutumu iki başörtülü kızın her türlü cezaya çarptırılmalarını haklı çıkarmaktaydı. Nitekim ısrarlı yayınlar üzerine savcılık da harekete geçti ve Humeyni’yi sevdiklerini ama Atatürk’ü sevmediklerini ifade eden iki bayan hakkında tahkikat başlattı.

Atatürk Sevilecek! Sev!

Savcıların Atatürk’ü sevmediğini söyleyen insanların peşine düşmesi tek kelimeyle trajikti. Türkiye’de nasıl bir kişi putlaştırması inşa edilmiş olduğunun da göstergesi sayılması gereken bu durum, o çok sözü edilen düşünce özgürlüğü noktasında ne kadar yol alınmış olduğunun da resmini sunmaktaydı. Daha çarpıcı olan ise bu despotik yaklaşımın medyanın yol göstericiliğinde yaşanmasıydı. Her konuda “özgürlükçü” geçinen medyanın resmi ideolojik dayatmalar söz konusu olduğunda nasıl bir “bekçi köpeği” rolüne soyunduğu bir kere daha görülüyordu. Malum medyada konunun soruşturma boyutuna çekilmesinin absürtlüğüne itiraz eden az sayıda yazara karşın, konuyla ilgili yazıp çizilenler Türkiyeli aydınlar arasında had safhada seyreden düşünce sefilliğini gözler önüne seriyordu.

Başta Doğan medyası olmak üzere Kemalist dogmatizmi din edinmiş kesim hem başörtüsü düşmanlığının gerekçesine dönüştürmek, ama aynı zamanda -ne alakası varsa- AK Parti aleyhine de kullanmak üzere Bezirgan’ın Atatürk ile ilgili sözlerine yüklendi. Kimisi açıkça Atatürk’ü sevmeme diye bir şeyin bu ülkede düşünülemeyeceği kabulünden hareketle başörtülülere “defolun” talimatları verirken, bazısı daha incelikli bir dil kullanarak Atatürk’ü eleştiren başörtülü kızların cahil ve kandırılmış oldukları iddiasını seslendirdi. “Atatürk olmasaydı…” diye başlayan o düzeysiz tezlerin defalarca tekrarlandığına şahit olduk.

Güneri Civaoğlu, Ruhat Mengi, Oktay Ekşi ya da Yılmaz Özdil gibi işi tapınma kültürüne vardırmış tiplerin Atatürk’ü zorla sevdirme gayretkeşliğinin arka planını anlamak zor değil. Despotizmin savunucusu bu tiplerin“Sen o çok sevdiğin Humeyni’nin ülkesinde televizyondan Humeyni’yi sevmediğini söyleyebilir miydin? Bak burada Atatürk’ü sevmediğini söyleyebiliyorsun!” diye şecaat arz etmeleri ise büyük bir ikiyüzlülük. Söyleyenin başına ne geldiği ortada değil mi? Yine bu Kemalist yazarların çalıştıkları gazetelerin web sayfalarında yayınlanan okuyucu yorumlarına bir bakmak Kemalist kültürün ne kadar seviyesiz ve zalim bir topluluk ürettiğini görmeye yeter!

Herkesi takiyyecilikle suçlayan bu zevatın doğru sözlü insanlara karşı hırçınlığını gözlemlemek ilginç. Yine çok rahat yalan söyleyebiliyor olmaları da dikkat çekici. Teke Tek programının sonunda “Gençler ben sizi çok sevdim, haftaya bir başka tartışmayla devam edelim.” diye espri yapan Fatih Altaylı, muhtemelen laik dinozorlardan “Bu gericilerin bu şekilde propaganda yapmalarına nasıl izin verirsin?” zılgıtını yiyince, “Sabaha kadar uyuyamadım!” gibi laflar etmekten ve “Fena mı oldu, maskelerini düşürdüm!” (12 Haziran 2008) türünden savunmalar geliştirmekten çekinmiyor.

Mandacılık Demagojisi

Aynı şekilde Ahmet Hakan gibi yeni yuvalarında ispat-ı vücud gayretiyle göz doldurmaya çalışırken başkalaşmanın, daha doğrusu böcekleşmenin dibine vuranların da zavallılıkları gazete köşelerinden taşmakta. Ahmet Hakan (Hürriyet, 13 Haziran) “Atatürk’e laf çakma cesaretine sahip olmayanların, ‘Bütün kötülüklerin kaynağı İsmet Paşa’dır’ diyerek yaptıkları ucuzluklardan... da; …her alanda ödün üstüne ödün verirlerken bir tek ‘türban’ konusunda diretenlerin, türban için ‘manda altında yaşama haysiyetsizliği’ne bile göz kırpmalarından...” sıkılmışmış!

Acaba dönüp kendi geçmişine bir bakmaz mı? 28 Şubat sürecinde Kanal 7 televizyonunda ısrarla laik-Kemalist zorbalığı “ülkeyi 40’lı yıllara döndürme programı” diye sunan kendisi değil miydi? Bu dergi sayfalarında defalarca eleştiri konu olan bu tutumun sahiplerinden Bay Ahmet Hakan şimdi kime dürüstlük dersi vermeye kalkıyor? Ya “türban için manda altında yaşama haysiyetsizliğine göz kırpma” sözüne ne demeli? Ortada bir haysiyetsizlik varsa, tam da onun tutumuna denk düşer! Şöhret için, para için ne ahlak, ne edep tanımayan, Genelkurmay borazanı bir yayın organında yazmaktan daha büyük haysiyetsizlik olur mu?

Fatih Altaylı’nın “Atatürk’ü nasıl sevmezsiniz, o olmasaydı İngiliz işgali altında olurduk!” sorusuna Nuray Canan’ın verdiği “O zaman daha geniş haklarımız olurdu!” şeklindeki ironik cevabını anlama özürlü birileri ısrarla ilkel bir milliyetçilik mantığı yürütmekte. Neymiş, başörtülü kız manda yanlısıymış! Hatta bu iğrenç yalanı bazı sol çevreler “İşte İslamcıların emperyalizmle işbirlikçiliği” şeklinde sunmaktan da çekinmemektedirler.

Öncelikle bu sözü mandacılık savunusu şeklinde sunmak bir saptırmacılıktır. Burada aklı olan herkes kastedilenin, “Ölümü gösterip bizi sıtmaya razı etmeye kalkmayın!” demek olduğunu anlar. Kemalist despotizmin İngiliz mandasından bile daha büyük bir zulüm olduğunu söylemek neden mandacılık olsun? Yerli despotizm ile emperyalist işgal arasında bir tercih yapmak zorunda mıyız? Bu ifade ile yaşanılan durumun yabancı işgalcilerin dahi reva görmedikleri boyutta büyük bir zulüm olduğu vurgulanmaktadır. Söz belki yanlış anlaşılmaya, istismar edilmeye fırsat vermeyecek şekilde daha geniş ifade edilmeliydi ama özü itibariyle doğrudur!

Gerçekten de bu ülkeye musallat olan dikta düzeni işgal zulmünü dahi geçmiştir. Şöyle bir düşünelim bakalım, İngilizlerin ya da diğer sömürgecilerin İslam dünyasında yapmak istedikleri işlerin, gerçekleştirmek istedikleri projelerin tamamının Türkiye’de Kemalist elit eliyle yapıldığı inkar edilebilir mi? Toplum tepeden tırnağa sömürgeci Batı modeline uygun biçimde yeniden dizayn edilmemiş midir? Hukukundan kültürüne, siyasetinden ordusuna kadar her alan her şeyiyle Batı kimliği esas alınmak suretiyle yeniden yapılandırılmamış mıdır?

Yalanlarla Örülü Bir Tarih

Medyanın kalemşorları başörtülü kızların tarih bilgisini sorguluyorlar. “Milli Mücadele” adı verilen sürecin dini duyarlılıkların harekete geçirilmesiyle geliştiği iddiasını yalan sayıyorlar. Çok söze, delile gerek yok. Sadece ilk Meclis’in açılmasından bir gün sonra 24 Nisan 1920’de M. Kemal’in yeni hükümetin nasıl oluşturulacağına ilişkin önergesinden alıntılanan şu sözlere bakalım: “...Aynı zamanda halife olması nedeniyle padişah, tüm Müslümanların reisidir. Düşmanlarımız saltanat ve hilafeti birbirinden ayırmak istiyorlar. Bizim amacımız bu iki makamı ayırmanın milli iradeye uygun olmadığını göstermek ve mukaddes makamı esaretten kurtarmaktır...”

Tarih bilmemenin ötesinde Kemalist aydınların açıkça tarih saptırıcısı bir resmi ideolojinin gönüllü kurbanları olduğu hiç tartışma götürmez. 

Ya “İngilizlerden kurtarılan vatan” masalına ne demeli? “Kurtuluş Savaşı” adı verilen Yunan muharebelerine ilişkin olarak Atatürk ile İngilizler arasında herhangi bir düzeyde çatışma yaşandığına dair kim ne söyleyebilir? Bilhassa solun tavrı utanç vericidir. Bir yandan Fikret Başkaya’nın tezlerini bayraklaştırıp, öte yandan İngiliz mandacılığına karşı mücadele eden Mustafa Kemal edebiyatı yapmak ya okuduğunu anlamamak demektir ya da Müslümanlara karşı duyulan nefretin bir yansımasıdır ki, her halükarda ayıptır!

Tartışmalar Kemalist resmi ideolojinin toplumu nasıl eblehleştirdiğini, çocuksulaştırdığını ortaya koymuştur. İlkokullarda ezberletilen sloganlarla köşe yazarlığı yapmanın mümkün sayıldığı bir ülke maalesef Türkiye! Kıyas yapmaktan aciz bir kafa yapısı var karşımızda. Atatürk’ü sevmemeyi, eleştirmeyi İngiliz mandacılığı sayan bu mantık doğru kabul edilecek olursa, bu durumda Humeyni’yi eleştiren herkesin katil Şah diktatörlüğünün ve Amerikan işbirlikçiliğinin savunucusu olduğunu söylemek gerekmez mi?

Kişiliksiz Muhafazakârlık ya da Muhafazakâr Kişiliksizlik

Kemalist zihniyetin ürettiği Atatürk’ü sevmeme suçunun muhafazakâr medyaya yansıyan boyutları da çarpıcıdır. Bu alanda Samanyolu TV klasik komplocu yaklaşımın en pespaye örneklerine yer vermiş ve olayın ardında bit yeniği aramıştır. Nuray Canan’ın 7 yıl Kanada’da kalmasının ardında ısrarla bir hinlik arayan bu kafanın, Fethullah Gülen’in senelerdir ABD’de ikamet etmesini sorgulayanları eleştirmesindeki garabeti görmesi tabi ki mümkün olmamıştır.

Kanalın haber bültenlerinde sürekli bir tarzda kuşku ve istifham doğurmaya yatkın ifadeler kullanılırken, Samanyolu’nun internet sayfasına yazan Abdullah Abdulkadiroğlu (stv.com.tr / 12 Haziran) isimli yazar ise kuşkuyu falan bir kenara bırakıp iftira atmakta sınır tanımadığını göstermiştir. Şu ifadelere bakın: Stüdyoya nereden buldukları belli olmayan iki tane başörtülü çıkartıp… Seni yıllarca beslediler… Bu millet sizin gibileri çok gördü. Çıkıp televizyonlarda konuşanları, evlerde basılanları, yalandan itirafta bulunanları çok gördü…”

İnanmış bir insana bu şekilde saldıran bir yazarın son cümlesindeki şu ifade her şeyi özetliyor gibi: bu milletin başı açık-başörtülü tamamının sevdiği Atatürk’ü…”

Yazar açıkça yalan söylüyor. Kendisi de söylediğinin yalan olduğunu ve kimsenin de buna inanmayacağını biliyor ama yine de söylüyor işte! Bu enteresan bir zihin yapısı! Kapalı mekanlarda Deccal edebiyatı yapanların halkın karşısında takındıkları bu dil ikiyüzlülüğün, yalakalığın boyutlarını ortaya koymaktadır. Kim bilir, belki de yıllardır söyleye söyleye yalanlarına kendilerini de inandırmış olmaları düşünülebilir.

Benzeri bir tutarsızlığı Fikri Akyüz’ün (14 Haziran, Yeni Şafak) köşesinde de görebiliyoruz. Fikri Bey Nuray Canan hakkında yürütülen linç kampanyasının çirkinliğine karşı çıkarken öyle şeyler söylüyor ki, keşke hiç değinmeseydi diyorsunuz! İfadelere bakalım: “…Yaşanan bazı zulümlere rağmen, dünyada Müslümanlığın en iyi yaşandığı yer olan bir ülkenin kurucusunu ‘sevmemek’, kınanması gereken bir husustur; ama sadece kınanması gereken bir husustur...”

Bu ifadelerle ilgili bir yorum yapmak saçmalığı ciddiye almak olacağından geçelim ve son olarak Milli Gazete’nin derin yazarı Hasan Ünal’ın “Ilımlı Değil, Mandacı Bağımlı İslam” başlıklı (17 Haziran) yazısına değinelim: Söz konusu kızın Atatürk’ü sevmediğini; buna karşılık Humeyni’yi çok sevdiğini söylemesi gerçekten de şok edici bir durum. Daha da şok edici olan ise Milli Mücadele yapılmasa ve Türkiye bir manda yönetimi altında kalsaydı, o yönetimi de Türkiye Cumhuriyeti’ne tercih edebileceğini ifade etmesidir. Atatürk Türkiyesinde yaşayan bir insanın kendi ülkesine ve tarihine bu derece yabancılaşması gerçekten şaşırtıcı…”

Hasan Ünal çok şaşırmış, şoka uğramış! Kibarca “Atatürk Türkiyesi”nde bu kafaya yer yok demek istiyor. Biz de sadece Milli Gazete gibi kapalı devre yayın anlayışına sahip bir gazetede kendisinin yer bulabilmesinin “anlamı ve önemi”ne dikkat çekerek sözü bağlamış olalım.

Teke Tek’teki Atatürk tartışması Türkiye’de aydın diye geçinenlerin önemli bir bölümünün ellerinde despotizmin kılıcını salladıkları, bir kısmının da yüzlerine maske taktıkları gerçeğinin bir kere daha hatırlatılmasına vesile oldu. Programda Atatürk hakkında söylenen sözler çok bilinçli, önceden hesaplanmış sözler değildi ama tepkiler çok bildik ve önceden tahmin edilebilir bir tarzda gelişti. Bulanık suda balık avlama hesapları peşinde koşanlara malzeme sağlama riskine rağmen bir tabunun bu biçimde gözler önüne serilmiş olmasının son kertede hayırlı olduğunu umuyoruz.

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR