1. YAZARLAR

  2. Recep Ardoğan

  3. İslam’ın Tezahürü Olarak Medeniyet

İslam’ın Tezahürü Olarak Medeniyet

Şubat 2017A+A-

"...Senin üzerinde Rabbinin hakkı var, nefsinin hakkı var, ailenin de hakkı var. Her hak sahibine hakkını ver..."  (Buharî, Teheccüd, 15; Tirmizî, Zühd, 64)

İslam’ın özü, hayatı, bireyi ve toplumu şekillendiren temel ilkesi olan tevhid, seküler yaklaşıma zıt bir varlık ve hayat görüşü demektir. Toplum ve medeniyet, inanç temellidir. Bir inanç ve değerler manzumesi olmadan, medeniyet inşa edilemez. Bu nedenle İslam’ın temel değerler ve ilkeleri Müslümanların medeniyet yolculuğunda vazgeçilemez bir öneme ve önceliğe sahiptir. Ayrıca İslam’ın tevhid ilkesi ile insan kavramı ve varoluş gayesinin anlamı; insan hayatının manevi dinamiklerinin yani insan hayatına anlam veren dinamiklerin çekirdeği konumuna sahiptir.

Tevhid, insanı ve hayatı bir bütün olarak görebilmek demektir. Bu da insanın maddi ve manevi, doğal ve medeni tüm ihtiyaçlarını görebilmeyi gerektirir. İslam, tek yönlü bir gelişimi değil, insanın beşerî-medeni tüm potansiyellerinin denge içinde serpildiği bir gelişimi hedefler. İslam'ın fıtrat dini oluşunun bir anlamı da budur.

İslam, fıtrat dini olduğundan, onun tarihteki her tezahürü, inanç, değerler manzumesi ve aslî maksatlarda birleşir. Tüm peygamberler, insanın fıtratına uygun olan hak dini tebliğ etmişlerdir.

Nübüvvet, her şeyin yaratıcısı olan Yüce Allah'ın tarihe ve topluma ilgisiz kalmayıp, inayet ve ihsanıyla bir müdahalede bulunmasıdır. İnsanın fıtratı ve yaratılış gayesi o kadar önemlidir ki Allah bu konuda tarihe ve topluma müdahale ederek insana yol göstermektedir. Bu yönüyle nübüvvet, insanın yaratılıştan gelen bir özü olduğuna işaret eder. İnsanın fıtratında iyiliğe yönelme, iyiyi ortaya koyma, değer ve ilkeler tespit etme potansiyelleri vardır. Nübüvvet, bu potansiyellerin inkişafı için insanlığa yol açmaktadır. İnsanlığın doğru yönde bir başlangıç yapmasını sağlamaktadır.

Peygamberlerin, kentlere gönderilmiş oluşu da İslam'ın medeniyet dini oluşuyla ilişkilendirilebilir.

Nübüvvetin ve dinin amacı da insanın tüm potansiyellerini inkişaf ettirmek, insanlık anlamını her bireyde gerçekleştirmektir. İnsanın doğal yaşamın sınırlarını aşıp medeni bir yaşam kurmasına yardım etmektir. Bu süreçte de asıl olan bireyin kendi kavrayış, irade ve yaşantısıdır. Medeniyet, sosyal hayatla ilgili bir kavram olup ilk olarak şehirleşmeyi gerektirir. Göçebe hayat sürenlerin de bir kültürü vardır ancak bu kültür, medeniyet olarak nitelenemez. İslam, her şeyi yaratan Allah’tan geldiği için, insanın doğasını ve ihtiyaçlarını ihmal etmediği gibi toplumsal gereklilikleri de göz ardı etmez. Toplum hayatından ve medeni ihtiyaçlardan uzaklaşan bir uzlet ve manastır hayatını da önermez. Kur’an’da bu konuyla ilgili olarak şu bilgi verilmektedir: "...(Kendiliklerinden) icat ettikleri ruhbanlığa gelince; biz onu onlara farz kılmamıştık. Allah’ın rızasını kazanmak için onu kendileri icat etmişler­di. Fakat ona da gereği gibi uymadılar.” (Hadîd, 57/27)

Ruhbanlık, insanın medeni yönünü ihmal eder. Aslında bu, insanın yaratılışına ve onun toplumsal bir varlık oluşuna aykırıdır. Bu nedenle, İslâm’ın uzlet ve aşırılık yerine medeni ve dengeli bir hayatı öngören "vasatlık (orta yolda olma ve adil olma)" ilkesi, ruhbanlığı (monasticism) kaldırmaktadır. (Bkz. Ebu Dâvud, Salât, 317; Edeb, 52)

İslam Allah’a kulluğu, insanın yaratılış gayesi olarak tanımlar, ibadette devamlılığın esas olduğunu vurgular. Ancak Hz. Peygamber’in mesajında ortaya konduğu üzere, insanın yalnızca ibadetle meşgul olmak üzere medeni hayatın gereklerinden uzaklaşmasını da tasvip etmez. (Ebu Davud, Edeb, 52)1 Dünya hayatının ihtiyaçlarını, toplum hayatının gereklerini terk veya ihmal etmeyi doğru bulmaz. İnsanın toplumdan uzaklaşarak, çöle, dağ başı gibi ıssız yerlere çekilmesini, uzlet içine girmesini tasvip etmez. Aksine, yeryüzünü imar etmeyi de Allah’a kulluğun bir boyutu olarak görür. İslam’da ruhbanlığın, toplum hayatının gereklerinden uzaklaşmanın ve uzletin olmaması, İslam’ın medeniyet dini oluşunun bir ifadesidir.

İnsan medeni bir varlıktır; insan için gelen İslam dini de medeniyet dinidir. Bu nedenle Yüce Allah peygamberlerini insanlar arasından, medeni hayatın tebarüz ettiği kentlere göndermiştir, nebevî davetler kentlerden başlamıştır:

Rabbin, merkezlerinde onlara ayetlerimizi okuyacak elçi göndermedikçe memleketleri de helak edecek değildir.” (Kasas, 28/59) Bu ayette, peygamberlerin ana yerleşim yerlerinde, merkezlerde tebliğde bulunduğu ifade edilmektedir.

Senden evvel ancak kent halkından kendilerine vahyettiğimiz adamları (peygamber olarak) gönderdik.” (Yusuf, 12/109)

Bu ayetlere göre, peygamberler bedevilerden değil şehir halkından gönderilmiştir. (Taberî, Câmi’u’l-Beyân, XVI, 293,1986)

Şehir ve kent halkları farklı insan grupları ve değişik mizaçtaki bireylerle mozaik bir yapı arz eder. Bu yapı, insanı daha iyi tanımayı sağlar. Şehirlerde yaşayanlar, bedevilere göre daha bil­gili, daha olgun (hilm sahibi) ve daha basiretlidirler. (Mâturîdî, Te’vîlâtu’l-Kur’ân, IV, 373) Nübüvvet; nezaket, incelik, görgü, yumuşak huyluluk, serinkanlılık gibi ahlâkî olgunluklar; anlayış, hikmet ve ikna gücü gerektirir. Genel olarak medeni insanların ahlâkî olgunluklarında bedevîlere göre daha yüksek gelişmişlik ve çekicilik vardır. Medenilerde bilgi, görgü, yumuşak başlılık ve uyumluluk daha öndedir. Şehirde yaşayanlar genellikle daha makul, daha olgun ve daha bilgilidir. Bu nedenle Allah, çölde yaşayanlardan peygamber göndermemiştir. Âlimlerin, erkek ve medeni (şehirli) olması, resulün şartlarındandır, dedikleri kaydedilir. (el-Kurtubî, el-Câmi’ li-Ahkâmi’l-Kur’ân, XI, 280, 1414/1994; Zemahşerî el-Keşşâf, II, 347; Beydâvî, Envâru’t-Tenzîl, I, 498.) Resuller şehir halkı için onların ilerleme sebepleri ve öncüleri olur. Bu yorumda kentlerin daha medeni oluşu ile peygamberlerin kentlere gönderilmesi arasında bir ilişki kurulduğu görülmektedir.

Tüm peygamberler ve özellikle de Hz. Muhammed ile gelen ilahi mesaj, yalnızca ilkel insanların ihtiyaçlarını karşılamayı hedeflemez, en yüksek medeniyetin maneviyatını da inşa eder. Tevhid mücadelesi aynı zamanda bir insanlık mücadelesidir; bir medeniyet mücadelesidir. Nübüvvetin evrensel mesajı, ilim, siyaset, sanat gibi alanlarda farklı meziyetlere sahip medeni bireylere de hitap eder; toplum ve medeniyete yön verir.

Medeniyet, kendi içine kapalı bir toplumda oldukça sınırlıdır. Dünya medeniyeti niteliğine sahip hiçbir medeniyet, kapalı bir toplumda doğmaz. Dünya medeniyeti, insanlığın kültürel mirasını devralma bilincine varmadan, kendinden önceki kültür ve medeniyetlerden yararlanmadan ortaya çıkmaz. Kültür mirası içinde en önemli yerde bulunan ilim de tek seferde ortaya çıkan ve tamamlanan bir olgu değildir. O, bir süreçtir. İlmin ortaya çıkışı ve gelişimi, sayısız ilim adamının doğrudan ve dolaylı olarak katkılarıyla olur. Medeniyetin âdeta beyni olan ilimler ve fikrî canlılık, öncekilerin ve çevredeki kültür merkezlerinin ilimlerini ve fikirlerini incelemek, onlara yeni bilgi ve fikirler eklemek, düzeltme ve sentezler yapmak suretiyle gelişir. Ancak insanlar, bu sürece katılmak ve medeniyetin mimarları olmak için zihnen hazır olmalıdır. Nübüvvet zincirinin son halkası olan Hz. Muhammed (s), kapalı bir toplumda yaşamamıştır. Aksine, hac ibadeti nedeniyle farklı coğrafyalardan insanların geldiği, ticaret ilişkileri nedeniyle de insanların farklı din ve kültürlerle karşılaştığı bir muhitte yaşamıştır. Onunla (s) gelen ilahî mesaj da doğuşundan itibaren insanları ilim ve fikir alanında kendilerini geliştirmeye yönelten bir motivasyon kaynağı olmuştur. Onları hikmet arayışına yöneltmiş, hak ve doğru olanı almaya onları zihnen hazırlamıştır.

 

Dipnot:

1-Sahabilerden Abdullah b. Amr, gündüzleri oruç tutuyor, geceleri ibadetle geçiriyor ve ailesini ihmal ediyordu. Onun bu durumu Hz. Peygamber’e haber verildi. Hz. Peygamber, Abdullah b. Amr’a: — Öyle yapma, dedi, bazen oruç tut bazen de tutma, bazen uyu bazen ibadete kalk. Zira senin üzerinde bedeninin hakkı, gözlerinin hakkı, eşinin hakkı, ziyaretçilerinin hakkı vardır. (Müslim, yam, 35)

 

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR