1. YAZARLAR

  2. Bülent Gökgöz

  3. Entelektüel ‘Usul’süzlük ve Haberlerde Ölçü

Entelektüel ‘Usul’süzlük ve Haberlerde Ölçü

Ekim 2015A+A-

İslam tarihi boyunca Müslümanların bilgi kaynakları ve bu kaynakları değerlendirmede ölçü meselesi hep tartışıldı.21.Yüzyıl iletişim çağının modern bilgi araçları ile çok daha karmaşık ve kirli unsurları, süregelen bu tartışmanın bünyesine dâhil oldu.

Çağımızda toplumların bilgiye ulaşmaları çok daha kolay olmasına rağmen, hassaten sosyal ve siyasal hadiselerle ilgili sağlıklı perspektif ve tutarlı davranışlar aynı kolaylıkta gerçekleşmemekte.

Medya araçlarının propagandif haber arzları, toplumsal refleksleri yönlendirme ve manipüle etmede gün geçtikçe daha bir etkili olabilmekte. Müslüman topluluklar açısından bu durum bilgi kaynaklarını sağlıklı analiz etme ölçü ve hassasiyetini önemsemeyi ve bilgi kaynaklarından istifade noktasında son derece titiz davranmayı, İslami ve insani tutarlılık, erdemlilik açısından elzem kılmakta. Özellikle İslami kimliği kuşanma iddiasındaki mümin şahsiyetler açısından “Bilgilenmenin Kur'ani ve usuli ölçüleri neler olmalıdır?” sorusu, iman-salih amel çizgimizde istikametimizi besleyecek cevapları bizlere sunacaktır.

Bu açıdan olay ve olgulara dair bilgileri bizlere ulaştıran 'haber'ler hakkında aceleci, basiretsiz ve tutarlılığını sorgulamadan yargıya varmamalıyız; vakıayı tüm yönleri ile analiz ederek hikmetli yaklaşımı ortaya çıkartmalıyız.

Suriye intifadası ve muhalif yapılar, Mısır'daki darbe süreci ve İhvan-ı Müslimin'in tecrübeleri, Hamas ve politikaları; Tunus, Libya ve Yemen'deki gelişmeler, İslam dünyasındaki intifada süreçleri, emperyalizmin değişen ittifak ve koalisyonları, Türkiye'deki değişim ve İslami yapılar, Gezi olayları, Irak ve IŞİD, İran ve Hizbullah'ın yaşadığı eksen kayması, Kobani, Charlie Hebdo eylemi gibi sayılabilecek onlarca vakıa karşısında, acıdır ki Türkiyeli Müslümanlar açısından yapılan analizler ortak ve hikmetli bir tutarlılığı yakalayamadı.

Türkiye Müslümanları İçin Sert Bir Viraj:Suriye

İslam dünyasındaki devrim süreçleri ve özelde Suriye intifadası, üzerinde uzunca durmayı ve muhasebeyi gerektiren hayati bir özellik taşımaktadır. Müslümanların geleceği açısından Tunus'la başlayan intifadaların uzun yolculuğu Suriye virajına geldiğinde; çoğu Türkiye İslamcısının başta İran'ın politikaları ve “Filistin direniş ekseni” algısı, emperyalizm ufku, devrimlerin temel dinamiklerini oluşturan İslami hareketleri ve bu hareketleri hedef alan emperyalist politikaların değişkenliğini tanıma noktasında yetersizlik içinde oldukları su yüzüne çıktı.

Kur'an'ı anlama ve modelleştirebilme çabaları ile yoğunlaşanların önemli bir kısmı, maalesef ki dünya İslami hareketlerinin biriktirdikleri dinamizmi idrak etmekte ve tutarlı değerlendirmeler yapmada çoksığ kaldılar.1 Sözgelimi Nahda, İhvan ve hatta Hamas'ın ilmek ilmek dokuduğu ve tecrübelerle yoğrulmuş hareketlerini, siyasal yöntem ve gelişmelerle ilgili güncelliği tartışılır çeviri eserler ve güvenirliği su götürür haber kaynaklarının-ajanslarının, düşünce-analiz kuruluşlarının referans olduğu bilgiler üzerinden tanıma çabasının dışında, birebir istişare etme sorumluluğu yerine getirilemedi. Ümmet maslahatını zedeleyen karalama, propagandaya teşne olma ve komplocu izahlar gibi sapmalar, temelde haber kaynaklarının tutarlı bir usul çerçevesinde değerlendirilmemesinden beslendi.

19. Yüzyılda fiilî işgale uğrayan İslam coğrafyası gerek fikrî ve gerekse askerî açıdan kuşatılmasının ardından ulus devletlere bölündü. 20. Yüzyıl, emperyalizmin işbirlikçileri diktatör, krallık, cumhuriyet vb. vesayetçi yönetimlerin ulusçu politikaları eliyle en temelde İslami kimlikleri ve hareketleri hedef aldığı bir asır oldu. Rabbimizin lütfuyla artık 21. Yüzyılda kendini biriktiren İslami hareketler, İslam coğrafyasında fiilî intifada süreçleri ile küresel statükoya ve onun içerideki despotik yönetimlerine karşı itirazları kitlesel düzeyde yükseltmeye başladılar.

İşte 2010 yılının sonlarında başlayan fiilî devrim süreçleri Türkiye Müslümanlarının küresel ufkunu test eden, sınayan bir işlev gördü. Tıpkı 28 Şubat darbe sürecinin İslami birikimleri düşünsel ve yapısal açıdan test ettiği 90'ların sonu gibi şimdilerde Ortadoğu devrim dinamizmi, Türkiye Müslümanlarının temel zaaflarını, kırılganlıklarını ortaya çıkartan bir etki yaptı.

Bununla birlikte ıslah ve ihya çizgisinin beslediği devrim dinamizmlerini Türkiye’de anlama, empati ve fiziksel temas kurabilme cehdini gösteren nitelikli bir hattın inşa edildiğinin de altını çizmek gerek. Ortadoğu devrim dinamizmlerinin yaşanmakta olan tüm acılara ve gelişmelere rağmen, Türkiye İslamcılığını da olumlu yönde besleyecek ufuk ve basiret kapısını araladığını, beslediğini söylemeliyiz.

Üç Suriye

Bu noktada Türkiye Müslümanları açısından olumsuz üç genel tutumdan bahsetmek mümkün. Müslüman camiada Suriye konusunu İslami kimlik temelinde değerlendir(e)meyenlerin sergilediği olumsuz tutumlar; duyarsızlık, direniş aleyhinde propagandif haberleri/üretimleri taşıma veya alet olma, zihin karışıklıklarına teşne olma, oryantalist veya modernist bakış, meseleyi salt insani düzlemde veya yardım temelinde değerlendirme, doğrudan Baas rejimine ve destekçilerine biatli olma gibi farklı tonlarda seyretmeye devam etmekte.

Doğrusu direnişin beşinci yılına girildiği şu dönemde kronik zihin karışıklığının da mazur görülebilecek bir tarafının olmadığını dile getirmek, kutuplaştırıcı değil basiretsizliğe ve konformizme işaret eden bir uyarı olarak algılanmalı. Gerek "Suriye meselesinde yaşanan tartışmalar Müslümanları kutuplaştırdı!" gerekse de "...ama siz Suriye konusunu akidevi bir konu imişçesine savunuyorsunuz!" iddialarının Kur'an ahlakı açısından mesnetsiz oluşunun ve de sorunu örten işlevinin altı çizilmeli.

Bizler açısından temel ölçü “emr-i bi'l maruf ve nehy-i ani'lmünker” olduğuna göre iki iddianın da hükümsüz olduğu izahtan varestedir. Yüzbinlerce insanın katledilmesini ve en temelde haklı bir davanın, onurlu bir direnişin savunulmasını, kutuplaştırma veya akidevi boyutunda savunma eleştirileri; bahse konu İslami birikimlerin kangrenleşmiş zaaflarını göstermekte. Hak ile batılın mücadelesini Müslümanlararası kutuplaşmaya indirgemek de neyin nesi? Maslahata taalluk eden konularda didişmeci veya tahkir edici üslup kullanmayalım demek başka bir şey, maslahatı tartışmak yerine Müslümanların ve onurlu insanların haklı direnişlerinin meşruiyetini tartışmak başka bir şey. Maslahatı tartışmanın Müslümanların geleceğine, meşruiyeti tartışmanın ise oryantaslit/modernist veya emperyalist politikalara hizmet edeceği aşikârdır.

Hem sonra Bosna, Filistin ya da Irak işgaline karşı onlarca yıldır sürdüregeldiğimiz amellerimiz, akidemizden beslenen tutum alışlar değil miydi? Mesele Suriye olunca mı akidevi olmaktan çıktı tutumlarımız? Olayı mezhep çatışması temelinde izah etmeye çalışanların farkında olarak ya da olmayarak vardırdıkları çıkmaz sokak işte burası. Mezhebî çıkartımların içtihadi olduğu el hak doğrudur! Ancak özellikle Suriye direnişini Şia'ya karşı savaşın bir parçası olarak okumak mezhepçiliği ortadan kaldırmayacağı gibi, mezhebî algıyı ulusal menfaatleri doğrultusunda bir araç olarak kullanan İran'ın ve biatlilerinin de suçlarını hafifletmeyecektir.

Bu noktada devrim sürecine ve özelde Suriye meselesine usuli açıdan üç genel olumsuz tutum için şu başlıkları açmak mümkün:

1- Din ve Siyaset UsulündeRivayet Ehli:

1979 devrim ideallerinden Safevi Şiiliğine kayanların ve hatta bugüne dek Doğu emperyalist bloğun müttefiki olmanın yanında, Batı emperyalist blok ile de ittifak kapılarını Irak'ta, Suriye’de sonuna kadar aralamış olanların, İran'a ve politikalarına biatlilerin, Ortadoğu devrimler sürecine ilişkin tutumlarının tutarlı bir usul çerçevesinde seyretmediğini teslim edelim. Dinî ve siyasi açıdan kendileri için tahkik temelli değil, taklit mercii olarak gördükleri Şia yorumlarını merkeze alarak hareket ettiklerini uzun süredir müşahede ettik. Taklit ehli olmanın kalpleri karartan etkisine şahit olduğumuz bu çizgi, katil Baas rejimini ölümüne savunma noktasında her türlü kirli ilişki ağına da kendisini esir etmiş durumda.

Tahkikin yerini taklit alınca da gözler körelmekte, kulaklar sağırlaşmakta, kalpler kilitlenmektedir.

Yukarıda alt başlık olarak seçtiğimiz din ve siyaset usulü açısından taklit, Şia bloku tarafından büyük ölçüde akidevi bir umde halini almış durumda. Oysa yıllardır “Ehl-i Sünnet ve'l Cemaat” olarak “Sünni” dünyaya atfedilen ve eleştirilen "İmam zalimde olsa fasık da olsa itaat edilmelidir!" retoriği, Ortadoğu devrim süreci ile kimlik değiştirip Şia geleneğinde büyük ölçüde akidevi bir unsur halini almıştır.2

Ortadoğu toplumları Ehl-i Sünnet akaidinin zaaflarını ve taklitçiliği aşarak ve korku duvarlarını yıkarak ödedikleri tarifsiz acılarla dolu bedellerle, “İmam zalim de olsa fasık da olsa itaat edilmelidir!” anlayışından arındıklarını göstermişlerdir.

2- Din Usulünde Dirayet, Siyasi Usulde Tavırsızlık:

Kuşkusuz bu başlık altındaki tutumları kategorik bir değerlendirmeye tabi tutmak üst başlığa göre oldukça güç. Çünkü dirayet ekolüne tabi olduklarını bildiğimiz halde kimi Müslüman öbekler ve yapıların özelde Suriye konusuna genelde ise siyasal gelişmelere ilişkin tavırsızlığı, bilinçli bir kaçışı mı yoksa tertil fıkhını gerçekten idrak edememekten mi kaynaklandığı net değil. Bu belirsizliğe rağmen Müslümanlar hakkında hüsnü niyetle hareket etmenin hikmetini ummak daha hayırlıdır, Allah-u alem.

Türkiye'de onlarca yıldır devam eden Kur'an'ı anlama çabaları gündemden düşmedi. Hz.Erkam'ın evinde Rasul ile birlikte olan müminler, içinde yaşadıkları toplumu kuşatan yakıcı sorunlar karşısında Müslümanların nasıl bir tavır takınmaları gerektiğinin fıkhını ürettiler. Mekke toplumunu ve Müslümanları da boğan faiz, kölelik, şirk anlayışlarını, tevhidî öğretilerden uzaklaşmış ibadi formları; ayrıca yetimin malına el uzatılması, kız çocuklarının diri diritoprağa gömülmesi gibi ilk elde sayılacak birçok soruna dair söz söyleyip güçleri oranında da tutum belirlediler.

Allah Rasulü’nün ashabıyla birlikte şahitlik çabalarını temellendirdiği Daru'l Erkam'ın penceresinden baktığımızda; dört duvar arasında okunulan Kur'an ayetleri Müslümanları içlerinde yaşadıkları toplumların sorunlarına ilişkin tutum belirlemeye sevk ediyorsa o zaman vahyin penceresinden bakabiliyoruz demektir. Türkiyeli Müslümanların “Kur'an anlaşılır bir kitaptır.” vurgusu elbette halen değerlidir, ancak çabalarımızı ve imkânlarımızı salt Kur'an'ın anlaşılırlığına hapsedersek, vahyî öğretinin hikmetini ıskalamış oluruz.

Türkiye Müslümanlarının Kur'an'ın anlaşılması üzerine yeterli eserleri, birikimleri olduğunu söyleyebiliriz. Ancak “Kur'an anlaşılır” vurgusu yerine, artık “Kur'an'ı nasıl yaşamlaştırabiliriz, tertil fıkhını ve hududullahı gözeten şahitliği nasıl modelleyebiliriz?”  vurgusu daha ön planda olmalı değil mi?

Tüm çabasını anlama odaklı halkalara hasretmek, nimetin israfını getirmekte. 90'ların sonunda tarihselci/yorumsamacı tezlerin İslami çevrelerde zemin bulmasının bir nedeni de Kur'an'ı anlama çabalarındaki yetersizlik algısı idi. Bu algı maruf anlamlandırmalardan farklı, kimi zaman cezbedici ve usul gözetmeyen yorumlamalarla eksikliğin giderilebileceği arayışlarına neden oldu. Oysa yetersizlik algısını besleyen başat unsur, anlama çabası ile şahitlik çabasının içiçe gitmeyişi idi. Tarihselci tezlerin en fazla sirayet ettiği öbekler, modelleme/şahitlik/tertil fıkhı üzere tanıklık yapma çabasını üstlenmeyen ve hatta bireyciliği besleyen çevreler oldu. Üstelik 28 Şubat öncesinde şahitlik, ıslah ve inşa vurgusu yerine “iktidar” öncelikli dilin Müslüman öbeklerde hâkim olması ve darbe süreciyle yaşanan hayal kırıklıkları, tertil fıkhı ve şahitlik üzerine vurguları yoğunlaştırması gerekirken, acil durumlarda çıkış arayışıyla özdeş tarihselci yorumlar ve çabalar gündemimize doluverdi.

Zaman ve mekân sınırı olmaksızın Kur'an'ın hayati sorunlarını çözebilme gücünün var olduğunu her Müslüman teslim etmekte. Ancak Kur'an vakıaya dair sorunları Müslümanlar eliyle çözmek istemektedir.

Bu açıdan Müslümanları sosyal tanıklıkları, siyasal tutum alışlara sevkedecek okuma ve anlama çabalarının öne çıkartılması, emek verilen Kur’an halkalarında öne alınması gereken gündemler olmalıdır. Değilse İslami bilinçlenmenin Elif-Be’si sayılabilecek konulara sabitlenmek, hayatın akışına rağmen fasit bir daire içine hapsolma tembelliğini ifade etmez mi?

3- Din Usulünde Dirayet, Siyasi Usulde Rivayet Ehli Ya da Entelektüel 'Usul'süzlük

Din usulünden bağımsız bir siyasi usulün varlığı olabilir mi? Hayır. Öyleyse siyasi usulde “rivayet ehli” ile kastımız; ancak İslam'ın vaaz ettiği ve siyasi tutumumuzu/tutarlılığımızı da sağlayacak ölçülere dikkat edilmemesidir.

Türkiye'de şu veya bu şekilde İslami bilinçlenme ameliyesinde bulunmuş kimi kanaat önderi, üstat, abi-abla, entelektüel-akademisyenlerin, konu siyasi veya ameli tutarlılık olunca ne kadar bireysel, ölçüsüz ve maslahattan bihaber duruşlarıyla fildişi kulelerinden ahkâm kesmekte olduklarına şahitolduk/olmaktayız. Kendilerine ördükleri ve kimliklerinin vücut bulduğu entelektüel 'anlam' dünyasından Müslümanlara, İslami hareketlere ve gelişen siyasal-sosyal hadiselere ilişkin soğuk-dışarından analizleriyle, entelektüel usulsüzlüğün insanı ne ölçüde zihinsel kötürümlüğe çevirebileceğinin acı örneklerini seyrediyoruz.

Bazıları masa başı analizlerine kaynak olabilecek, tüm Batılı think-tank kuruluşlarının veya savaş lobilerinin finanse ettiği raporların ya da oryantalist-modernist kaygılarla yapılmış çalışmaların satır aralarından cımbızlayarak 'entelektüel' malzeme aramaktalar. Mesela kimilerince La Figaro gibi gazete-ajans-enstitü vb. haber kaynaklarından edinilen bilgiler, cephe mücadelesinde şahitlik yapan Müslüman kardeşlerimizin ilettiği haberlerden daha yakin kabul edildi/ediliyor. Değilse iki tane muhacire dokunmak, hissetmek, dayanışabilmek, istişare etmek, bir muhacir yetimin başını okşayabilmek entelektüel lügatte yok mudur diye sormadan edemiyor insan...

Rand Corporation gibi bilumum istihbarat teşkilatı, enstitülerin raporları Doğu Guta'da ve sonrasında gerçekleşen onlarca kimyasal saldırılardan daha bilimsel addedilmiş olmalı ki, ABD tarafından olasılık dışı Suriye müdahalesi gündeme gelince kötürümleşmiş bu vicdanlar hep bir ağızdan "Henüz kim tarafından gerçekleştirildiği bile kesin olarak ortaya çıkarılamamış kimyasal silah kullanılması gerekçe gösterilerek ..." diye utanılası bir metne imza attılar da bugüne dek bila istisna hiçbirisi Üçüncü Yol Mümkün'den nedamet duymadı!

Çalışmanın bu kısmında; isimler üzerinden polemik oluşturmayı değilancak entelektüel usulsüzlüğe dair çok sayıda örnek ifadenin-tutumun ancak az bir kısmını zikrederek zihinsel savrulmaların kalpleri karartan etkisinin altını kalınca çizmek istedik. Bundan dolayı ifadelerle ilgili dipnot vermeyi gerekli görmedik.

Evet, Suriye meselesine dair yaklaşımlara, tutumlara odaklanarak bir pencere açmak suretiyle geçtiğimiz dört buçuk yıl boyunca üstatlarımızdan, abi-ablalarımızdan, entelektüel-akademisyenlerimizden ne inciler dökülmüş; yüzümüz kızararak bunları bir kez daha hatırlayalım:

-Suriye'deki muhalefet 2001 saldırılarından sonra emperyal çıkarlar uğruna Pentagon tarafından icat edildi...

-Suriye'deki muhalifler eliyle Müslümanlar kullanıldı...

-Suriye'deki muhaliflerin arkasında CIA var...

-Suriye'deki cinayet şebekeleri(muhalifler)...

-Libya’da muhalifler üç kuruş karşılığında emperyalizme ülkelerini sattılar...

-İran’da İslam devrimi kuşatma altındayken Tunus, Mısır devrimleri ABD tarafından maaşa bağlanmıştır...

-Emperyalistler İslam dünyasında kavramlar üzerinden Müslümanlara hükmediyor...

-İran değil, Türkiye-Mısır-Suud mezhepçilik yapıyor...

-İran'ın emperyalistlere karşı çıkan politikalarını desteklemek Esed'i desteklemek değildir...

-Muhaliflerle Esed arasındaki çatışma, İsrail'e karşı en önemli askerî tehdidi (bu gücü hiç kullanmasa bile) devre dışı bıraktı...

-Suriye ile çok meşgul olduğundan Hizbullah’ın Gazze ile uğraşacak vakti kalmadı...

-Suriye'deki vekâlet savaşını körükleyen Suud ve Körfez ülkeleri...

-Suriye'de bir üçüncü yol mümkündür...

-Suriye müdahalesine karşı çıkmak Baasçılık değildir...

-Suriye'ye müdahale Batı'nın bir tuzağıdır...

-Ortadoğu'da mezhep temelli bir ayrışma isteniyor...

-İran'ın yara alması İsrail'i güçlendiriyor...

-Henüz kim tarafından gerçekleştirildiği bile kesin olarak ortaya çıkarılamamış olan kimyasal silah kullanılması gerekçe gösterilerek...

-Esed rejiminin belini bükecek sınırlı bir müdahale de Esed'i devirecek bir işgal de çözüm değildir...

-Tunus, Libya, Mısır'da sokaklara dökülen insanlar İslami bir yönetim istemiyor...

-Suriye'deki muhalefetin bir projesi yok, ne istediklerini bilmiyorlar. Esed sonrası dönemde neler yapılması gerektiğine dair çerçeve Berlin’de Bilim Politika Dergisi uzmanları tarafından hazırlandı...

-İngiliz, Fransız ve ABD özel kuvvetleri Suriye’deki operasyonları yönetiyor...

-Suriye'de çözümü daha fazla silah göndermekte gören tüm taraflar bugüne kadar ölen ve bundan sonra ölecek tüm masumların katilidir...

-Suriye'deki babadan oğula geçme diktatörlük mü meşrudur, yoksa demokratikliği ABD alengirli, vesikalı, ruhsatlı, ehliyetli seçimle iş başına üç kez gelmiş AKP hükümeti mi?...

-Reyhanlı patlamalarının sorumlusu olarak gösterilen Esed yönetimi böyle bir sürecin sonuçlarından nasıl menfaatler hedeflemiş olabilir?...

-İhvan Mısır'daki özgürlük mücadelesinde başımızın tacı ama Suriye kolunun tuzu kuru. Müzakereyi reddetmek ne demek? Siz ölmüyorsunuz ki...

-Şimdi görüyoruz ki muhalifler, Esed zulmünden daha baskın bir zulmü gerçekleştiriyorlar...

*  *  *

Sözde Filistin'i ve Özgür Kudüs'ü savunan ancak genelde Ortadoğu intifadalarına özelde Suriye direnişine kara çalanlara tokat gibi cevabı, Filistin direniş tarihinin en fazla cezasına çarptırılan Kassam komutanı Abdullah Bergusi verdi. İslam'ın aydınlığı geliyor diyerek Şam kasabı Beşşar Esed'in de sonunun yakın olduğunu haber veriyordu.3

Bu nasıl bir bilgilenme, nasıl bir İslami tutumdur? Hangi bilgilenme ve haber kaynakları, ilişki biçimleri insanın hem aklını hem de vicdanını örtecek böyle bir duruma sokabilir? Üstelik de içlerinde yıllarca İslami kamuoyuna din metodolojisi, hadis-sünnet metodolojisi konularında eserler vermiş isimlerin de yer alması nasıl izah edilir?

Tam da burada Hayri Kırbaşoğlu’nun geçtiğimiz yıl katıldığı bir TV programında serdettiği ifadelere değinmeden geçemeyeceğiz. İlahiyat tedrisatından geçip yıllarca klasik hadis-sünnet usulünün eksik ve yanlışlarına dikkat çeken ve hatta alternatif metodolojiler de önererek Müslümanların maslahatına katkıyı hedefleyen bir ilim erbabı, nasıl olur da İslami hareketlerin meşruiyetine halel getirecek asılsız bilgileri savunabilir? “Suriye’de 150 bin yabancı savaşçı varmış!”, “Muhaliflerin arkasında CIA varmış!” gibi katı muhaddislere dahi taş çıkartacak asılsız, uydurma haberleri hangi usuli süzgeçten geçirerek ele aldı acaba? Geleneğin hadis külliyatını kritik ederken gösterdiği ihtimamı, sened-metin ve ravi tenkidi kurallarını söz konusu Suriye direnişi ve İslami hareketler olunca askıya almak, hangi usul/süzlük ile izah edilir?

Siyasal ve sosyal hadiselerin uydurma/fiten hadislere etkilerini ve mütevatir haberin şartlarını en iyi bilebilecek olan Kırbaşoğlu’nun usul gözetmeyen ve daha da önemlisi İslami hareketleri tahkir eden yaklaşımını en iyi ifadeyle entelektüel usulsüzlükle izah etmek mümkün. Dünyanın Müslümanlarla değil Müslümanların dünya ile sorunları var denklemini kurmak, varil bombaları ile katledilen Suriye halkının ve İslami hareketlerin ödediği bedelleri gündemleştirmeyip Amazon ormanlarının katline dikkat çeken bir ahlak köprüsünden erdemlilik asla geçirilemez. İslam dünyasında konvansiyonel silahlarla katledilen mazlumları görmeyip, nükleer silahlanmaya karşı hangi İslami yapılar karşı duruyor diye hesap sormak nasıl bir ahlak anlayışına sahipolmaktır acaba?

Kırbaşoğlu bu tutumundan rücu etmediği sürece bugüne dek ortaya koyduğu hadis-sünnet çabaları, Müslümanların maslahatından ziyade hurafe avcılığından ibaret modernistlerin çabaları ile özdeş anılmaya mahkûm kalacaktır.

Peki, yukarıda zikredilen tutumları besleyen, haberlere ve kaynaklarına ilişkin Müslümanların ilkesel tutumları ne olmalıdır?

Haberlerin Değerlendirilmesinde Kur’ani Ölçü

Üzerinde duracağımız konuyla ilgili “haber” anlamına gelen nebe'(نَبَأٌ) kavramı; güncel hayatta kullandığımız “magazinel veri-bilgi” manasındaki haber anlamından farklıdır. “Nebe”, yaşamın hayatiyet arz eden boyutlarına etki edebilecek, vakıayı ve onun tüm yönlerini betimleyen bilgi veya olgulardan oluşan gerçeklik olarak tanımlanabilir.

Ragıb el-Isfahani, N-b-e kök harflerinden oluşan nebe' kavramını şu şekilde tanımlar:

"نَبَأٌ kavramı, büyük fayda sağlayan ve kendisiyle ilim veya zann-ı galip oluşan haberdir. Aslında bu üç özelliği taşımayan habere nebe' adı verilmez. Nebe' diye tanımlanan haberin hakkı yalandan arınmış olmasıdır..."4 Diğer bir deyişle muhatabı "doğru-yanlış", "haklı-haksız", "iyi-kötü" demek zorunda bırakacak haberlerdir.

Kur'an-ı Kerim kendisini Sad Suresi 67.ayette 'büyük haber' (عَظِيمٌنَبَأٌ) olarak beyan etmektedir. Vahiy, kendisini haber ile özdeşleştirerek gerçekliğin ve hayatın her alanına müdahil, etkileşimi olan bir olgu olarak tanıtmaktadır. Yani vahyî bildirimler, hem gaybi hem de müşahede edilebilen tüm kâinata dair ve doğrudan insanoğlunu etkileyebilecek vakıaya dair bilgilerdir. Yine Kur'an'da nebe' kavramı salt 'bilgi-data'nın aktarılması olarak değil, bilgiyi var eden olgulara işaret bağlamında ele alınmaktadır. Haberin kavranabilmesi; bilgiyi var eden olguların hikmetlice idrak edilmesi, olgularla içiçe unsurların üzerinde tefekkür edilmesi ile mümkün olur. Bu açıdan haber, eşyanın hakikatinin tüm yönleriyle ve yakin olarak aktarılabilmesini de ifade eder.

Nebe Suresi 1-2.ayetlerde "Birbirlerine neyi soruyorlar? O büyük haberden (kıyametten) mi?" ifadesiyle gayb alanına tekabül eden ilahi bir vaat ve gerçeklik olan kıyametin nebe' kavramı ile dile getirildiğini görüyoruz.

Teğabun Suresi 5.ayette; "Önceden inkâr edenlerin haberi (nebe') size gelmedi mi? Onlar işlerinin vebalini tattılar ve onlar için acı bir azap vardır" buyurularak, önceden inkâr etmiş kimi toplulukların helak olduklarına dair yaşanmış vakıa-gerçekliğin nesilden nesle -tevatüren- aktarılarak insanlara ulaştığı bilgisi veriliyor.

Yine benzer şekilde Hud Suresi 49.ayette "İşte bunlar gayb haberlerindendir (ءأَنبَا). Bunları sana vahiyle bildiriyoruz. Bundan önce bunları ne sen bilirdin ne de kavmin..." denilerek kıssaların vakiiliğinin net bir şekilde ortaya konulduğunu görüyoruz.

Ayrıca nebe' kavramı, önceki kavimlerin gerçekliklerine dair olguları anlatan kıssalarla ilgili olarak Hud, 11/100; Araf, 7/101; Taha, 20/99; Maide, 5/27 gibi ayetlerde de kullanılmaktadır. Yine Yusuf, 12/37; Bakara, 2/33; Hicr, 15/51; Yunus, 10/18; Rad, 132/33; En’am, 6/143 gibi ayetlerde de “gerçeklik-doğruluk-yakinilik” vurgularını görmekteyiz.

Nebe' kavramının gerçeklik-vakıaya ait olguların aktarılmasına dair ele aldığımız yukarıdaki ayetlerin yanısıra Kamer Suresinde Allah-u Teâlâ, haber (nebe') ile hikmet arasında doğrudan bir ilişkinin olduğunu bizlere bildirmektedir. Kamer Suresinin ilk ayetlerinde kıyamet saatinin yaklaşması ve vuku bulacak hadiselerin bildirilmesi ile başlayan surenin 4 ve 5. Ayetlerinde "Andolsun ki onlara (kötülükten) vazgeçirecek nice önemli haberler (الْأَنبَاء) gelmiştir. Bunlar üstün bir hikmettir fakat uyarılar fayda vermiyor." denilmektedir.

Ayetler haber (nebe') ile hikmet arasında vakıaya, gerçekliğe tekabülde isabet açısından bir bağ-içiçelik olduğunu ortaya koymaktadır. Hikmet, insanlığı kötülükten vazgeçirip felaha ulaştıracak, fıtrat ve gerçeklik/vakıa ile uyumlu bilgileri taşıyan nebe'nin özelliği aynı zamanda. Yani insanoğlunun fıtraten kötülükten uzaklaşmasını sağlayacak, geçmişe veya bugüne ait hikmetli haberlerin elçiler aracılığı ile iletildiğini lakin insanoğlunun bu uyarıları dikkate almadığını belirtmektedir. Dolayısıyla vakıaya dair olguları bizlere ulaştıran haberler üzerinde etraflıca tefekkür etmek, hikmetli davranışın gerçekleşebilmesi açısından da elzem bir durum arz etmekte.

Tevbe Suresinin 94.ayetinde ise Allah Rasulü'nden mazeretleri olmadıkları halde savaştan kaçmak için izin isteyen kalpleri hastalıklı münafıkların davranışlarının, Müslümanlara karşı çevirdikleri entrikaların haber verildiğini görmekteyiz:

"Savaştan dönüp yanlarına geldiğinizde size özür beyan edecekler. De ki:'Özür beyan etmeyin. Size kesinlikle inanmayız. Allah bize, sizin durumunuzdan haberler (نَبَّأَ) verdi'..." İsfahani, burada kullanılan nebbe'nin daha etkili bir fiil olduğunun ve haberin kesinlik vurgusunun daha da artırıldığının altını çizer.5

Buraya kadar ele aldığımız ayetlerde dikkat çeken iki temel ve ilkesel husus ön plana çıkmakta:

1)Nebe' kavramı ile tüm Müslümanları ve ümmetin maslahatını ilgilendirecek, vakıaya dair olguların/gerçekliklerin yalandan arındırılmış bir biçimde kullanıma alındığını müşahede etmekteyiz.

2)Haberleri iletenler Allah ve Rasulü olduğunda, haberleri taşıyanlarla ilgili 'kimliksel' bir sorgulamaya rastlamıyoruz. Haberlerin iletilmesinde İslami kimlik, güven açısından bir referans işlevi görmekte.

Haberi Taşıyanın Kimliği Önemlidir

Dikkat çekmeye çalıştığımız ve çalışmamızın odak noktasını oluşturan entelektüel usulsüzlüğü besleyen; haber kaynaklarına dair kimliksel sorgulama yapmadan haberlerin kullanıma alınmasına dair ölçüsüzlük Hucurat Suresinin 6 ve 7.ayetlerinde bakın nasıl uyarıve ölçü konusu olmakta… Üstelik ayetlerdeki ilkesel hitap doğrudan iman edenlere yönelik:

"Ey iman edenler! Eğer fasıkın biri size bir haber (nebe') getirirse onun doğruluğunu araştırın. Yoksa bilmeden bir topluluğa sataşırsınız da sonra yaptığınızdan pişman olursunuz. Hem bilin ki, içinizde Allah'ın elçisi vardır. Şayet o, birçok işlerde size uysaydı, sıkıntıya düşerdiniz. Fakat Allah size imanı sevdirmiş ve onu kalplerinize ziynet yapmıştır. Küfrü, fıskı ve isyanı da size çirkin göstermiştir. İşte doğru yolda olanlar bunlardır."

Bahse konu ayetlerin nüzul sebebi ile ilgili olarak hadis ve siyer kaynaklarının yanısıra müfessirlerin ekseriyeti, Allah Rasulü'nün Velid bin Ukbe bin Ebi Muit'i Mustalikoğulları kabilesinin vergilerini toplaması için görevlendirmesi ve akabinde yaşananlarla ilgili olduğuna işaret etmekteler.6 Allah Rasulü'nün kendisine gelen haberi tetkik ettirmesi üzerine, Mustalikoğulları aleyhine atılan iftira açığa çıkmış ve tüm Müslümanların maslahatı açısından temel bir ilke vaaz edilmiş oldu.

Hucurat Suresinin ilk altı ayetinde 'adab-ı muaşeret' temelli ilkeler vaz edildiğini ve hemen ardından haberlerin irdelenmesi gerekliliğine dair ilkesel tutumun 6 ve 7.ayetlerin yerleştirilmesiyle pekiştirilen bir hikmetin varlığını görüyoruz.

Ayette haberin doğruluğunun araştırılma şartı olarak 'fasık' kimlik ön plana çıkıveriyor. Merhum İzzet Derveze burada iman edenler için ahlaki ve içtimai açıdan bir terbiyenin vazedildiğini beyan ederek şunları söylemekte:

‘Eğer hak yoldan sapmış bir fasık size bir haber getirecek olursa onu araştırın.’ cümlesi haberci, haber-hikâye aktarıcısı ve şahitler hakkında adalet şartını öngören Kur'ani dayanak noktasıdır. Bundan destek alınarak fasıklığı bilinen bir kimsenin getirdiği haberlerin ret olunması gerekmektedir. Burada geçen 'fısk' kelimesi, Allah ve Peygamber'in emrettiği şeyleri yapmayıp haktan sapmak, azgınlaşmak, Allah ve Rasulü'nün yasakladıklarından kaçınmamak ve iman, kulluk, ahlak ve toplumsal yaşantıya dair olan hususlarda onların çizdikleri sınırları tanımamaktır.”7

Rahmetli Seyyid Kutub, buradaki Kur'ani emrin fasıkın getireceği haberin araştırılmasına has kılındığını belirttikten sonra İslam toplumu ile ilgili de güven hususuna dikkat çekmekte:

"...İslam toplumunda o toplumu oluşturan kişilerin arasında birbirlerine iletmiş oldukları her haber konusunda bir şüphe yayılmaması gerekmektedir. Yoksa Müslümanların bilgi akımı felç olmaya yüz tutar. İnanmış bir toplumda asıl olan, fertlerinin güvenilir ve birbirlerine iletmiş oldukları haberlerin inanılır ve kabul edilir olmasıdır. Oysa fasık, getirmiş olduğu haberin doğruluğu ortaya çıkana kadar şüphe altındadır..."8

Kurtubi ise "Fıskı sabit olan kimsenin haberlerindeki sözleri geçersizdir. Çünkü haber emanettir, fısk ise onun iptalini gerektirir."demektedir.

İslami kimlik, şahsiyet ve sorumluluk noktasında maruf Müslümanların getirdikleri haberler hemen alınır. İslami bir toplumda, haberlerin değerlendirilmesinde öncelikle kimlik belirleyici bir rol oynar. Eğer gayri İslami bir kaynaktan ulaşıyorsa haber, mutlaka güvenirliği/sahihliği teyit edilmeli. Teyit aşamasında İslami kaynaklar, istişari mekanizma ve referanslar haberin sahihliğine işaret ediyorsa kullanıma alınıp değerlendirilebilir. Elbette bu prensip Müslümanların iletecekleri haberlerin hatadan beri olacaklarını veya hiçbir araştırmaya/tahkike maruz kalmayacakları anlamına gelmemekte. Bununla birlikte mümin toplum arasında bütün haberlerden ve kaynaklardan şüphe etmek, uyulması şart kılınan güven prensibine de aykırıdır.

Dikkat edilirse ayetin vurgusu, haberin doğrudan içeriği ile ilgilenmek yerine haberi taşıyanın kimliğine odaklanmaktadır. Öncelikle zahiren kimlik beyanının haber üzerindeki etkisine vurgu yapılmaktadır. Söz konusu Müslüman ise haber üzerinde tetkik salahiyeti mevcuttur, tercihe bağlıdır. Lakin İslami kimlik dışı/fasık kimliğin taşıyacağı haberde tetkik tercihe bırakılmamakta ve haberin değerlendirilmeye alınabilmesi tetkik şartına bağlanmaktadır. İman ile fısk arasında bir zıtlık sözkonusudur. Her fasıkın her haberi de batıl değildir elbette, değilse haberlerin araştırılmasına dair gereklilik de emir de olmazdı.

Bugün yaşadığımız birçok siyasal ya da sosyal hadisede, fısk istikametine konumlanmış haber kaynaklarından gelen haberlerin ilahi bildirim doğrultusunda tahkik süzgecinden geçirilmeden kullanıma sokulması, fikir veya tutum belirlenmesi sadece bireyleri değil bütün bir bünyeyi çürüten virüs işlevi de görür. Fasıkın fıskı kendisine zarar verecekken, fasık habercinin fıskı toplumsal bir hal alır. Fasık habercilerin fıskı günümüzde en çok propaganda, algı oluşturma, iftira, karalama şeklinde tezahür ediyor ve propaganda çabalarını nebe' sınıfına girebilecek haberler üzerinden gerçekleştiriyorlar.

Ki, Kitab-ı Kerim’de bu tür ifsadı yaygınlaştıran tutum içinde olanlara “murcifun” denilmektedir. Ahzab Suresinin 60. ayetinde kullanılan “murcifun” ifadesi “kentte yalan haber yayan, kışkırtıcılık yapan” anlamında kullanılmaktadır: “Andolsun ki, eğer o ikiyüzlüler, kalplerinde hastalık bulunanlar ve şehirde yalan haberler yapıp tahrikte bulunanlar (murcifun) vazgeçmezlerse, mutlaka seni kendilerine musallat kılarız sonra orada çevrene pek az yanaşabilirler.”

Hucurat Suresinin 7. ayetinde işaret edildiği üzere, Müslümanlara şahitlik eden "...içinizde Allah'ın elçisi vardır" denilmek suretiyle şu mesaj verilmektedir:

Herhangi bir güçlüğün çözümünde Allah Rasulü'ne başvurunuz. Size gelen haberler konusunda usvetun hasene olan Rasul'ün haberi tetkik ettirmesi gibi sizler de Kur'an ve Muhammedi Sünnet'in ölçülerini baz alarak hareket ediniz. Müslümanları ve ümmet maslahatını ilgilendiren konularla ilgili haberlerin istişari mekanizmalarda gündeme getirilmesi veya haberlerin İslami referans kaynaklarından teyit edilmesi adalet vasfımızın bir gereğidir. İslami mücadelenin hikmet ve basiret temelli istikamet belirleyebilmesi, tutarlı bir siyaset izleyebilmesi ancak bilgi kaynakları üzerinde son derece titizlenmesi ile mümkün olabilir.

Nisa Suresi 83. ayette Rabbimiz şöyle buyurmakta:

 "Kendilerine güven veya korku hususunda bir haber geldiğinde onu hemen yayıverirler. Hâlbuki onu Rasul’e veya aralarında yetkili kimselere götürselerdi, onlardan sonuç çıkarmaya gücü yetenler, onu anlarlardı. Eğer Allah'ın lütfu ve rahmeti üzerinizde olmasaydıazınız hariç, şeytana uyup gitmiştiniz."

Menar tefsirinin sahibi Şeyh Muhammed Abduh “Hâlbuki onu, Resul’e veya aralarında yetkili kimselere götürselerdi” vurgusunu şu şekilde izah eder:

“Kamuoyunu ilgilendiren hususları bilen, o konuda çözüm gücü olan görüş sahiplerine havale etselerdi… Ayette işaret edilen bu kimseler, halkın içinden çıkan ve siyasetinde ve işlerini çekip çevirmede kendilerine güvendiği ehlul hal vel akddir.

'Onlardan sonuç çıkarmaya gücü yetenler, onu anlarlardı' yani bu meseleyi onların arasından işin içyüzünü anlayan ve gizli yanını ortaya çıkaranlar bilirlerdi. Ayet metninde geçen ‘istinbat’ gözlerin görme veya kalplerin marifet alanından gizli kalmış bir şeyi ortaya çıkarmak demektir.”9

"...Vacip olanı, bu gibi kamuoyunu ilgilendiren bir hususu en büyük idareci ve savaşta başkumandan olan Rasul'e ve 'ehlu'l-hal ve'l-akd'den olan ulu'l-emr ve şura üyelerine götürmektir. Bu gibi hususların iç yüzlerini ortaya çıkaracak ve ümmetin maslahatının nerede olduğunu, yayılması gereken ve gerekmeyeni bilebilecek olanlar onlardır."10

Hülasa müminlerin özellikle İslam toplumunu, ümmeti oluşturan bireyler ile onların maslahatını ilgilendiren hususlarda son derece dikkatli olmaları gerektiğini, aksi halde doğan sonuçlardan dolayı yükleneceğimiz günahla hem dünyevi hem de uhrevi planda pişmanlık duyabileceğimizi Hucurat Suresinin yanı sıra Ahzab Suresi 58. ayetten de öğreniyoruz:

"Mümin erkeklere ve mümin kadınlara yapmadıkları bir şeyden dolayı eziyet edenler de bir iftira ve açık bir günah yüklenmişlerdir."

Rabbimiz bizlere din kardeşlerimize iftira, bühtan dolu söz ve davranışlara tevessül etmeyecek, diğer yandan onlarla İslami mücadele uğruna tüm gücümüzle dayanışmaya sevk edecek basiret ve hikmeti nasip etsin. Âmin.

 

Dipnotlar:

1- Bu noktada Ulustan Ümmete, Yeni Rota, İHH ve Özgür-Der irtibatları veya Anadolu Ajansı vb. çabalar ile bazı İslami çevrelerin Filistin, Suriye, Mısır, Çeçenistan gibi İslam coğrafyalarındaki hareketler üzerinden yardım ve istişare çabalarını istisna tutabiliriz.

2- Atasoy Müftüoğlu’nun bahse konu retoriğin etkisinde olduğunu görüyoruz. Müftüoğlu verdiği bir röportajda İran’da gerçekleşen İslami devrimle yapısal bir değişimin gerçekleştiğinden bahisle şu tespitlerde bulunuyordu:

“İran’da tarihin son beş yüz yılının görmediği yeni bir şey olmuştur. Yani bu meydan okuma yeni bir değer sisteminin ortaya çıkışı demektir. Yeni bir politik sistemin ortaya çıkışı demektir. Yeni bir dünya görüşünün ortaya çıkması demektir. Yeni bir hayat tarzının ortaya çıkması demektir. Hâlbuki Batılılar İran’da devrim gerçekleştiği dönemde tarihin sonunu konuşuyor idiler. Tarihin sonunu konuşmak demek neoliberal, kapitalist, demokratik dünya görüşünün nihai zaferi anlamına geliyordu. İslam devrimi gerçekleşince onlar tarihin sonuna gelinmediğini dehşetle düşündüler ve artık bu defa yeni bir devrim olmaması için ne yapılması konusunda çok yoğun çalışmalar yaptılar. Ve sonunda çözümü de buldular. Yeni bir devrim olmaması için yapılması iktiza eden şey, dünya Müslümanlarını devrimin Şiiliğe özgü bir icat olduğuna ikna etmeye çalıştılar. Evet, devrimi Şiiliğe özgü olduğuna ikna etmenin yanında, Sünni Müslümanlara, Sünniliğin devrimci bir düşünce içermediğini, değişim ve dönüşüm düşüncesini içermediğini, Sünniliğin statüko ile birleşmek demek olduğunu, konformizm ile bütünleşmek demek olduğunu, Sünniliğin aynı zamanda herhangi bir toplumun istikrarsızlaştırılması durumunda, her otoriter rejimi kabule müsait olduğunu, yani istikrardan yana olduğunu ve istikrar için her türlü otoriter rejimi kabule müsait olduğunu telkin etmeye başladılar.”www.nehirhaber.com 17.11.2014

3- Abdullah Galib Bergusi, Yoldaki Mühendis, Sf.193-194, Ekin Yay.

4- Ragıb el-İsfehani, Müfredat, C.2,Sf.651, Çıra Yay.

5- Ragıb el-İsfehani, A.g.e., C.2, Sf.654.

6- İzzet Derveze, Tefsiru'l Hadis, C.6,Sf.420, Ekin Yay.

7- İzzet Derveze, A.g.e.,C.6, Sf.422.

8- Seyyid Kutub, FiZilali’l Ku'ran, C.9, Sf.322, Dünya Yay.

9- Şeyh Muhammed Abduh - Muhammed Reşid Rıza, Tefsiru'l Menar, C.5, Sf.391-392,Ekin Yay.

10- Şeyh Muhammed Abduh-Muhammed Reşid Rıza,A.g.e.,C.5, Sf.394.

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR