1. YAZARLAR

  2. Murat Özer

  3. IŞİD Neyimiz Olur?

IŞİD Neyimiz Olur?

Kasım 2014A+A-

IŞİD’in, İslamcı muhaliflerinin verdiği isimle anacak olursak "Devle Cemaati"nin önce Musul'dan Bağdat'a uzanan hattı ele geçirmesi daha sonra ise PKK uzantısı olan PYD'nin kontrolündeki Kuzey Suriye topraklarını kuşatmasıyla tüm dünyanın gözleri bölgemize çevrildi. Ekranlarda boy gösteren analistler, uzun uzun IŞİD tarihini Wikipedia’dan öğrendikleri klişe cümlelerle anlatırken, nasıl bir vahşilikle karşı karşıya olduğumuza bizleri ikna etmeye çalıştılar ve hâlâ büyük bir özveriyle çalışıyorlar. Örgütün Halep'in 54 bin nüfuslu Kobani ilçesini kuşatması ve bu bölgeden Kobani halkının tamamı da dâhil olmak üzere 200 bin kişinin Türkiye'ye sığınmasıyla birlikte ise PKK muhibbi tüm çevreler, solcusundan sözümona İslamcısına kadar ekranları ve alanları zapt ettiler.

Kimisi ekranlardan içinde biriktirdiği İslam'a ve Suriye'deki İslami direnişe olan kinini kusarken, kimisi ise kuyruğuna takıldığı PKK'ya yalakalık yapmak için hiç açılmamış yeni "IŞİD mizansenleri" eşliğinde efendilerine serenat yaptılar/yapıyorlar. PKK-HDP çetelerinin Diyarbakır başta olmak üzere tüm Türkiye'de estirdiği vahşet dahi, bu kimselerin kabaran iştahını yatıştırmaya yetmedi. Güya bizim olan camianın derneklerinin ve bilge adamlarının, IŞİD'in Kobani'de yapması muhtemel katliamına (!) dikkat çektikleri uzun bildiri ve beyanatlar da cepheye sürülmüş vandallar için adeta hücum marşı olarak algılandı. Muhtemelen “Ey Reqîp”le hücuma geçen bu sürüler, Müslümanları çatılardan attılar, kafalarını taşlarla ezdiler, vücutlarını bıçaklarla delik deşik ettiler, yetmedi arabayla ezip, üzerlerine benzin dökerek yaktılar. Fakat bu katliam dahi, medyada IŞİD'in olası katliamıyla mukayese edilerek tolere edildi. Hükümet medyası ise Gezi eylemlerinde öldürülüp kahramanlaştırılan Berkin Elvan'a nazire olsun diye Yasin Börü'den bahsetme zahmetinde bulundu. Böylece hepimiz IŞİD'in ne kadar büyük bir katil olduğuna, PKK'nın ise barış sürecine zarar vermemek için şiddeti engellemeye çalıştığına, aslında Öcalan'ın söylemlerinin kitleye doğru aksettirilemediğine ve "bu tarz provokasyonları" Derin Paralel Devletin yapmış olduğuna inandırıldık.

Hükümetin "çözüm süreci" ve ABD baskısı sarmalında uğradığı akıl tutulmasını ise hayretler içinde izlemeye devam ediyoruz. 30 yıldan fazladır kendisiyle savaşan ve 50 binden fazla insanının ölümüne sebebiyet veren bir örgütün IŞİD karşısındaki savaşına dolaylı da olsa destek vermek, Peşmergenin Türkiye üzerinden cepheye, yani PKK-PYD saflarına sağ salim ulaştırıldığını bir bakanın ağzından duymak ortalama bir TC vatandaşı için ne anlam ifade ediyor bilmiyoruz ama akil adamların zaviyesinden hoş karşılanmış olmalı ki, bu açıklama 12 saatlik bir akil adamlar toplantısının peşi sıra yapıldı.

IŞİD Neden Hedefte?

Biz, Suriye ve Irak'taki İslami direnişi destekleyenler için IŞİD'in ne anlam ifade ettiğini bir kez daha hatırlatmaya lüzum yok. Sürekli bu örgüt ve anlayışından beraatla başlayan cümlelerin "sahih yolda olduğuna inandığımız İslami hareketlere" sempatiyi artırmadığı gibi düşmanlarımızın değirmenine su taşıdığı aşikâr.

Her halükarda hak bildiğimizi "bize zarar verecek olsa" da söylemeliyiz şüphesiz. Fakat bunu muarızlarımızın "bizim için ne düşüneceği" amaçlı değil, sadece Rabbimize verdiğimiz ahdimiz sebebiyle yapıyoruz. Yoksa, "yalancılık, ikiyüzlülük, pragmatizm, ahlak yoksunluğu, gücü ve zoru görünce çark etme gibi sıfatların" İslam düşmanlarına, Suriye devriminin içerideki ve dışarıdaki düşmanlarına, PKK yalakalarına, sözümona İslamcı liberallere ne kadar da cuk diye oturduğunu bir kez daha ifade etmeye lüzum görmüyorum. IŞİD'in İslami gruplara karşı tavır aldığı, güç ve kibir sarhoşluğuna kapıldığı dönemlerde açıkça ve yüksek sesle IŞİD'e tavır alırken, bugün IŞİD'e düşmanlık edenlerin gündemlerinde dahi yoktu IŞİD. Pek çoğu adını dahi bilmezdi. Fakat biz o gün nasıl doğrunun yanında yer aldıysak; bugün, neredeyse tüm dünya IŞİD'e cephe almışken de doğruyu söylemek zorundayız.

Gerçekten de başta ABD olmak üzere tüm Batı ülkeleri, Suudi Arabistan, Ürdün gibi doğulu diktatörlükler, PKK ve uzantıları, hiçbir zaman Esed rejimine karşı savaşmamış bazı ABD beslemesi harami sözde Suriyeli muhalif örgütler IŞİD'i hedefe oturtmuş durumdalar.

Önce medya operasyonuyla gücünü abarttıkları IŞİD'in, şimdi "Biji Obama" sloganları eşliğinde karargâhlarının yerle bir edildiğinin haberlerini yapıyorlar büyük puntolarla. Böylece efendileri ABD'nin gücünü bir kez daha takdis etmiş oluyorlar. Solun ve PKK'nın anti-emperyalizm masalları bir kez daha çökerken, "Anti-Kapitalist/Müftüoğlu/Eliaçık İttifakı"nın sesi soluğu kesilmiş durumda. Böylece Suriye devrimi bir kez daha kirli yüzleri ifşa ediyor.

Peki, IŞİD gerçekten söylendiği gibi çok güçlü mü? ABD bu savaşın 6-7 yıl sürebileceğini söylerken IŞİD'de gerçekten çok daha fazla bir güç vehmetmiyor mu? Bu soruyu cevaplayabilmek için IŞİD'in ve Bağdadi'nin ekibinin misyonuna ve Irak-Suriye üzerindeki politika ve ilişkilerine bakmak gerekiyor.

Batı’da oluşan IŞİD fobisinde medyada yazıp-çizen fakat alandan uzak, hatta internet dışında hiçbir enformasyona sahip olmayan kişilerin payı büyük. Bunlara bir de Esed-İran-Rusya lobisinin gönüllü ve "içeriden" yazarlarının abartılı yorumlarının Batı basınında geniş yer tutması da eklenince ortaya böylesi bir korku filmi çıktı. Abartılanlar sadece, baş kesme, infaz görüntüleri değil, aynı zamanda sayılardı. Sözgelimi mutedil bir gazeteci olan Ardan Zentürk dahi makalesinde "Kobani'ye destek için 700 Çeçen savaşçının Rakka'dan ayrıldığını" yazıyor. Oysa Kafkasyalı savaşçıları biraz takip eden herkes Suriye'deki tüm İslami cephelerde savaşan Çeçenlerin sayısının 1000'i bulmadığını bilir. Üstelik bu rakamın içine, Nusra Cephesine katılan Müslim'in grubu (Gürcistanlı olduğu için Corc diye anılıyor), yine Nusra Cephesinde iken şehit olan Seyfullah Şişani’nin grubu ve hatta Kafkasya Emirliği'nin doğrudan yetkilendirdiği Emir Selahaddin'in komutasındaki Muhacir ve Ensar Ordusu da dâhildir. IŞİD'e katılan tek muhacir grup Gürcü bir babanın oğlu olan Ömer Şişani'nin grubudur.

Batılı medya, Kafkasya'nın diğer bölgelerine mensup olup da Avrupa'dan savaşmak için gelen tüm muhacirleri, Özbek ve Doğu Türkistanlıları hatta Kırgız ve Azerileri dahi "Çeçen" olarak tanımlamakta. Bu durum ortada bir medya operasyonunun olduğunun diğer küçük kanıtı aynı zamanda. Medya "IŞİD heyulasını" büyütürken "Çeçen savaşçı" imgesine bu şekilde sarıldı.

IŞİD ve Irak'ta İlerleyişi

IŞİD örgütünün doğduğu coğrafya olan Irak'ta bu kadar hızlı bir şekilde ilerlemesi, aslında örgütün iki veçhesi olduğunu bize göstermektedir: Suriye ve Irak. ABD'nin Irak'ı işgal etmesiyle başlayan direniş serüveninin, Zerkavi, Ebu Eyüp el-Mısri, Ebu Ömer Bağdadi ve Kureyşî olduğu iddiasındaki Ebu Bekir Bağdadi'yle devam eden süreç hakkında pek çok şey söylendi. Aynı kalemden çıkmış gibi pek çok bilimsel (!) makale servis edildiğinden bu serencama girmiyorum.

Fakat örgütün Irak İslam Devleti iken, bölgedeki Sünni aşiretlerle arasının açılması, yereldeki İslami direniş örgütleri olan Ensar el-İslam'la yaşadığı -bazen örtülü çatışmaya varan- kriz sonucu Irak'ta tutunamadığı 2006-2011 yılları arasına değinmek gerekiyor.

Tevhid ve Cihad Hareketinin ABD ve işgal güçleri karşısında etkili ve kararlı bir direniş sergilediği 3 yıl içerisinde Zerkavi önderliğinde önce Mücahidler Şurasına daha sonra ise El-Kaide’ye katılması sonrasında Irak'ta önemli değişimler olmuştu. Bu dönem, Iraklı Sünnilerin bütünüyle siyaset dışına itildiği, Sünni aşiretlerin ise önemli ölçüde direniş grupları etrafında toplandığı bir vasattı. Felluce, Ramadi hatta Diyala sokaklarına ne ABD askerleri ne Irak Ordusu giremiyordu. Ancak Zerkavi'nin katledilmesi sonrasında Ebu Eyüp el-Mısri ve Ebu Ömer Bağdadi'nin El-Kaide'nin itirazına rağmen "Devlet" ilan etmesiyle birlikte direnişin zayıflama evresine girdiği görüldü.

ABD'nin satın aldığı Sünni aşiretlerden oluşan Sahva Konseylerinin örgüt hedeflerine saldırmaları, suikastlar, örgütün elinde tuttuğu şehirlere yönelik baskılar ve toplu katliamlar Irak İslam Devleti (IİD)’i Irak'ta istenmeyen örgüt konumuna getirmişti. Bu iki liderin de aynı gün düzenlenen bir ABD saldırısı sonucu hayatlarını kaybetmesiyle birlikte IİD için artık kabuğuna çekilme dönemi başlamıştı. IİD, Sahvalara katılan eski mücahidlere karşı başlattığı savaşta çok zarar görse de karşı tarafa da büyük zayiat verdirtmişti. Sünni aşiretlerin en önemlilerinden birisinin lideri olan ve aynı zamanda Sahvaları kurarak George Bush'un gözüne giren Ebu Rişa'yı yönettiği 100 bin kişilik milis gücüne rağmen öldürmeyi başarmıştı. Fakat Sünni aşiretler artık gönüllü ya da gönülsüz olarak örgütü desteklemekten vazgeçmişlerdi. Bu süreçte örgütün yabancı savaşçısı neredeyse hiç kalmadı.

Örgüt Sünni halk ve aşiretler üzerindeki sempatisini artırmak için "Şiilerin gittiği pazar yerlerine, Şii milis ve yöneticilere ve Hüseyniyelere" canlı bomba eylemleri düzenlemeye başladı. Sanılanın aksine Zerkavi döneminde başlayan ve Şiileri hedef alan bu saldırılar Sünniler üzerinde olumsuz değil, olumlu bir etki uyandırıyordu. Çünkü yaklaşık 7 milyonluk nüfusa sahip Bağdat'ta Şiilerin baskısı sonucu bir kaç yüz bin Sünni kalmıştı. Oysaki Bağdat, Abbasi hilafetinin merkezi olarak kurulduğu günden 2003'e kadar daima Sünni yoğunluklu bir şehir olarak biliniyordu. Şehirde Filistin asıllı muhacirler ya katlediliyor ya da Suriye sınırına göç etmek zorunda kalıyordu. Bu dönemde Irak'ın Şii yönetiminin mezhepçi baskıları sebebiyle evlerini terk ederek Sünni yoğun kentlere göç eden Iraklıların sayısının 4,5-5 milyon olduğu ifade ediliyor. Sünni halk, bu göçün ancak Şii yönetici ve halkın korkutulmasıyla durdurulabileceğine inanıyordu. Kendileri nasıl korkuyla evlerini terk etmek zorunda kaldılarsa, evlerine ve kentlerine yerleşen Şiiler de ancak bu şekildeki saldırılarla geri püskürtülebilirlerdi.

Fakat bu eylemler de IİD'in kaybolan prestijini sağlamaya yetmedi. Binlerce mensubu yakalanıp ağır cezalara mahkûm edildi. Yüzlerce IİD mensubu idam edildi. Bunların içinde kadınlar da bulunuyordu. IİD mensuplarını aşiretlerinde saklayanlar en ağır şekilde cezalandırıldılar.

Suriye Devrimi Dönüm Noktası Oldu

Ebu Eyüp Mısri ve Ebu Ömer Bağdadi'nin öldürülmeleri üzerine 2010 yılında örgütün liderliğine gelen Ebu Bekir el-Bağdadi'nin artık Irak coğrafyasında yapabileceği pek fazla bir şey kalmamıştı. ABD ordusunun çekildiği alanlarda nüfuzunu artırmak da mümkün değildi. Aslında böylesi bir direniş örgütünden beklenen şey buydu. Fakat başarılamadı, önündeki engel Sünni aşiretlerdi. Bağdadi ve Adnani, Suriye'de devrim sürecinin başlamasıyla birlikte hiç beklemedikleri bir süreçle karşılaştılar. Suriyeli Sünni direnişçilerin Esed rejimi karşısında hızla ilerlemeleri sayesinde Irak-Suriye sınırında büyükçe bir alan rejimin elinden çıkmıştı. Iraklılar (Bağdadi) bu süreci iyi değerlendirip, örgütün merkezini Irak'tan Suriye'ye taşıdılar. Suriye'ye ilk geldiği günlerde Bağdadi güç itibariyle neredeyse sıradan bir mücahid mesabesine inmişti. Fakat sahadaki tecrübesi, Suriye'ye dışarıdan gelen mücahidlerin heyecanla etrafında kümelenmesi, Irak'taki eski bağlantılarının yeniden canlanmasına sebebiyet verdi. Kısa sürede kendisine öyle büyük bir güç vehmetti ki, El-Kaide lideri Zevahiri'nin “Irak'a dön” çağrısını hiç de nazik olmayan bir şekilde reddetti. Artık El-Kaide'nin imajının sağladığı güce ihtiyacı yoktu. Nusra Cephesi ile yollarını ayırırken kendisine yöneltilen en önemli eleştiri, Esed rejiminden alınan ve içinde ağır silahlar, top ve tankların bulunduğu ganimetlerin Suriye'de rejime karşı kullanılmayıp, Irak'a götürülmesiydi. Yani Musul'da başlayan savaşın hazırlıkları aylar öncesinden yapılmıştı. Örgüt, bunun için üzerindeki psikolojik yüklerden de kurtuluyor ve savaşını "küresel cihad"dan kendince "halifenin cihadı"na evirirken, gerçekte küresel söylemden Iraklı imgesinin ağır bastığı bir yöne giriyordu.

IŞİD'in Suriye ve Irak'taki farklılığının ilk işaretleri burada düğümleniyor. Suriye'deki insan gücünün önemli bir kısmını muhacirler oluşturuyor. Oysaki Irak'takilerin neredeyse tamamı Iraklı. Hatta muhacirlerin Irak topraklarında savaşması konusunda kısıtlamalar getirilmiş durumda. İddia edildiği gibi, Musul sokaklarında çeşitli kavimlere mensup insanlar bulunmuyor. Irak'taki IŞİD savaşçıları bölgenin insanı ve genellikle aynı aşiretin mensuplarından oluşuyor.

IŞİD aslında Sünni aşiretlerin İran'dan ve İran destekli Irak rejiminden bir intikamı. 3 yıla yakın bir zamandır on binlerce insanın katıldığı kitlesel protestoları dikkate almayan, Sünni şehirleri silah zoruyla elinde tutan Şii yönetime karşı Sünni aşiretler IŞİD'i bir maske olarak kullandılar. Çünkü dişlerinden kan damlayan vahşi bir düşmana karşı, en az onun kadar korkutucu bir üne sahip imgeye ihtiyaç duydular. Aşiretler, Suriye'den gelen IŞİD liderliğine kapılarını açarak, oğullarını Bağdadi'nin emrine verdiler. Kaybettiklerini bu şekilde alabileceklerini düşündüler. Zaten artık kaybedecek bir şeyleri de kalmamıştı. Irak siyasetinde yer alma girişimleri Maliki, Sistani ve El-Hekim gibi zorbaların duvarına toslamıştı. Sünni siyasetçilerin en mutedili olarak bilinen Tarık Haşimi dahi ülkeyi terk etmek zorunda kalmıştı.

Ortaçağ'da savaşçılar düşmanlarını korkutabilmek için savaş boyaları sürer ya da ürkütücü maskeler takarlardı. Osmanlı Ordusunun ön saflarında yarı çıplak, tüm vücudu tıraş edilmiş, vücuduna zincirler takılmış Kalenderi dervişleri koşarak düşmana hücum ederdi. Böylesi insanları karşılarında gören ordu psikolojik olarak yıkılırdı. Iraklı Sünni aşiretler için IŞİD işte böyle bir korku maskesi. IŞİD liderliği de bunun farkında. Sünni aşiretlerin bir kez daha kendisini terk etmemesi için, tövbe merasimleri düzenliyor, biat alıyor. Eğer bir kez daha kendilerini Şii yönetime satarlarsa başlarına neler geleceği açık bir dille kendilerine anlatılıyor.

IŞİD Harici ve Tekfirci Bir Örgüt mü?

IŞİD'in kendi otoritesini tanımayan diğer İslami yapılara karşı tutumu son derece sert ve acımasız oldu. Liva et-Tevhid, Nusra Cephesi ve Ahraruş Şam'a karşı savaş ilan etmesi, Deyr ez-Zor'da yüzlerce Nusra savaşçısını acımasızca katletmesi, liderlere yönelik suikastlar, IŞİD'in tekfirci ve Harici bir yapıda olduğu kanaatini güçlendirdi.

Özellikle, Şeyh Ebu Basir et-Tartusi, Ebu Mariya el-Kahtani, Sami Uraydi gibi âlimlerin IŞİD'i bu şekilde tanımlamalarında onların şer'i mahkemeleri tanımayan, İslami gruplarla istişareye kapalı sekter yapısının etkisi bulunmaktadır. Bu âlimlerin ve daha sonra IŞİD'e yönelik eleştirilerini farklı ton ve üsluplarda dile getiren Makdisi, Ebu Katade gibi âlimlerin tüm eleştirileri yerden göğe kadar haklıdır.

IŞİD ile ilgili yapılan değerlendirmelerde eksik bırakılan tek bir şey vardır. O da örgütün homojen ve bütüncül bir yapıda olmadığıdır. Örgütü kimin ve ne kadar temsil ettiği bilinmemektedir. Örgüt üzerinde Sünni aşiretlerin etkisi muhakkaktır: Zevahiri'yi tek kalemde silip atabilen bir örgüt, tağut olarak tanımladığı Türkiye Cumhuriyetinin rehinelerini sağ salim ülkelerine teslim etmek için adeta çırpınmış, ABD saldırılarından korumak için 8 defa yerlerini değiştirmek zorunda kalmıştır. İşte tüm bu izlediği siyaset, onun her yönüyle bağnaz ve tekfirci bir ideolojiye sahip olmadığını göstermektedir. IŞİD kendi maslahatını ve aynı zamanda birlikte hareket ettiği aşiretlerin maslahatını gözetme konusunda ince bir siyaset izleyebileceğini kanıtlamıştır.

Öyle ise hem Irak hem de Suriye'deki diğer İslami gruplara olan bu sert tavrının sebebi nedir? Bu kendisini sahada tek meşru otorite olarak görme konusundaki ısrarından kaynaklanmaktadır ki; yaşananlar İslam tarihindeki pek çok örnekle benzerlikler göstermektedir. Bu durum, Osmanlı Beyliğinin kuruluş aşamasında, Anadolu Selçuklunun varisi durumundaki pek çok beylikle çarpışan, devlet olduktan sonra ise mevcudiyetini koruyabilmek için kendi şehzadelerini dahi gözünü kırpmadan öldürebilen yaklaşımdan çok farklı değildir. Batı ve Türkiye medyasında karikatürize edilen IŞİD imajının İslam dünyasının diğer bölgelerinde çok da karşılık bulmadığı Lübnan'ın Suriye sınırında Hizbullah saldırılarına maruz kalan Arsal halkının ortaya koyduğu tepkide açıkça görülmektedir.

IŞİD'in İslam tarihinde çok sayıda benzeri bulunmaktadır. Bu, hareketin dayandığı klasik Sünni, hadisleri kendi çıkarları doğrultusunda değerlendiren, Kur'ani ilkeleri değil, kutsanan tarihi referans alan yaklaşımın tezahürüdür ki, asıl aşılması gereken bu anlayıştır. İstişareye kapalı, güç üzerine kurduğu otoritenin tek meşru hakikat olduğu varsayımı, ötekileştirici ve doğal olarak tekfirci anlayışa kapıları sonuna kadar açmaktadır. İslam dünyasının farklı bölgelerinden kopup gelen, İslami birikim ve mücadele pratiğinden kopuk ilimden yoksun "tekfirci gençler" için bu yapı mümbit bir arazi olmuştur. Fakat her türlü yanlışlığına, bağnazlığına ve cehaletine rağmen IŞİD, Müslümanların içinden çıkmış ve yine Müslümanlar tarafından ıslah edilmesi gereken bir hareket, bir anlayış olarak kabul edilmelidir.

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR