1. YAZARLAR

  2. Musa Üzer

  3. Eylemde, Söylemde ve Ahlakta Birlik ve Süreklilik

Eylemde, Söylemde ve Ahlakta Birlik ve Süreklilik

Haziran 2014A+A-

Mısır’da 529 Müslümanın idam cezası alması sonrasında Türkiye’de yapılan değerlendirme ve eylemler, Müslümanların siyasal tutumlarının içeriğinin bir kez daha kritik edilmesini gerektirmekte. Dünya Müslümanlarının sorunlarıyla ilgilenmenin gerekliliği ve bu doğrultuda pratiğin içinde olunmasının zorunluluğuna değinmeye gerek yok elbette. Bu bağlamda dünya Müslümanlarının çektikleri sıkıntılar göz önünde bulundurulduğunda ne yapılsa yetersiz olacaktır anlayışı mümin ahlakı ve kardeşlik hukuku açısından şüphesiz ki, kuşanılması gereken bir haslettir. Bu açıdan bakıldığında dünden bugüne çok da fazla değişmeyen zaaf, tutarsızlık ve yanlışları baskın olan bir gerçekliğimiz söz konusu.

Denilebilir ki, sorun en temelde siyasal-sosyal olay ile nasıl, ne şekilde ve hangi perspektif içerisinde ilişki kurulacağı ile ilgili olarak başlıyor. Konumlandırma noktasındaki bu problemli varoluş haliyle kendini özne olarak değerlendiren cemaat, hareket, vakıf, dernek, yapı, grup, örgüt vs birlikteliklerin durumunu yeniden kritik edilmeyi gerektiriyor. Dünden bugüne ciddi bir biçimde değişmeyen tablonun merkezinde maalesef ki, bu yapılar bulunmakta. Elbette ki, her mümin hesabı çetin olan günde ferd-i vahid olarak imtihanını verecektir, lakin kolektif iradeyi yansıtan ve yarım ağız da olsa siyasal ve toplumsal değişim iddiası bulunan oluşumların sorumluluğunu örtmenin pek de mümkün tarafı görünmüyor.

Sorunlar Arızı mi, Yapısal mı?

Türkiye’deki İslami oluşumların ortaya koyduğu zayıf pratiğin yeni bir durum olmadığı, dünden bugüne genel anlamda ‘istikrarlı bir seyir’ izlediği söylenebilir. Dolayısıyla süreklilik arz eden bir durumla karşı karşıyayız. Sürekli olan şey ise yapısal duruma işaret eder. Kimi zamanlarda yaşanan ya da bazı grup ve şahıslara münhasır farklılık tezahürü yapısal durumun aynı olduğu-kaldığı gerçeğini değiştirmez. Türkiyeli Müslümanların ‘iradelerinin’ tezahürü olan bu cemaat, örgüt, hareket, dernek, vakıfların yapısının, özünün neden bu şekilde olduğu, hangi usul ve anlayışların bu duruma yol açtığı, hangi tarihsel koşullar ve siyasi-sosyal arka planın neticesi olarak bu durumun ortaya çıktığı sorularına verilecek cevaplar şüphesiz ki mevcut halin anlaşılmasında epeyce veri sağlayacaktır.

İslamcılığın “örgütlü” olarak yeniden ortaya çıktığı döneme de işaret etmesi bağlamında MTTB, Akıncılar, Mücadele Birliği tecrübelerinden beri bu zaaflı durum süregeliyor. Türkiye siyasetinin en hararetli yıllarında da İslamcı saflarda bulunan yapıların pratiği zannedildiğinden daha dar ve sınırlıdır. İslamcı duyarlılık ve hassasiyetin tavan yaptığı 80 sonrası süreçte dahi dar söylem ve pratik zaafının üstesinden gelinemedi. Sınırlı konu ve gündemler çerçevesinde kamuoyuyla irtibat boyutundan öteye geçilemedi. 28 Şubat darbe sürecinde ise geçmiş dönemde sergilenen dar pratikler bile hasretle aranır durumuna gelindi.

Siyasal ve toplumsal değişim-dönüşüm iddiasındaki İslamcı yapıların bunu nasıl yapacağına dair bir çerçeveden, programdan yoksun olması, siyasal-toplumsal yapıyı derinlemesine analiz etmemesi, değişim ve dönüşüm yapmaya yönelik bir tasavvurla kadrolaşma ve örgütlenmeye yönelmemesi gibi nedenler, sahip olunan ilkeler ve usul-i din gibi sebepler bu dar pratiğin asli nedenleri olarak zikredilebilir. Kemalist sistemin kuruluş sürecinde ağır bir travma geçiren Türkiyeli Müslümanlar denilebilir ki, siyasal sürece çok geç dönemlerde dâhil oldu. Bu dönemi yürüten kadrolar da dönemin imkânsızlıkları içerisinde yeterli birikim ortaya koyamadılar. Bu durumun en sıkıntı verici yönlerinden biri de şudur: İslamcılık adına oluşturulan teori-pratiğin bu bağlamda hangi zaaflar, yanlışlıklar, yetersizlikler içerdiğinin farkına varılmadan çoğu zaman değerlendirmelerde bulunuldu.

Türkiye İslamcılığının genel anlamda temel çalışma biçimi olarak belirlediği “bireysel tebliğ” metodunun ortaya çıkardığı cemaat, hareket, kadro, hoca-üstad, müntesip gibi olguların mahiyetine dikkatli bakıldığında çarpıcı sonuçlar elde edilecektir. Bireysel tebliğ yani fert fert insanlarla ilgilenilerek ya da sohbetler edilerek yapılacak çalışmalar elbette değerlidir. Ama sorun bununla yetinen bir anlayışta kalınmasındadır. Asıl tebliğ; güç ve imkân dâhilinde bütün bir muhatap topluma hakkı, hakikati göstermek, insanlığın hakikat çizgisine getirilmesine yardımcı olmaktır. Resullerin bu tarihi misyonunu bu bağlamda Müslümanların kolektif iradeleri devam ettirirler. Onun için kendini İslami bir oluşum, hareket, yapı, cemaat olarak değerlendiren hiçbir grup bu misyona bigâne kalamaz. Pratik eğer bu gerçeği yansıtmıyorsa sorun ciddi demektir.

Müslümanların kamusal alanlarda geç dönemlerde ortaya çıkmış olmaları, yenilmiş ve travma geçirmiş kuşağın çocukları olmaları, bilgi, birikim, güç ve imkân açısından zor şartlardan bugünlere gelmeleri, kuşatıcı ve dayatmacı seküler paradigmanın altında yaşamaları gibi nedenler de Türkiye’de neyi nasıl gündeme getirme noktasında işi zorlaştıran unsurların başında geliyordu. Bu bağlamda örneğin bir İslamcı ile sosyalist kesinlikle eşit şartlarda mücadele etmiyordu. Müslümanı sınırlandıran imani, ahlaki ilkeler bir sosyalist için geçerli değildir. Bu durum da zaman zaman tebliği tecrit olarak anlamaya yol açabiliyor. Yani değiştirme iradesi ortaya koyup kavga ve mücadele etme yerine kendi köşesine çekilip gözlerden ırak bir şekilde çalışma yapmaya odaklanmak!

Eylem ve Eylemcinin Ahlaki Karakteri

Eylem, basın açıklaması, yürüyüş gibi toplu yapılan aktiviteler, kamuoyunu, muhatap tarafları etkilemeye yönelik görsel-gösteri yanı öne çıkan pratiklerdir. Kadim zamanlardan bugüne insanlık tarihi sayısız eyleme şahit olmuştur. Ama denilebilir ki, modern zamanlarla birlikte eylem ahlakında da ciddi bir değişme meydana geldi. Eylemin doğasında kamuoyunu etkilemek, mesajın ya da itirazın karşılık bulacağı yankıyı oluşturmak bulunmakta. Bunun için çaba sarf etmek, değişik araç ve biçimler üzerine kafa yormak anlaşılabilir. Ama bu “kaygı” eylemin bizatihi önüne geçtiğinde sorun var demektir. Muhalif kimlik ve karakter açısından eylemi yapan özne aslında son derece etkin ve aktif bir kişiliktir. Eyleme ruh ve şekil veren odur. Ama farklı olma ve illa gündeme gelme çabası çok öne çıktığında eylemci kişilik özne olma konumunu kaybedip görsel şov unsuru, edilgen kişilik veya en kaba ifadesiyle medya maymunu haline gelir. Bu bahsetmeye çalıştığımız tablo genel yapıyla ilgilidir. İş Müslüman eylemci ya da göstericiye geldiğinde hadise daha da çetin ve karmaşık hale gelmektedir ne yazık ki.

Liberal, solcu, milliyetçi, feminist vb kimliğe sahip eylemcinin sahip olduğu hareket alanı ve kabiliyetinin aynısının Müslüman eylemcide de olduğunu söylemek pek mümkün değil. Onun her şeyden önce vazgeçemeyeceği daha doğrusu bu konuda vazgeçmesini sağlayacak tercih hakkının bulunmadığını vazeden ahlaki kriterleri vardır ki, bunu belirleyen de Kur’an ve Sünnet’teki emir ve yasaklardır.

Farklı ideoloji ve kimliğe sahip olanlar gerçeklikle bağını sorgulamadan her türlü şekilde söylem ve eylemlerde bulunabilir ama bir Müslüman için asla böyle bir tercih söz konusu olamaz ve olmamalıdır! Çünkü onun yapmadığı ya da yapmayacağı şeyi asla söylememe gibi bir ahlaki kriteri bulunmakta. Bu bağlamda bazı etkinliklerde “Nasıl olsa kimse hesabını sormaz!” kabulünden olsa gerek, politikacılar gibi bol keseden konuşmalar, sloganlar, döviz ve pankartlar ahlak ve inandırıcılık açısından zaaf oluşturan görüntüler sergilemektedir. Aynı şekilde örneğin on binlerle ifade edilebilecek bir kitlenin katıldığı etkinliği yüz binler hatta milyonların katıldığı şekilde aktarmak da aynı paralelde zaaflı, yanlış bir yaklaşımdır.

Eyleme katılırken, döviz, pankart tutarken, slogan atarken, bildiri okurken, konuşma yaparken, yürüyüş yaparken benliğini öne çıkartıcı yönelimler, adımlar da ihlasa zarar verecek zaaflar içermektedir. İhlası kuşanarak yapılan eylemin, şahitliğin gücü bu bağlamda kendi maddi gerçekliğinin çok daha fevkindedir.

Kefen Nereye Uygundur?

Mısır’daki idam kararları sonrası Türkiye’de yapılan eylemlerden genel bir görüntüyü ele alarak meseleyi açmaya çalışalım. Cuntanın 529 kişiye verdiği idam kararı sonrası yapılan eylemlerde “530. da benim” ya da “530. benim, sıramı bekliyorum!” yazılı dövizler genelde revaç buldu. Bunu tamamlayıcı elbise ise giyilen kefenler idi. Türkiye tarihinin en yoğun kefenli gösterilerine son Mısır eylemlerinde şahit olundu denilse abartılı olmaz. Şüphesiz ki yapılan her eylemin karşılığını Allah verecektir ve O hiçbir şeyi karşılıksız bırakmayacaktır. Burada, biz fani kullara yansıyan görüntüyü ele almaya çalışıyoruz.

Eylemlerde giyilen kefen ve sıradaki idam talebi bize iki şeyi işaret etmekte: Birincisi; “ölümüne” mücadeleyi sürdürme azim ve kararlılığını. İkincisi ise “Nerede zulüm varsa aradı buldu beni” dizesine uygun bir şekilde Müslümanların bütün mücadelelerine, çektikleri eziyetlere, gördükleri zulümlere duyarlı ve aktif tavır içerisinde olunduğu iddiasını. Peki, gerçek öyle mi? Keşke evet denilebilseydi! Daha idam meselesi bitmeden eylemlerimiz bitti. 100 metre koşusu bile daha uzun sürüyor bizim koşularımızdan.

Yeri gelmiş iken, muhafazakâr ve İslamcı tasavvurda yer alan “uzun soluklu yürüyüş” ve “bir medeniyet inşası” söyleminin de sorgulanması gerekiyor. Pasif, edilgen, söz, perspektif ve eylem yoksunu hale ulvilik kazandırma amaçlı bu yaklaşımın inandırıcılık gibi ciddi ve ahlaki bir sorunu bulunmakta. Zannedilir ki, yeraltında medeniyet inşa edildiği için insanlar söz ve eylemden mahrum ediliyor, hayır! Oysa çoğunlukla hat ve ebru sanatının inceliklerinin aktarılmasıyla uğraşmaktan daha ötesi değildir yapılan!

Kefen giyen ve sıradaki benim diyen Müslümana; “Ey birader-i aziz, İhvanlar hâlâ zindandalar ve hâlâ baskı, eziyet altındalar biliyor musun?” hatırlatmasını sık sık yapmak mı lazım acaba? Kim bilir belki de beklenilen idam ve giyilen kefenin hakkı verilmiş ve “Ben zaten doğarken ölmüşüm!” gerçeğine teslim olunmuştur. Giyilen ve bir kefen üzerinden genel bir duyarlılığı ve yapılan eylemleri, çabaları mahkûm etmek değildir niyetimiz. Sadece rızayı ilahi için yapılıp edilenleri emr-i bil maruf perspektifinde ele almaya çalışmaktır. Yoksa eylemdeki güzellikleri göz ardı etmiyoruz.

Bu bağlamda örneğin öğrenci gençliğin ya da toplumda İslami çalışmalarla ve oluşumlarla ilgisi zayıf kişilerin bu eylemlere hissedilir oranda katılmış olması güzel bir olaydır. Hele imam-hatiplilerin gruplar halinde ve coşkulu bir şekilde bu eylemlerde yer alması çok sevindirici bir gelişmedir. Bunun kazanım haline gelmesini sağlayacak araçlar ve imkânlar üzerinde ayrıca durmak gerekiyor. Bu bağlamda eylem tecrübesi olmayan, nasıl, ne şekilde mesaj verileceğini bilmeyen genç bir imam-hatiplinin ya da duyarlı ama örgütsüz kişilerin “kefen giymesi” boynuna urgan geçirmesi olumluluk olarak da algılanabilir ki, birçok açıdan böyledir de. Ama mevcut tablonun üstüne yatmak yanlıştır.

Şehadet Mısır’a Yakışır Suriye’ye Değil, Öyle mi?

Toplumsal ve siyasal değişim-dönüşüm hedefi bulunanlar muhataplarının olumlu duyarlılıklarını zedelemeden uygun zaman ve zemin gözeterek doğru söz ve eylem noktasına getirmeye çalışmalıdırlar. Aksi durum popülizmin, kitle ayartıcılığı tuzağına düşmek olur.

İhvan üyesi ya da yöneticilerinin eylemlerde kefen giymesi ya da davalarından vazgeçmeyeceklerini ifade etmek için urganı boyunlarına geçirmeleri anlamlıdır. Çünkü cezalandırılmak, ezilmek istenenler onlardır. Kararlılığı göstermek için bu tarz yöntemlere başvurabilirler. Nasıl ki, mesaj vermek için eylem yapılır, eylemde de bazı araçlar kullanılarak mesaj verilir. Ama aynı çetin imtihanı vermeyen Türkiyeli Müslümanların bu eziyeti, cefayı çekiyormuşçasına davranması doğru değildir.

Bu konuda tutarlılık sorunu da bulunmakta. Mısır’da yaşanan zulme dikkat çekmek için insanlara kefen giydirerek ölümü hatırlatan bazı kişiler hiç utanmadan iş Suriye’ye geldiğinde “Bu kadar ölüm değer miydi?” diyebiliyorlar. Bir yerde abartılı, kefenli ölüm güzellemesi yapanlar üç yıldır her gün insanların uçaklarla, tanklarla, toplarla, bombalarla katledilmesine karşı aynı duyarlılığı göstermiyorsa “Buna hangi vicdan, nasıl bir ahlak sebep oluyor?” diye sormak lazım.

Türkiyeli Müslümanların denilebilir ki, Mısır’da Muhammed Mursi’nin iktidardan devrilme sonrası ortaya koydukları eylemlilik süreci genel pasifist tutumun tersine bir görüntü idi. Bunda geçtiğimiz yıl ki Gezi olaylarına karşı oluşan tepkinin de katkısı oldu ve bunun bir yansıması olarak Rabia eylemlerinde yoğunluk yaşandı. Sorun şu ki, tepki duyulan Gezicilerin nefesi kesilmedi ve bir Berkin Elvan için dahi bir yıl süren bir kampanya yürütecek ajitasyon, propaganda çalışmasını yapabilir iken, ne yazık ki Müslümanların her zaman ve zeminde gündemleştirmeleri gereken küresel ve yerel birçok meseleleri olmasına rağmen tersine bir görüntü hâkim.

Sorumluluk ve diğerkâmlık bağlamında üst düzey ilgi ve alaka gösterilmesi gereken gündemler, süreçler düşük yoğunluklu, konjonktürel, inişli-çıkışlı grafiklerle karşılanıyor. Üstelik bunca yıllık tecrübenin sonunda hâlâ aynı zaafın sürüyor olması çok trajik! Oysa başta imam-hatip gençliği olmak üzere, dindar kitlelerde genel anlamda yaşanan gelişmeler karşısında tavrını net bir şekilde ve ağır eylem adımlarıyla göstermek isteyen bir yönelimin olduğu da gözden kaçmamalıdır.

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR