1. YAZARLAR

  2. Hamza Türkmen

  3. AK Parti Stratejisi ve Komplolar

AK Parti Stratejisi ve Komplolar

Nisan 2014A+A-

AK Parti yönetimi 12 Eylül 2010 Referandumu ile Kemalist-ulusalcı vesayetten uzaklaşma yoluna kapı açmıştı. Genel seçim mahiyetine dönüşen 30 Mart 2014 Mahalli Seçimlerinde de yüzde 45’in üzerinde oy alan Başbakan Recep Tayyip Erdoğan iktidarı, bu sefer de yaşanan bazı zaaf ve yanlışlar bahane edilerek Türkiye’nin dış güçler, Ilımlı İslamcılık ve taşeronlar tarafından biçimlendirilip güdülür halde tutulamayacağı konusunda bir güç ve irade takviyesi yaptı.

Lakin son mahalli seçimlerde Siyonist lobiler başta olmak üzere küresel vesayetle ilişki içinde bulunan Gülen Cemaatinin yüzde 1 veya 2’lik oy potansiyeline rağmen, sağ ve sol muhalefete strateji belirlemek konusunda kısmi bir başarı sağladığı da belirtilebilir.

Türkiye hâlâ NATO ülkesi ve Batı Bloğu ile bağımlılık anlaşmaları var. Ama dış politikasında ve kendine yeterlilik şartlarını oluşturma konusunda artık “güdülen” bir ülke olmaktan “karşılıklı müzakere” edilen bir ülke konumuna geldi.

Türkiye siyasasında gelinen seviye, varoluş stratejilerini Batı ile güdümlülük ekseni doğrultusunda biçimlendiren yerel güçleri de Türkiye’nin kontrol dışına çıkmakta olduğu endişelerini taşıyan emperyal güçleri de rahatsız ediyor. -TÜSİAD, Garpzede sağ ve sol Kemalistler, sosyal demokratlar, Hizmet Hareketi gibi liberal, sağ ve sol Garpzede veya Ilımlı İslamcı güçler de varoluş stratejilerini Batı ile güdümlülük esasları üzerinden inşa etmeye çalışıyorlar.-

20. yüzyılın son çeyreğinde egemen küresel sistemin şahinleri tarafından biçimlendirilemeye çalışılan Batı’da, Batı ve İslam “medeniyetleri”nin asla bir araya gelemeyeceği ile ilgili stratejilerin verimsizliği karşısında, 21. yüzyılın hemen başında “İslam ve Demokrasi” temalı çalışmalar ön plana çıkmıştı. ABD ve AB’nin öncü rolünde algıladığı ülkeler perspektifinden

 Müslümanların coğrafyasında halkıyla kavgalı ve pazar oluşturamayan baskıcı dikta yönetimlerine karşı İslam ve demokrasi bağdaşıklığında yeni bir trendin önünü açmak gerekiyordu.

Halkı Müslüman olan 54 ülkeye örneklik oluşturacak en önemli potansiyel ülkeler Türkiye, İran ve Mısır’dı. Bu konuda şartları en uygun ülke olarak da Türkiye gözüküyordu. Ancak bu strateji doğrultusunda Türkiye’yi Müslüman coğrafya için modelleştirebilmek için 2001’de kurulan AK Parti’den ve lider olarak İstanbul Belediyesi’ndeki hizmetleri ile Türkiye halkının büyük ölçüde kalbini kazanan, dindar Recep Tayyip Erdoğan’dan daha iyi ve etkili bir seçenek görünmüyordu.

21. yüzyıla adım atıldığında Türkiye’de işyeri kapatmaları, işsizlik, yoksulluk ve sefalet ürkütücü boyutlardaydı. Hak-İş’in Aralık 2001’de Cumhurbaşkanı Necdet Sezer’e sunduğu rapora göre Ağustos 2001 tarihi itibariyle sanayi üretimi bir önceki yıla göre %10.1 oranında azalmış, yıl içinde 1 milyondan fazla kişi işini kaybetmiş, yeni açılan işyerlerinin %72’si kapanmıştı. Dört kişilik ailenin zorunlu mutfak masraflarının 200 dolara ulaştığı o günkü Türkiye’de asgari ücret 76 dolara, ortalama memur maaşı 150 dolara düşmüş durumdaydı. Düşünce ve inanç ihlallerinin listesi ise bitecek gibi değildi. Türkiye’de 25 milyon kişi yoksulluk sınırının altında yaşamaktaydı.

Ülke batma sürecindeydi. Bu süreçte Recep Tayyip Erdoğan ve ekibi, ülkeyi ekonomik olarak kurtaracak bir performans gösterilebileceği konusunda projeler hazırlıyorlardı. Ama 2001 yılından 8-9 yıl önce İslami kimliğin tutsak olduğu yerel ve küresel sistemde veya reel siyaset içinde mevzuat gereği açık İslami kimlikle bir siyaset yapılamayacağı kanaatine de varmışlardı. “Türk milleti”nin sosyal-hukuki yapısı yok sayılıp sıfırdan yeni bir toplum üretme çabasıyla oyalanmadan, önce, halkın ekonomik standartlarını yükseltmek; sonra da ülkede hukukileşmeye yönelmek ve özgürlük alanlarını büyültmek hedeflenmişti.

Hayrettin Karaman da 1993 yılında 12 arkadaşı ile birlikte ve Erdoğan’la irtibatlı olarak bu bağlamda bir strateji çalışması yapmıştı. (Bir Varmış Bir Yokmuş, 2008, İst.) Bu stratejiye göre:

“Parti Türkiye’de bir düzen değişikliği yapmak istiyorsa getireceği düzene geçiş aşamalarını tespit etmeli, ülkenin ve dünyanın içinde ilk aşamayı planlamalı, buna uygun bir parti programı oluşturmalıdır. İşte bu program İslami düzenin kendisi değil, ona götüren yolun başı, ona açılan kapı olacaktır. Bunu bir kadro hazırlayacak ve İslam diye­rek değil, mevcut şartlarda ona zemin hazırlayan en uygun model diye takdim edecektir. Bu takdirde model muvaffak olursa diğer aşamalara geçilecek, olmazsa başarısızlığın faturası İslam’a değil, belli bir kadroya ve onların hazırla­dığı modele çıkarılacaktır.” (II/358–359)

AK Parti Türkiye’nin önünü tıkayan eski rejimi aşmak; kalkınma, hukukileşme ve özgürleşme hedefine yönelmek amacıyla farklı bileşenlerden kurulmuştu. İktidar merkezli İslami dönüşüm hedefini kaybetmiş eski partili ve partisiz İslamcılar, Ilımlı İslam planına uygun olarak büyümek isteyen Gülen Cemaati ve diğer tasavvufi cemaatler, liberaller, eski ANAP ve DYP tabanı AK Parti’yi oluşturan en önemli bileşenlerdi. ABD ve AB ekseninin, Türkiye’de istikrarın yeniden sağlanması ve özellikle Ortadoğu’da demokratik değişim için Türkiye’nin modelleştirilmesi konusunda AK Parti’den daha iyi başka bir seçeneği yoktu. Erdoğan ve ekibi de bu konjonktürü gözetleyerek mesafe aldılar.

Yerel vesayet ve Kemalist güçler karşı olsa da “muhafazakâr, kalkınan ve demokrat” bir çizgi hem AK Parti kadroları hem küresel vesayet açısından öncelenen bir durumdu. Muhafazakârlık dairesi içindeki İslam algısı, İslamcılıktan uzak, modernizme göre terbiye edilmişlik veya uygunluk kıvamındaydı. Diğer bir ifadeyle böyle bir İslam, adeta Protestanlaşmayı ifade ediyordu.

AK Parti’nin kuruluş sürecinde Erdoğan’ın ABD ve AB ziyaretleri, TÜSİAD’çı iş adamlarıyla diyalogları oldukça öne çıktı. Memurların zam istemini IMF ile pazarlık şartlarına bağlayan AK Parti, Türkiye’nin kalkınmasında yabancı sermayeye güven verecek düzenlemeler yaptı. Bu süreçte halkın öncelikli ihtiyaçlarını gündeme getiren anketlere önem verdi. Halk için ekonomi, güvenlik, sağlık gibi konular başörtüsü ve eğitim özgürlüğü gibi konulardan çok daha önde görünüyordu; halkın inanç ve düşünce özgürlüğü ihtiyacı, henüz kitleleşen bir tanıklığa dönüşmüyordu.

İlk yıllarda AK Parti’nin yönetim sürecini, bu süreçle uyumluluk doğrultusunda en iyi değerlendiren Hizmet Cemaati oldu. Cemaat elemanlarının AK Parti politikalarıyla uyumları nedeniyle hem ekonomik ve siyasi çıkarları için önleri açıldı, hem okullarla ve ticari ilişkilerle dünyaya yayılma konusunda başta Erdoğan Hükümetinin ve bağlı olarak ABD ve AB ülkelerinin teşvikini elde ettiler.

ABD, 1957’de belirlenen ve Eisenhower Doktrini olarak da bilinen “Ortadoğu’da Barış ve İstikrarı Koruma” gibi planlarla bölgeye hep ilgili oldu. Bu ilgiye daha sonra Büyük Ortadoğu Planı denildi. 1997 yılındaki ABD’nin “Yeni Amerikan Yüzyılı Projesi” (PNAC), İslami olanı Batı medeniyetinin dışında ve alt kimlik olarak görüyordu. PNAC bu bağlamda Kemalizm’le bütünleşiyordu. 2001’den sonra ise Ortadoğu ülkelerine demokrasiyi, özgürlükleri, liberalizmi getirmek, bunun için bölgede ticareti yaygınlaştıracak gümrük anlaşmaları imzalamak ve federatif yönetimlerin önünü açmak tasarımları önümüze BOP olarak çıktı.

Erdoğan, isminin BOP’un eşbaşkanları arasında geçmesini, bölgede inisiyatif almak için bir imkân olarak görmüştü. Ama bu güdümlü ittifak içinde 2002 yılının sonunda Erdoğan Hükümeti Irak işgaline katılmak ve Türkiye’de bazı bölgeleri ABD’nin kullanımına açmak konusunda Asker Tezkeresini kucağında buldu.

Kitlesel protestolarla karşılanan 1 Mart Asker Tezkeresi, TBMM’de AK Parti içindeki bağımsız ve fıtri tutum alan mebusların da desteği ile 3 oy farkla onaylanmamış oldu. ABD ve AB ülkelerinin dayatmasına “Hayır” diyen bu tavır, mevcut yönetimde oluşturduğu ilk şaşkınlık atlatıldıktan sonra, Türkiye’de psikolojik olarak “güdümlülük” statüsünden “karşılıklı müzakere” gücüne ulaştıran bir hava yarattı. Ve 1 Mart Tezkeresinin reddinden sonra Dışişlerinde Ahmet Davutoğlu’nun da artan etkinliği ile Türkiye dış politikası kendi özgüveni açısından bir paradigma değişimi yaşamaya başladı. Bu değişim sürecine eski Milli Görüşçü ve radikal İslamcılarla beraber Erdoğan ayak uydururken; liberal ve ANAP-DYP çizgisinden gelen siyasilerde tereddütler, Hizmet Hareketinde ise karşıtına sığınarak var olma stratejilerine ters bir durum olduğu için eleştiriler belirmeye başladı.

Erdoğan, 1 Mart Tezkeresi peşinden gerek liberal ve Hizmet Cemaati bileşenlerinin eleştirilerini, gerek küresel egemenlerin duyduğu tereddütleri yatıştırabilmek istemişti. Ayrıca Kasım 2003 olaylarında İstanbul’da HSBC, İngiliz Konsolosluğu ve sinagogların bombalanmasına tepkili olduğunu göstermek için 2004 yılının başında, Karaman’ın da belirttiği gibi yaşadığı evrede veya içinde bulunacağı aşamada İslamcılık yapmayacağı ve bu konuda gizli ajandası olmadığı konusunda iki önemli hamlede bulundu:

Birinci hamle olarak; Liberal Düşünce Topluluğunun organizasyonu ile 10-11 Ocak 2004 yılında İstanbul’da AK Parti’nin “muhafazakâr demokrat” kimliğinin uluslararası bir toplantıyla bir kez daha deklare edilmesi için “Uluslararası Muhafazakârlık ve Demokrasi Sempozyumu” düzenlendi.

İkinci hamle olarak da Theodor Herzl’in kurduğu Dünya Yahudi Kongresine bağlı ve 17 Yahudi cemaatinden oluşan American Jewish Comittiee (AJC) ile Anti Defamation League (ADL) Siyonist lobilerinden New York’ta 25 Ocak 2004 tarihinde “Üstün Cesaret Ödülü” aldı ve bağlı olarak “Türkiye-İsrail arasında her zaman var olan dostluktan, karşılıklı anlayış ve güven temelinde gelişecek ilişkiler”den bahsetti. “Üstün Cesaret Ödülü” 100 yıl içinde sadece 11 kişiye verilmişti ve ilk 10’u Yahudiydi.

Hizmet Hareketi, Erdoğan’ın İsrail’le ittifak söyleminden memnundu ve ABD’nin Cemaat örnekliğinde yaşanan Ilımlı İslam çizgisine uyumunu bozmayacağı intibaı içindeydi. Türkiye’de bu ittifak çizgisi içinde ekonomi gelişiyor, hukukileşme konusunda adımlar atılıyor ve Kemalist-ulusalcı kesimlerle mücadele yükseltilmeye çalışılıyordu.

Ancak 2004 yılında HAMAS hareketinin lideri Şeyh Ahmed Yasin Siyonistlerce bir saldırı sonucu şehit edilince ve Filistin direniş önderlerine bu tarz suikastlar devam edince Erdoğan’ın açık ve net tepkileri belirginleşmeye başladı. Bu süreçte İspanya Başbakanı Zapatero’nun teklifi üzerine, Başbakan Erdoğan ile Zapatero tarafından 2005 yılında “Medeniyetler İttifakı” görüşmeleri başlatıldı. Artık bu diyaloglar Gülen Cemaati gibi karşıtına sığınmak için değil, karşıtına vicdani ve insani olanı hatırlatmak için kuruluyordu.

2006 yılında İstanbul’da yapılan ve organizasyonunu Türkiye Hariciyesinin üstlendiği “AB-İKÖ Ortak Forumu” Avrupa Birliği’nin aday üyeleri dâhil 28 ülkesinin tamamının, İslam Konferansı Örgütünün ise 57 üyesinden 48’inin katılımı ile 12-13 Şubat 2006 tarihleri arasında İstanbul’da “Uygarlık ve Uyum: Siyasi Boyut” konu başlığı ile gerçekleştirildi. Forumda Müslüman ülke temsilcileri Filistin konusunda ABD’nin çifte standartlı olduğu ayrıca terörizmin İslam’la bağdaşmayacağı ama terörizmi doğuran şartların doğru tahlil edilmesi gerektiğini ifade etme imkânı buldular. Bu süreç Türkiye’nin Ortadoğu ve Afrika ülkelerine açıldığı, bağımsız ticari ve kültürel anlaşmalar yapmaya adım attığı yıllar oldu.

Gülen Cemaati ile Erdoğan ve ekibinin arasındaki ilk sürtüşmeler de bu yıllarda başladı. Bir taraftan AK Parti içinden 1 Mart Tezkeresine karşı çıkanların tasfiyesi isteniyordu ve bir taraftan da TSK içindeki darbe taraftarı paşa ve subayların takibatı konusunda ortak paylaşımlar oluyordu. Ama özde 1 Mart Tezkeresine karşı olan Ahmet Davutoğlu büyük ölçüde Türkiye’nin dış politikasını belirliyordu. Ayrıca Hizmet Hareketinin devlet kurumlarına diğer bileşenlerin elemanlarını dışarıda bırakıp sadece kendi mensuplarını istihdam etmesine Erdoğan bazı sınırlar getirmeye başlamıştı. Ayrıca Erdoğan’ın dili giderek ümmet coğrafyasında yaşanan sorunlardan ve 28 Şubat Darbesinde mağduriyetler yaşayan kitlelerin söyleminden yana belirginleşmeye başlamıştı.

Davutoğlu, sürekli olarak İsrail gazeteleri tarafından hedef gösteriliyordu. Çünkü Davutoğlu ve tabii ki Erdoğan da BOP’u coğrafyamızda küçük ünitelere bölünerek harita değişimlerine yol açılması olarak değil, Müslüman halkların kardeşliğinden yana sınırları silikleştirerek daha büyük ölçekli yapılara yönelmek olarak okumaya başlamışlardı. Bu yönelim İsrail kadar olmasa da tabii ki diğer küresel güçleri rahatsız etmeye başlamıştı. Zaten 1 Mart Tezkeresinin reddi, Irak işgalinin ABD için mağlubiyete dönüşmesi ve ilk demokrasi deneyiminde 2006 Filistin seçimlerinde İslamcı HAMAS’ın galibiyet elde etmesi sonucunda BOP rafa kaldırılmıştı. Veya BOP ile tasarlananları, AK Parti yönetimi, Müslüman ülkelerin imkânlarını ve halklarını birbirine açmak şeklinde kullanmaya başlamıştı.

İşte bu süreçte AK Parti’ye 2007 yılında açılan kapatma davası bağlamında Hizmet Cemaati şu hesapları konuşmaya başladı: “Eğer AK Parti kapatılırsa yerine kurulacak partinin başkanı Erdoğan olmamalı; çünkü o, ABD ve AB’nin istediği demokrasi ve özgürlükler çizgisi açısından oldukça riskli!” Hizmet Cemaati, Erdoğan’ın riski üzerinde spekülasyonlar yapmaya başlamıştı ama bu konuda küresel güçleri de ikna etmeliydi.

İsrail’in 2008-2009 Gazze saldırılarına Türkiye’de gösterilen kitlesel tepkilerin yansıması, 30 Ocak 2009 tarihinde Davos’ta Başbakan Erdoğan’ın ağzından “One Minute” tarzında şekillendi. Gazze’ye insani yardım götüren Gazze Özgürlük Filosu ve Mavi Marmara gemisine İsrail ordusunun 31 Mayıs 2010’da saldırısı hem İsrail’le hem İsrail yandaşı bir pozisyon alan Fethullah Gülen ve Cemaati ile ilişkileri gerdi. Özellikle Taraf gazetesinde toplanan liberallerin önemli bir kısmı da hat değiştirip Gülen Cemaatinin açıkça yapamadıkları eleştirileri Erdoğan’a ve AK Parti Hükümetine yöneltmeye başlamışlardı.

Bu süreçte AK Parti yönetimi ile Gülen Cemaati arasında zıtlaşılan ve paralelleşen konular konuşulmaya başlandı. Daha sonradan öğrendik ki, bu zoraki birlikteliği Erdoğan katlanarak ve ihtilafların çözümünü zamana yayarak; Cemaat ise Erdoğan’ı devirmeyi, partiyi ele geçirmeyi, olamıyorsa tasfiye etmeyi planlayan sinsilikler içinde devam ettirmişler.

Paralelleşen konuların başlıcaları şunlardı:

1- Kemalist-ulusalcı vesayet sistemini deşifre edip tasfiye etmeye çalışmak.

2- Yargı cuntası karşısında 12 Eylül 2010 Referandumu ile hukukileşmenin önünü açmak.

3- Cemaatin 160 ülkede açtığı okullar ve ekonomik acentelerle Türkiye’nin dünya çapında ekonomik ve kültürel açıdan büyüme hedefi ile dayanışma içinde olmak.

Zıtlaşılan konuların başlıcaları ise şunlardı:

1- MİT’in başına Gülen Cemaati elemanlarının getirilmesi yerine, Erdoğan tarafından 25 Mayıs 2010’da müsteşar yardımcısı Hakan Fidan’ı ataması ve buna karşı yargı içindeki Cemaat mensuplarının 7 Şubat 2012’de Fidan’ı KCK şüphelisi olarak gözaltına almaya kalkışmaları.

2- Erdoğan Hükümetinin başlattığı “Çözüm Süreci”ne güvensizlik içinde Cemaatin PKK ile çatışmayı öncelemesi.

3- Gezi olaylarında en azından ayaklanmaya karışanlara hukuki imkânlar sağlanması.

4- Kemalist ulusalcıların, Marksistlerin ve sol liberallerin Mısır Temerrüd Hareketine paralel bir şekilde Erdoğan’a karşı “Diktatör” diye başlattıkları kampanyaya Gülen Cemaatinin destek vermesi.

5- Eğitimin tutarlılığı açısından 5 yıldan beri gündemde olan dershanelerin kapatılması gündeminin Erdoğan’a karşı bir beddua kampanyasına dönüştürülmesi.

6- 17 Aralık 2013’te detaylarını gittikçe öğrenmeye başladığımız bir yolsuzluk ama aynı zamanda bir casusluk operasyonu ile Erdoğan’ı düşürmek ve Hükümete darbe yapmaya kalkışmak.

Erdoğan ve ekibi, yerel ve küresel cahiliye içinde tercih ettikleri, ilkesel olarak yanlış ve zaaflar taşıyan reel siyasetlerini süreç içinde güdümlülükten daha uzak, bağımsız, halkın ve ümmetin menfaatlerini öne çıkartan bir tutuma yöneltmiştir. Gülen ve Cemaati ise karşıtına sığınarak ve güdümlülük ekseninde bir büyüme stratejisinde sabit kalmış, ümmet maslahatı yerine sadece kendi çıkarlarını gözeten bir inatlaşma içine girmiştir. Birisi seküler bir parti iken birisi referanslarını İslam’a göre oluşturma iddiasındaki dinî bir cemaattir. Bu iki farklı tüzel kişilik arasında yaşanan mücadeleyi komploculuktan azade reel şartlar, deliller ve tutarlı karineler içinde anlamaya çalışmalıyız.

Komploculuk ve “Hile”nin Fıkhı

Fethullah Gülen’in imamlık yaptığı Hizmet Hareketi, yolsuzlukların takibinde hukuki suiistimal komplosuna; Suriye’ye gönderilen TIR’lar ve Dışişleri Bakanlığı ile ilgili casusluk komplosuna; başta Başbakan Erdoğan olmak üzere yüz binlerce kişiyi dinleme ve montaj kaset üretme komplosuna sahip çıkmıyor veya sahip çıkmıyormuş gibi gözüküyor. Ama hareket, çok iyi eğitilmiş propagandistleri vasıtasıyla bu komplolarla ortaya çıkan ithamların arkasında duruyor ve Erdoğan Hükümetine karşı sol ve ulusalcı muhalefeti bu komplocu ithamlarla tahrik etmeye çalışıyor.

“Çok iyi eğitilmiş” dediğimiz elemanlarla ilgili Hizmet Cemaatinin üst kademesinden eski yönetici Latif Erdoğan’ın itirafları ilginç. Her türlü kozmik dinleme için Hizmet Hareketinin bazı elemanları İsrail’de özel eğitim almış. Latif Erdoğan, bu kişilerin bazılarıyla doğrudan konuştuğunu da beyan ediyor.

Bazısı gazeteci, bazısı akademisyen, bazısı hukukçu olan Cemaat propagandistleri bu komplolarla, dinleme bantları ve tapelerle ortaya dökülen verileri ve Fethullah Gülen’in tüm bu komplolardan ari olduğunu adanmış bir karalılıkla savunuyorlar. Ama “iyi polis kötü polis diyalektiği”nin de bir komplo tasarımı olduğunu unuttuğumuzu sanıyorlar.

Komplo, siyasal disiplinler literatüründe, genellikle, bir olay hakkında gizlenen bilgiler ve olayın arkasında görülmeyen güçler iddiasıyla alternatif açıklamalar yapmaktır. Komplo gün yüzünde olan olayla ilgili alttan alta çalışan başka mekanizmaların var olduğuna dair inanç oluşturmak olarak tanımlanır. Savaşlarda hile olgusunu gözeten her birey öne sürülen veya kavranmaya çalışılan komploların olmayacağını değil, ciddiye alınacak illetlere ve bağlantılara sahip olup olunmadığı üzerinden durmalıdır. Ele alınan olaylar arasında illiyet bağı olmayan, vakileşmesi mümkün olamayacak olan ve özellikle psikolojik mücadele aracı olarak kullanılan vehim, iftira veya halüsinasyon olaylarının oyalayıcı tuzaklarından tabii ki beri durulmalıdır.

Ancak genellikle komplolarını örtmeye çalışan egemen söylem, komplo ile beyinlerin zehirlenip vakıa hakkında hayali vesveseler üretildiği üzerinde durur. Tabii ki tutarlı tahliller, düşmanın muhtemel tuzakları ile ilgili vehimlere değil, mesnetlere dayanmalıdırlar.

Karşıtların komploya dönüşen hile ve planları fizibilite, teori, sonra da taslak ve program aşamalarından geçer ama bu safhalar farklı ağırlıkta oluşurlar. Fizibilite bir konu hususunda henüz somutlaşmamış, yapılabilirliğe dönük soyut ve hayali bir düşüncedir. Bu düşünce somut gerçeklerle irtibatlandırılarak ve neden-sonuç ilişkilerine de dikkat ederek tasarlanmaya başlandığında teori doğar. Teoriyi uygulanacak metot haline getirmek ise düşüncenin uygulanması safhasına adım atmak demektir. Bir olay üzerinden düşünülen hile veya komplonun safhası vakiliğe yakın değilse, iddialar ile vakıa arasında illiyet bağları kurulamıyorsa, gerçekten vehimler, hatta halüsinasyonlar bile üretilebilir.

Ancak unutulmamalıdır ki, İngilizlerin M16’sından, CIA, MOSSAD gibi örgütlerin ve geleceğe dair senaryolar üreten düşünce kulüplerinin çalışma ve gündemlerindeki komplo hazırlıklarını ve teorilerini veya program ve uygulamalarını yok saymamız mümkün değildir.

Özellikle “komplo teorisi” tanımı, hâkim sistemin veya egemen söylemin işine gelmeyen “alternatif düşünce tarzları”nı veya eğilimini marjinalize etmek için de yapılır. Batı’da siyasal liberalizm kuramcısı olan Karl R. Popper de komplo teorilerini Tanrı’dan ve tarihsel yasalardan bir kopma olarak açıklarken; bazı muhafazakârlar da eleştirel olarak konuya tam bir fatalist yaklaşımla “kader”den ve Allah’ın takdirinden başka aktörler aramak olarak yaklaşmaktadırlar. Ama hangi izahta bulunulursa bulunulsun kapitalist sistem içinde egemenler, mafya tipi örgütlenmeler hep oluşturmuşlardır ve gizli fitne-fesat dolu mekanizmalarla iş yapmışlardır. Ayrıca kapitalist yapıda hem acımasız rekabet içinde, hem sömürülen kitle ve ülkelerin tepkilerine karşı birçok siyasi ve ekonomik komplolar bilfiil hale getirilmiştir.

Komplo konusunu vahyî literatürle de ele alacak olursak karşımıza “mekr”, “keyd” ve Sünnet-i Resul’de “hile” kavramları ön plana çıkmaktadır.

İnkâr edenlerin mü’minlere karşı tuzak ve plan kurma çabalarını (8/30; 33/98) Rabbimiz “mekr”; komplo ve hile kurma veya tuzağa düşürme (20/69) çabaları konusunda da “keyd” kavramlarını kullanmaktadır.

İnsanı vahiy karşısında cin ve insan şeytanlarının fitneye düşürmesi (6/112, 2/24, 114/6) hali de mekr ve keyd kavramlarıyla ifade edilmektedir.

Bu bağlamda Resulullah’tan (s) gelen Buhari rivayetinde “Harp hiledir.” buyurulur. (Cihad, 157) Bu hükmün Hendek Savaşında Kureyş’le ittifak eden Yahudi Kureyza kabilesinin arasını açmak için yeni Müslüman olmuş ve karşı ordu içinde bulunan Gatafanlı sahabe Nuaym’a iletildiği rivayet edilir.

“Hile” başta olmak üzere mekr veya keyd Müslümanlara, hatta Müslümanlara fiilî düşmanlık yapmayan gayrimüslimlere karşı asla kullanılamaz. Müslümanlar diğer Müslümanlara ve insanlara karşı güvenilir, emin, şahit kimselerdir; koğuculuk, müfterilik, dedikodu yapmazlar, yalan söylemezler. Müslümanların keyd ve mekr kavramlarıyla paralelleşen hile silahları; ancak düşmanın fiilî saldırısı ve tuzakları karşısında söz konusu olacak, hayat içindeki istisnai bir durumdur. Ancak istisnai durum olmayan husus müfsitler, müşrikler ve kâfirler karşısında tedbirli olunmasıdır.

İslam düşmanlarının plan, hile ve komploları karşısında iman edenleri “Tedbirinizi alın.” diye uyaran Rabbimiz, bu basiret ve ferasetli hal üzere şartlara göre “savaşa bölük bölük veya toplucu çıkılması”nı öğütlemektedir. (2/71) Ya da karşıtlarının at beslemesine karşı “at besleme” (8/60) tavsiyesi de bu çerçevede bir ikazdır. “İstiyorsan sulhu salah hazır ol cenge” özdeyişi vahyin bu konudaki eğitimi ile özdeşleşmektedir. Bu özdeyiş insanlara sağdan-soldan, arkadan-önden yaklaşacak her türlü kirliliğe (7/17), cin ve insan şeytanlarına (6/122) karşı da bir teyakkuz durumu oluşturur.

Hucurat Suresinde bir fasıkın iman edenlere getirdiği haberle ilgili de rabbani eğitim çok önemlidir. (49/6) Rabbimiz fasıkın getirdiği habere ne hemen ikna olmamızı, ne de boş verip dikkate almamamız gerektiğini söylüyor. “Cahillikle” bir topluma kötülük etmemek için o haberi iyice araştırmamız gerekliliğine dikkat çekiyor. Demek ki gelen haberi bizi cahillik konumuna düşürmemesi için ne atlamalıyız ne de tahkik boyutunu ihmal etmeliyiz. Bunun da yolu haberin deliline veya vakıasına ve olaydan/vakıadan aktardığı eserine bakmamız gerekecektir. Bu haber bir hayal mahsulü olabilir; yanlış aktarılmış olabilir; ihtimaliyet dâhilinde olabilir ya da önemli ipuçları taşıyor olabilir.

Yani komplo olarak ifade edilen haber veya söylemlerin bizce vakıası hakkındaki veriler önemlidir. Ayrıca aktarılan husus soyut düşünce halinde midir, üzerinde yoğunlaşılmış bir tasarım mıdır, planlanmış bir tasarımın uygulama aşamasına mı adım atılmaktadır? Bu tür bilgi ve haberler psikolojik harp mantığı içinde aldatmaya veya iftiraya dönük ve spekülatif de olabilirler. Fakat Müslümanlara ve insanlığa dönük komplo ve tuzaklar küresel kapitalizmin siyasi ve ekonomik işleyişinde ve tüketim kültürü formunda zaten içkin olarak taşındığı hiçbir daim unutulmamalıdır. Ve bize bu tür komplo ve tuzaklarla ilgili haber getiren fasık dahi olsa, konu asla hafife alınmamalı, vakıa bilgisi doğrultusunda mutlaka ve ivedilikle tahkik edilmelidir.

Bu konudaki ilgi ve tahkik sorumluluğumuz mutlaka tutarlılık açısından ön elemeden geçmiş olmalıdır. Tuzak ve hileler karşısında ilgili ve tedbirli olmak, insan ve toplum iradesine güvenmeyen, sığınmacı ve vesveseci tiplerin komploculuk hastalığı ile paralelleştirilmemelidir. Konuyla ilgili ayetler de İslam düşmanlarının her an mekr, keyd ve fitne kapsamında bulunduğunu, bu nedenle de ıslah ve inşa faaliyetlerimiz yanında düşmanımıza karşı her an takip, tedbir ve tahkik üzerinde olmamız farziyetini ortaya koymaktadır.

R. Tayyip Erdoğan ile Fethullah Gülen çatışmasında tarafların birisinin yaslandığı AK Parti ve kitlesi, diğerinin yaslandığı ise Hizmet Cemaatidir. Biri muhafazakâr-demokrat seküler siyasi bir yapıdır, diğeri şaz olarak karşıladığımız tüm yaklaşımlarına rağmen kendini bugüne kadar İslami referanslarla izah eden bir birlikteliktir.

Bu iki tüzel yapının çatışmasında “Müslümanlar seküler olanın değil de kendini İslami referanslarla oluşturmaya çalışan yapının yanında olmalı!” diye düşünmek çok da tutarlılığa aykırı düşmezdi. Ancak Cemaatin AK Parti’ye ve AK Partililere kurulan komplo ve tuzaklarla ilgili “biz kurmadık” deyip bunları yapanları savunurken AK Parti yönetimine karşı büyük bir kin, haset ve yalan tablosu içinde olmaları dikkat çekiciydi. Dini olan yapının sergilediği bu çelişkiyi araştırırken daha belirgin ve çelişik bir görüntü oluştu. Cemaatin dindar tabanı İslami ve gelenekçi ritüellerle “Mütevelli” abiler ve ablalar/anneler tarafından sevk ve idare edilirken; Cemaatin büyümesi ve küreselleşmesi için kimliğini gizleyen, takiyye yapan, çoğu kere hududullahı çiğneyen sermayedar, hukukçu, polis, asker, gazeteci tiplerden elit üst bir dai tabakası oluşturulduğunu öğrendik. 28 Şubat sürecinde başörtüsüne füruat diyen bu anlayışın, değişik alanlarda etkinlik oluşturabilmek için açık ve büyük haramlar işleyebileceğini daha önce düşünmemiştik. Daha sonra Haşhaşiler gibi İslam adına açık haramlar işleyen Hizmet Hareketinin bu üst düzey yöneticilerine “Beyazlar” dendiğini de öğrendik.

Cemaatin hizmet üst kademelerinde çalışan Latif Erdoğan ve Ahmet Keleş’in de ifşa ettiğine göre bu yapı, arşın katları gibi alttan üste yedi tabaka olarak belirlenmiş. Beyazlar, 5. ve 6. tabaka içinde yer alan korkunç pragmatistlerden oluşuyor. Mistik Nur-u Muhammedi tabakalarını da hatırlatan hiyerarşideki arşın lideri ise piramidin tepesindeki yapıyı yani 7. tabakayı temsil etmektedir. Arş makamındaki Hocaefendi, zaten öteden beri bildiğimiz üzere vahyî veya gaybi alanla irtibatlarını (!) geceleri Hz. Muhammed ile buluşmalarında ikmal ettiğini ifade buyurmaktadır.

Erdoğan, AK Parti yönetimi ve İslam ümmetinden yana gelişmelere karşı icraatlar gerçekleştiren, planlayan ve 17 Aralık Casusluk Operasyonu ile daha çok açığa çıkan bu kişiler, yapılan haberlerden ve var olan verilerden anlaşılacağı üzere daha çok bu üst elit takımdan veya işbirliği içinde oldukları başka gizil güçlerden oluşuyor. Mütevelliler ve ilgilendikleri kitleler ise gündeme gelen tartışmalara dinî ve cemaatsel aidiyet taassubu ile bakıyor. Zaten çoğunun tartışmaya bütünsel olarak ve vahyî ölçülerle bakacak yeterli bir donanımları da yok. Bu konuda dinî gayretlerinde samimi ve fıtri özellikleri ön planda olan kişiler olarak da Cemaatin tabanından bir kısmında çözülme süreci yaşanıyor.

Reel Tartışmalar İçinde Kitabi Yol

Gülen Cemaatinin temsilcileri, Gezi olaylarında ama özellikle dershanelerin dönüşüm meselesi ve 17 Aralık Casusluk Operasyonunda reel siyasetteki komplolarının içine Mütevellilerle birlikte tabanı da cemaatsel aidiyet ve dinî motivasyon boyutuyla katmaya kalkıştılar. Bu da Cemaatin reel siyaset içinde aldığı rolün aykırılığını; operasyonların mantığının ve Cemaat üyelerini mobilize eden dinî algı istismarının konuşulmasını getirdi. 30 Mart seçimlerinden sonra Zaman yazarı Hüseyin Gülerce’nin de yazdığı gibi dinî bir cemaat açısından şaz bir durum olan bu konuların gündem olup konuşulmasının tabii ki daha başka aldanışlardan uzak durma açısından da önemli faydaları var:

Özellikle şeytanlaşan insanların ve sistemlerin tuzak ve komplolarına karşı Müslümanlar olarak nasıl davranmamız ve nasıl bir üslup kullanmamız konusunda Kur’an’la ve ‘Muhammedi Sünnet’le yüzleşme ölçülerini öğrenmeli ve kendi nefsimizden başlamak üzere Müslümanları bu ölçüler çerçevesinde uyarmaya çalışmalıyız.

Ümmet coğrafyasında ve Müslümanlar üzerinde oluşturulan “Ilımlı İslam” ve “Demokratik İslam” türü toplumsal mühendislik ve komplo çalışmalarını, “komplo” deyip küçümseyerek hayatımızı kuşatmayacakları vehim ve zannına kapılmamalıyız. Bu tarz komplo ve tuzaklara karşı doğruyu okumaya çalışırken de yanlışı eleştirirken de Kur’an ahlakını ve ölçülerini önceleyen bir tutum içinde olmalıyız.

Birçok kişinin Fethullah Gülen Cemaatine dinî sevgisi ve bağlılığı, -ekonomik ve siyasi çıkarlar dışında- Kur’ani bütünlüğe ve İslami dünya görüşüne tekabüliyeti nedeniyle değil; İslam’ı dar bir inanç ve ibadet sistemi olarak algıladıkları, İslam konusunda Mehdilikten Resulullah’ın (s) ruhu ile (haşa) metafizik deneyim ve iletişim kurma coşkusunu yaşadıkları için oluşmaktadır. Rüyalarında Resul’le hemhal olan bir lider ve Mehdiliği bünyesinde kurumsal olarak yaşattığına inanılan lahuti bir Cemaat algısı; tabii ki ilk anlardan itibaren Cemaat üyelerinde, pragmatik de olsa sevk ve idare sanatındaki başarı ruhu yanında, metafizik bir aidiyet ruhu da oluşturmaktadır. Daha sonra üst elitler kademesinde rol alan mahir kişilerin Cemaat piramidinin hiyerarşisine bağlılığı ve adanmışlığı da bahsettiğimiz zeminde şekillenmektedir.

Hizmet Cemaatinin vahyin iletilen değerleriyle değil de İslam kültürünün üretilen değerleriyle iç motivasyonunu sağlaması sadece Gülen Hareketi ile kayıtlı değildir. Bugün belki AK Parti’nin yanında siyasi gailelerle Cemaati eleştiren birçok gelenekçi cemaat ve cemaat önderinin telakkilerinde de Kur’an’ın muhkem ayetleriyle ve aslı Kur’an’da olan ‘mütevatir sünnet’le çelişen Kur’an dışı kavram ve telakkiler yaşıyor ve yaşatılıyor. Bu nedenle “Gülen Cemaatini ve elemanlarını yanlışlara sevk eden motivasyonu ne sağlıyor?” sorusuna cevap bulmak, şimdi sadece Gülen Hareketini konuşmak değildir.

17 Aralık Casusluk Operasyonu akabinde konuşulmaya başlanan Cemaatin din algısındaki çelişki ve zaaflarını ele almak, gündemin veya reel siyasetin içinde ed-din konusunu, gaybi konularda Kur’ani boyutu konuşmak ve muhkem ölçüleri insanların gündemine taşımak demektir.

Tabii ki coğrafyamızdaki İslami hareketlerin sesi ve tutan eli olmaya, Türkiye’de Müslümanları imkânlı kılmaya çalışan bir parti yönetimi, tüzel kişiliği seküler de olsa kendisine adil davranılmayı hak etmektedir. Ancak buna rağmen tartıştığımız ve yorumladığımız konu verili siyaset ve verili ekonomi içinde olandır. Ölçülerini vahyin belirlemediği bu kirli yolda cahilî çamurlardan arınma ve kaçınma gayreti asıl olmalıdır. Bu nedenle reel siyaset içinde taşınan tartışmanın kirli, dedikodu ve zanni boyutunu değil, bu tartışmalar içinde kimliğimizin zindeliğini koruyacak olan vahyî ölçü ve maslahat boyutunu gündemleştirmeliyiz.

Asıl olan istikamet içinde olmaktır. Bağımsız kimliğimiz ve bağımsız hareket hattımız ve basiretimiz yaşadığı müddetçe komplo teorisyenlerine, komplo planlayıcıları ve uygulayıcılarına karşı sabırlı, tutarlı ve müteyakkız olmalı ve Rabbimize tevekkül etmeliyiz. Ayrıca unutmayalım ki istikamet üzerinde olanlar için Allah tuzak (mekr) kuranların en iyisidir. (3/54)

Gülen Cemaati ve AK Parti tartışmasında tabii ki elde ettiğimiz verileri insanlık ve ümmetin maslahatları bağlamında değerlendirmeli; insanlığın ve Müslümanların maslahatı aleyhindeki komplolara karşı vahyî ölçülerin gösterdiği istikamette tavır almalıyız. 

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR