1. YAZARLAR

  2. Mustafa Siel

  3. Allah Sevgisi Üzerine

Allah Sevgisi Üzerine

Kasım 2013A+A-

Hub (Sevgi) İle Hubbe (Hububat Tohumu) İlişkisi

Yüce Allah, Bakara Suresinde (2/165) müminlerin en kuvvetli seviyede bir sevgiyle Allah’ı sevdiklerini belirtmektedir. Ayette geçen ve sevgi olarak Türkçeye çevirdiğimiz hub kelimesi, Arapça habebe kökünden gelmektedir.

Habebe kökünden türeyen kelimeler Kur’an’da yaklaşık 95 yerde kullanılmış olup, bu kelimeler doğru bilgiye-ilme dayanan bilinçli bir sevgiyi ifade eder. Tohum ve buğday tohumu manasına gelen habebe kelimesi de aynı kökten gelmekte olup, Türkçeye de hububat olarak geçmiştir.

Kur’an’da, sevgi ile tohumun aynı kökten türeyen kelimelerle (hub-habbe) ifade edilmiş olması, üzerinde düşünülmesi gereken bir durumdur. Bence şöyle bir hikmeti bulunabilir. Nasıl ki tüm bitkilerin, hayvanların ve hatta insanların kökeni tohum ise gerçek ve sağlıklı ilişkilerin kökeni de adeta rahmetin tohumu olan sevgi olmalıdır. Ancak sevgi kökenli ilişkiler gerçek, hakka uygun ve verimli ilişkiler olabilir.

Günümüzde aşk olarak ifade edilen, sebebi tam olarak anlaşılamayan tutkulu sevgi ile, kâfirlerin cahillikleri neticesinde, Allah’ı sever gibi sevdikleri varlıklara duydukları sevgi, suya ya da kurak bir toprağa atılmış bir tohum gibi, çürümeye ve boşa gitmeye mahkûmdur. Bilindiği gibi, ancak tavındaki tarlaya atılan ve özenle bakımı yapılan canlı tohumlar, gelişip meyve verir.

Arapçada Sevgiyi İfade Eden Diğer Kelimeler

Kur’an’da kullanılan sevgiyi ifade eden diğer bir kelime ise vedede kökünden türeyen kelimeler olup, yaklaşık 25 yerde kullanılmıştır. Vedede kökünden türeyen kelimeler, hem Allah’ı sevmek manasında hem de Allah’ın kullarını sevmesi manasında olumlu anlamda kullanılmıştır. Lakin habebe kökünden türeyen kelimelerden daha düşük seviyede, daha ziyade bir şeye karşı duyulan ilgiyi, düşük seviyede bir sevgiyi ifade eder ve Allah’a karşı duyulan sevgiyi ifade kullanımı habebe köküne göre az ve önemsizdir.

Aşk kelimesi Arapça kökenli olmasına rağmen, Kur’an’da kullanılmamıştır. Çok yoğun tutkulu sevgi diye tarif edebileceğimiz aşk kelimesinin kök anlamı, sarmaşık manasına gelmekte olup, sarmaşığın, tutunduğu bitkiyi sömürüp bitirmesi gibi âşık olan kişiyi sömürüp tükettiğinden kullanılmış olsa gerektir.

İnsan Sevilmeye ve Sevmeye Fıtraten İhtiyaç Duyan Bir Varlıktır

Sevme ve sevilme ihtiyacı insanın fıtratında mevcut olup yeme içme ihtiyacı gibi meşru ve fıtridir. Eğer yeterince karşılanmazsa, insanda pek çok manevi hastalık (kalp marazı) ortaya çıkar.

İnsanın sevmeye ve sevilmeye ihtiyaç duyan bir varlık olduğu hiç tartışılmayacak bir gerçektir. Hatta eğer dikkatli gözlemlenirse, hayvanların bile sevmeye ve sevilmeye ihtiyaç duydukları, Allah’ın muhteşem ayetlerinden biri olarak kolayca gözlemlenebilir. Bitkilerin de sevmeye ve sevilmeye ihtiyaç duyduğuna dair iddialar, üzerinde durulmaya değer bir husustur.

Tabii ki insan, sevdiği varlıklarca sevilmeyi ister, nefret ettiği ve düşman olduğu varlıklarca değil. Yani sevmek ve sevilme isteği, mutlaka aynı varlık üzerinde tezahür eder. İnsan, sevdiği varlığın mutlaka kendisini sevmesini istediği gibi, kendisini seven varlığı da genelde sever. Aşk gibi nedeni belirsiz tutkulu sevgi müstesna, bir insanın kendisini sevmeyen bir varlığı devamlı sevebilmesi mümkün değildir.

Sevginin Nedenleri

Sevginin temelinde 4 unsur bulunduğu söylenebilir:

-Fıtrattaki sevme ve sevilme ihtiyacı,

-Acziyet ve ihtiyacını giderme,

-Güzellik ve iyiliğe (hüsn) olan meyil,

-Rahmet ve merhamet.

İnsan, en aciz ve muhtaç olduğu bebeklik döneminde, ona rahmetle yönelen ve onun her türlü acziyetini gideren annesini en çok sever. Sonra kendisine rahmetle yönelen babasını ve sırasıyla diğer insanları sever. Kendisinin acziyetiyle ilgilenmeyenlere sevgide nötr kaldığı gibi, acziyetini kullanan ve kendisine kötülük yapanlara nefret ve düşmanlık besler.

İnsan büyüdükçe, güzellik ve iyiliğe (hüsn) olan sevgi gelişmeye başlar. Tabiata karşı gelişen sevgi buna örnek olabilir. Olgunlaştıkça, insanda rahmetten kaynaklanan sevgi de gelişir.  Mesela, acizlere ve mazlumlara, ihtiyar ana babasına karşı, merhamet kaynaklı bir sevgi gelişir.

Acziyetten kaynaklanan sevginin temelinde şükür, güzelliğe karşı duyulan sevginin temelinde hamd, rahmetten kaynaklanan sevginin temelinde merhamet duygularının olduğunu söyleyebiliriz.

Şükür, karşılıksız yapılan iyiliğe duyulan minnettir. Sadece Rahman olan Allah ve O’nun fıtratlarına yerleştirdiği rahmet duyguları nedeniyle ana-baba karşılıksız iyilik yaptığından; şükrün sadece onlara has kılınması emredilmiştir. (Lokman, 31/14)

Kişinin kendisine direkt bir iyiliği dokunmasa bile, iyilik ve güzelliğe karşı duyulan hamdın (sınırsız övgünün) sınırsız yücelik, kudret, iyilik, güzelliğin tek sahibi olan Allah’a has olduğu hususu, Fatiha Suresinde (1/2) ve muhtelif ayetlerde net olarak belirtilmiştir.

İnsanların Allah’a Karşı Duyduğu Sevginin Nedenleri

Kulların Allah’a duyduğu sevginin temelinde üç temel neden olduğu söylenebilir: Sevme ve sevilme ihtiyacı, acziyet ve muhtaçlık, güzelliğe ve iyiliğe karşı duyulan meyil ve ilgi.

Kur’an’da Fatiha (1/2) ile Yunus Suresindeki (10/10) ayetlerde olduğu gibi bazı surelerde, Allah’a karşı duyulması gereken en üstün ve olgun duygu olarak, acziyeti gidermesinden dolayı duyulan şükürden ziyade, yücelik ve mükemmelliği nedeniyle hamd duygusu ön plana çıkarılmaktadır. Bu, Allah’a olan sevginin temelinde, güzellik ve iyiliğe olan meylin baskın olarak bulunması gerektiğini vurgulamaktadır.

Yüceliğinden ve eksikliklerden münezzeh oluşuyla hak ettiğinden dolayı övmek anlamına gelen hamd duygusu, kendisine karşı yapılan iyiliğe karşı duyulan minneti ifade eden şükür duygusunu da kapsamakta olup, şükürden daha şümullü, daha olgun ve daha yüce bir duygudur.

Gerçek manada hamda layık olan Allah, insanların şükretmelerini gerektiren her türlü ihtiyaçlarını karşılayan, acziyetlerini gideren tek gerçek şükür merciidir aynı zamanda. Aksi halde hamda layık olmazdı zaten.

Özetle; insanın Allah’a karşı duyduğu sevginin temelinde; acziyet ve ihtiyacına karşılık vermesi sebebiyle şükür duygusu, güzellik ve yüceliğinin sınırsız, eksiksiz ve rakipsiz olması nedeniyle hamd duygusu ile insanın fıtratında bulunan sevme ve sevilme ihtiyacı olduğunu söyleyebiliriz.

Rahmet ve merhamet, aciz ve muhtaç olanlara karşı oluşan duygular olduğundan, insanın Yüce Allah’a rahmet ve merhamet kaynaklı bir sevgi duymasından bahsedilemez.

Allah’ın Kulları Sevmesinin Nedenleri

Maide Suresinde (5/54) Allah’ın salih kullarını, onların da Allah’ı sevdiği, yine hub kelimesi ile ifade edilmektedir. Allah’ın kullarını sevmesinin temelinde, merhametinin (rahmetinin) olduğu açıktır.

Yüce Allah’ın Kur’an’da kullanılan en önemli isimlerinden biri Rahman olduğu gibi, her hayırlı işe Rahman ve Rahim olan Allah’ın ismiyle başlamamız bizzat Kur’an’da tavsiye edilmiştir. Allah’ın rahman olması tüm kullarının iyiliğini istemek şeklinde; rahim olması ise sadece hak eden mümin kullarına rahmetini göstermesi ve sevmesi olarak tezahür eder.    

Allah hiçbir şeye muhtaç olmadığından, Allah’ın kullarını sevmesinde, diğer üç unsurdan (acziyet ve ihtiyaç, güzelliğe ve sevgiye ilgi ve meyil, sevme ve sevilme ihtiyacından) söz edemeyiz. Çünkü bunlar, Yüce Allah’ın Gani (ihtiyaçsız), Hamid (övgü, şükür ve nimete layık olup da ihtiyacı olmayan) ve diğer pek çok ismine ve Kur’an’da bize tanıtılan Yüce Allah’ın vasıflarına tamamen zıt durumlardır.

Dolayısıyla Yüce Allah’ın; kullarınca tanınmak için ya da sevilmek için veyahut da Peygamberimizin yüzü suyu hürmetine kâinatı yarattığı gibi söylemler; Yüce Allah’ın çocuk edindiğini iddia eden müşrikler ve Hıristiyanların iftiraları kadar (Kehf, 18/4-5) korkunç iddialardır.

Allah’ı Gerçekten Seven Kimse, Hakkıyla Kulluk Eder     

Maide Suresinden (5/54) anlaşılan bir husus, ancak Allah’ı seven kulların, ona gerçekten kulluk edebilecekleri; Allah’ın da sadece kendisine gerçekten iman edip bu imanın gereğince salih amel işleyen kulları sevdiğidir.

Dolayısıyla Allah’ı sevmenin ve O’nun tarafından sevilmenin tezahürü, iman ve İslam’ın insanın hayatını kuşatması ve insanın her şeyini Allah’ın sevgisi ve rızasını kazanmak için harcamasıdır. Enam Suresi (6/79, 162-163) bu hususu net olarak ortaya koymaktadır.

Bu durum, Allah’ı sevdiklerini söyleyip de iman ve İslam’dan uzak duran, hayatlarını Allah’ın sevgisini kazanmak için değil de nefsinin heva ve hevesi gibi başka şeyler için harcayanların yalancılığını ortaya koymaktadır.

Nitekim Bakara Suresi (2/94-95) ile 5. Maide Suresinde (5/18), Allah’ın sevgisini ve cenneti kazanmış kullar olduklarını iddia eden Yahudi ve Hristiyanların iddiaları çürütülmekte, ancak şirk koşmadan iman etmeleri ve bu imana uygun yaşamaları (salih amel) halinde, Allah’ın sevdiği kullar (ehibbau) olacakları ve cennete girecekleri açıklanmaktadır.

Allah Kendisine Hakkıyla Kulluk Etmeyenleri Asla Sevmez ve Onlara Kendisini Sevdirmez

Maide Suresinde (5/54) Yüce Allah’ın gerçek müminleri sevdiği ve gerçek müminlerin de Yüce Allah’ı sevdiği bildirilip, böyle mümin olmayanları Allah’ın sevmediği bildirilmiştir. Ayetten, tüm İslami vasıflara sahip olsalar bile, gerektiğinde Allah yolunda cihad etmeyenlerin gerçek müminlerden sayılmadığı anlaşılmaktadır.

Sadece bu ayet bile, Allah’ı yalnızca sevmenin yeterli olduğunu söyleyenlerin iddialarını çürütmekte, böylelerinin iddiaları, Araf Suresinde (7/163-169) net bir şekilde reddedilmektedir. Çünkü Allah’ı sevmenin ve O’nun sevgisini kazanabilmenin bir bedeli vardır. Bu bedel, tevhidi bir iman ve bu imanın gereğince son nefese kadar devam eden salih bir yaşantıdır. Bunlar olmadan ne kişi Allah’ı sevebilir ne de Allah onu sever.

Biz aciz kullar bile seveceğimiz insanlarda birtakım sevilecek hususlar arıyoruz. Pis, sarhoş, zinakâr, cani ve benzeri vasıflara sahip insanları, ancak onlar gibi olanlar sever. Evlere bile girerken, temiz giysilerle ve ayakkabılarımızı çıkararak giriyoruz. Kendimiz maddi ve manevi açılardan pis olanları sevmezken,  iman ve amel noktasında temizlenmeden Allah’ın sevgisini kazanabileceğimizi nasıl düşünebiliriz? Bu ne büyük, ne korkunç bir iddia ve iftiradır!

Üstelik Yüce Allah, Tevbe Suresinde (9/28) müşrikler manevi açıdan pis (necis) olduğundan dolayı, onların Kâbe’yi ziyaretine izin vermediğini bildiriyor. Sadece manevi şirk necasetinden dolayı, sembolik evine müşrikleri kabul etmeyen Allah, duygu düşünce ve fiilleri pislikle dolu insanları sever ve onların kendisini sevmesine izin verir mi hiç?

Allah’a Âşık Olunabilir mi?

Yukarıda da açıkladığımız gibi, insanın Allah’a karşı duyduğu sevgiyi ifade eden ve Kur’an’da hub olarak geçen sevgi; doğru bilgiye dayalı fıtri, bilinçli ve sağlıklı bir duygudur. Aşk ise nedeni belli olmayan, marazi ve kör bir sevgi, tutkudur. Yani sevgi ile aşkı aynı kefeye koymak ve kıyaslamak doğru değildir.  

Allah aşkı tabirinin, insan için ya da Allah için kullanılması, ne Kur’ani olarak ne de aklen doğru ve mümkün değildir. Yani ne insanların Allah’a âşık olmasından ne de Allah’ın insanlara âşık olmasından (haşa) söz edilemez.

Konuyu Yüce Allah açısından ele aldığımızda, eksiksiz ve ihtiyaçsız olan Allah’ın kendi yarattığı bir varlığa kör bir tutkuyla bağlanacağını düşünmek çok dehşetli ve beyinsizce bir iftiradır. Böyle bir düşünce küfür ve şirkin büyüklerindendir. (Haşa) Allah’ın insana âşık olmasını telaffuz etmek bile, Meryem Sures’nde (19/88-93) açıklandığı gibi, neredeyse göklerin çatırdamasına sebep olabilecek derecede korkunç bir iddiadır.   

Konuyu insanlar açısından ele aldığımızda şunu görürüz: Yüce Allah gayb olduğundan, hakkında sağlıklı bilgi alınmadan ne sevgi ve ne de aşka konu olamaz. Hakkında sağlıklı (Kur’ani) bilgi alındığında ise bu bilgiler insanda aşk değil, sevgi (hub) ortaya çıkarır. Bu sevginin şiddeti aşktan bile şiddetli olabilir ve zaten olmalıdır, lakin aşk olamaz. Çünkü Allah’a karşı duyulan şiddetli sevginin sebebi belli olup, ancak bu sebebi idrak eden kişi bu derecede bir sevgiye kavuşabilir. Allah’a karşı en şiddetli seviyede duyulan sevgi, bu sevgiyi fazlasıyla hak eden bir varlığa karşı duyulan bir sevgidir ve hiçbir insan Allah’ı olması gerektiği derecede sevemez. Oysa insanların karşıt cinse duydukları aşkın ne sebebi bellidir ne de o kişi bu kadar büyük bir sevgiye layık olabilir.

İnsanların en şiddetli derecede ve hatta aşktan daha üst seviyede Allah’ı sevmesinin, yukarıda açıkladığımız gibi haklı gerekçeleri vardır. Yüce Allah en şiddetli derecede sevilmeyi, insanın ana ve babası dâhil hiçbir varlıkla kıyaslanmayacak derecede hak edendir. İnsan hakkı idrak ettiği ve Yüce Allah’ı tanıdığı nispette O’nu daha şiddetli derecede bir sevgiyle sevecektir.

Tüm bu nedenlerle, bir insanın Allah’a âşık olmasından, yani Allah’a sebebi meçhul kör bir tutkuyla bağlanmasından söz edilemez.

Allah Sevgisi Gerçek Kulluğun Tohumu ve Temel Dinamiğidir        

Zariyat Suresinde (51/56) insanlar ve cinlerin kulluk (abd) için yaratıldıkları beyan edilmiştir. Yaratılış sebebimiz olan kulluğun özünde Allah sevgisinin olduğunu söyleyebiliriz. Çünkü maddi hayatın temeli tohum olduğu gibi, manevi hayatın temeli de sevgidir. Kulluk gerçek manevi hayat olduğuna göre, sevgisiz bir kulluktan söz etmek asla mümkün değildir.

İnsan sevmediği bir insanla yan yana oturmakta bile zorlanırken, sevmediği bir varlığa kulluk etmesi söz konusu olamaz. İzah ettiğimiz üzere, sevginin şiddeti aynı zamanda kulluğun da kuvvetini ve derecesini oluşturmaktadır.

Fussilet Suresinde (41/11) Yüce Allah’ın göklere ve yere, istemeyerek (kerhen) ya da isteyerek (tav’an) yaratılış gayenizi yerine getirin dediği, her ikisinin de tav’an diyerek cevap verdikleri mecazi anlatımına yer verilmektedir. Böylelikle bilinçsiz varlıkların bile görevlerini isteyerek yerine getirdiklerine dair bize bir mesaj verilmektedir. Bu mesaj, gerçek kulluğun ancak sevgi temelli olabileceğidir.

Nitekim bugün sahip olduğumuz fiziksel veriler, kâinatın, çekim (cazibe) yasaları nedeniyle ayakta durduğunu ortaya koymaktadır. İnsanı Allah’a isteyerek kulluğa sevk edecek çekim unsuru ise sevgidir.

Kulluğun Temelinde İstek ve Arzu Vardır

Kulluk ancak isteyerek yerine getirilebilir. Bu isteğin (itaat) temelinde rıza, rızanın temelinde ise sevgi vardır. İnsan sevmediği bir varlıktan asla razı olmaz ve onun emirlerini benimseyerek, isteyerek değil, benimsemeyerek, gönülsüzce yerine getirir.

Buna en iyi misal, askerlikteki ast üst ilişkileridir. Memleketimizdeki askerlik sisteminde askerler genelde, komutanlarının emirlerini gönülsüzce (kerhen) yerine getirirler. Netice olarak da gönülsüz tavuğun kabuksuz yumurtlaması darb-ı meselinde olduğu gibi, yapılan işler faydadan çok zarar getirir ve otorite zayıfladığı ya da ortadan kalktığı anda, hemen arazi olunarak askerlik unutulur. Bu şekilde bir kulluğu ancak münafıkların yapabileceği Nisa Suresinde (4/142) haber verilmektedir.

O halde gerçek kulluğun özü ve dinamiğinde Allah sevgisi (muhabbetullah) yatmaktadır. Yani nasıl ki, canlı bir tohum olmadan yeni bir canlı doğmaz ise muhabbetullah olmadan da gerçek kulluk ortaya çıkmaz ve hayatiyetini devam ettiremez.

Öyle ki, Allah’a olan bu sevgi dünya hayatını aşmakta, cennetteki kesintisiz ve bitimsiz hayatın da temel dinamiği olmaktadır. Yani Allah sevgisi sadece bu dünya hayatının değil, cennet hayatının da temel dinamiği olmakta; cennetlik bir kul için Allah korkusu ve her türlü endişe sona ererken, Allah sevgisi dünyada hak ettiği derecede artarak devam etmektedir.

Kulluğumuzun Derecesi Sevgimizin Derecesi Kadardır

Demek ki, Allah’ı gerçekten sevmedikçe, gerçek kul olamayız. Münafık olmasak da bizimkisi eksik ve kuru bir kulluk olacaktır. İyi niyetli olsak dahi, Allah’ı gereğince sevip ondan razı olmadıkça; fiillerimiz ve sözlerimiz (zahirimiz) teslim olmuş görünse bile, düşüncelerimiz ve duygularımız (batınımız) teslim olmaz. Yani kerhen kulluk ederiz. Fiil, düşünce ve duygu bütünlüğüyle oluşan sıdktan yoksun, sadık olmayan Müslümanlar oluruz, böyle olmayı istemesek bile.

Hucurat Suresinde, sosyal ve siyasal şartların zorlaması neticesi iman ettiklerini söyleyen bedevilerin gerçek anlamda iman etmedikleri, lakin bu iddialarını zahiri olarak ihlal etmezlerse amellerinin zayi edilmeyeceği bildirilmektedir. Amellerin zayi edilmemesi ise dünyada imanın kalplerine işlemesi ve neticesinde ahirette kurtuluşa erişmeleri şeklinde açıklanabilir. (49/14)

Bu durumda, iman ve Allah sevgisi hususunda sorunları olanların, takvalı olmaları durumunda süreç içinde bu hususlardaki eksikliklerinin giderileceği ve sorunlarının azalıp ortadan kaldırılacağını söylemek mümkündür. Yalnız bu durumda olanlar, hallerini kabul etmeli, eksikliklerinin farkında olarak telafisi için dua ve gayret etmeli, bu hususlarda insanlara oldukları gibi görünerek münafıklık etmemelidirler.

Gerçek itaat ise isteyerek yerine getirilen kulluktur. Eğer kulluğumuzun temelinde, sevgi temelli itaat yoksa Hac Suresinde açıklandığı üzere nefsimizin hevasının, şeytan ve dostlarının, zalimlerin ve tağutların bizi yoldan çıkarması veya boyun eğdirmesi, an meselesidir. (22/11-13)

Beyyine Suresinde ve pek çok ayette; cennete girmenin ancak Allah’tan razı olmak ve Allah’ın razı olması ve bunun da ancak Allah’tan haşyet duymakla mümkün olduğu net olarak beyan edilmiştir. Rıza ve haşyet (hoşnutluk ve saygı temelli korku) ancak sevgi ile mümkün olduğuna göre, Allah sevgisi yetersiz bir kulun, ahireti de tehlikededir demektir. (98/8)

İbrahim (as) ve Oğlunun Allah Sevgisinin Derecesi

Allah sevgisinin sınırsızlığı ve gerçek kulluğun temeli olması konusunda bence en iyi misal, Saffat Suresinde anlatılan, İbrahim (as)’ın oğlunu kurban etmeye teşebbüsü kıssasında ortaya konmuştur. Buraya kadar açıklamaya çalıştığımız, şiddetli bir Allah sevgisi, İbrahim (as) ve oğlunda bulunmasaydı, olay nasıl gelişirdi, üzerinde düşünmek gerek.  (37/100-111)

Bunu anlamak için, çocuğumuzu kurban etmeyi düşünmeliyiz. Hatta böyle bir durumu hayal etmeye bile gerek yok; Allah başımıza en ufak bir sıkıntı verdiğinde, duygularımızı bir yoklayalım, yeter. Nitekim İbrahim (as)’ın bütün benliğiyle (vecih) Allah’a yönelmesinin anlatıldığı Enam Suresi 79. ayet ile, bütün benliğiyle teslim olmasının anlatıldığı Enam Suresi 162 ve 163. ayetler; İbrahim (as)’ın uzun yıllar süren ve bizzat Yüce Allah tarafından sınanan hakkı arayışının bir neticesidir.

Nisa Suresinde açıklandığı üzere,  Yüce Allah İbrahim (as)’ı halil (özel, has dost) edinmiştir. Elbette ki sevgi olmadan dostluk olmayacaktır. Dostluğun seviyesi de karşılıklı sevginin seviyesi ile orantılıdır. (4/125)

Bu sevgi kaynaklı has kulluğun, öğretim, eğitim ve şahitlik vasıtasıyla, en yakınlara da sirayet edebildiğini; çocuk yaşlarda, neredeyse babası seviyesinde bir imani ve İslami seviyeye erişen ve de bunu kurban edilme imtihanında ortaya koyan İbrahim (as)’ın oğlu misalinden anlıyoruz.

Demek ki, tevhidi örneklik (şahitlik) ve önderlik (imamet), sadece lafla olmuyor. Bunun için, dışı donuk olduğu halde, içi alev koru bir magma olan yeryüzü misalinde olduğu gibi; zahiren biz gibi bir Müslüman, ancak iç dünyası Allah sevgisiyle kor gibi yanan İbrahimler olmak gerek.

Allah Sevgisinin Zayıflığı Kalp Hastalıklarına ve Münafıklığa Yol Açar

Peygamberimizin ve ashabının Medine’deki hayatlarına baktığımızda, münafıkların bile gerçek Müslümanlarla zahiren aynı amelleri yaptıklarını, ancak niyet düşünce ve duygu yönünden mümin ve müslim olmadıklarını görüyoruz. Yanlış anlaşılmasın, sevgiden ve diğer imani duygularca zayıf bir Müslümanın mutlaka münafık olacağını söylemiyoruz, lakin Allah’ın razı olduğu has Müslümanlardan da olamaz.

Medine’nin müşrik ordularınca kuşatılmasını anlatan Ahzab Suresi üzerinde düşünecek olursak, böyle bir Müslümanın durumunu anlayabiliriz. Surede, münafıklar ve kalplerinde maraz olanlar diye iki gruptan söz edilmekte. Bu iki grubun da kuşatma esnasında, olumsuz yönde, benzer duygu, düşünce ve tavırlara kapıldıkları belirtilmektedir. Yine aynı surede gerçek müminlerin kuşatma esnasındaki duygu, düşünce ve tavırları övülerek anlatılmaktadır. (33/9-25)

Kanaatimizce, ayetlerde söz konusu edilen kalplerinde maraz olanlar, fiil ve düşünce olarak mümin ve müslim iken; duyguları mümin ve müslim olmamış olanları ifade etmektedir. Münafıklar ise fiilen mümin ve müslim iken; niyet, düşünce ve duygu olarak kâfir olanları ifade etmektedir. İki grubun farkı, münafıkların bilinçli olarak küfür içinde olmaları; kalplerinde maraz olan müminlerin ise iman iddiasında samimi olamamaları, bunun temelinde de Allah’a karşı sevgi noksanlığı bulunmaktadır. Yukarıdaki ayetlerde anlatıldığı üzere, normal zamanlarda kendilerinin bile farkına varamadıkları bu durum, ancak zorluk ve sıkıntı zamanlarında ortaya çıkmaktadır.

Gerçek müminler ise sadece normal zamanlarda değil, en dar zamanlarda bile değişmemekte; duygu, düşünce, tavır ve fiil birlikteliğinden oluşan sıdkı muhafaza etmektedirler. Bu durum, iman ve İslam üzerinde, duyguların ve özellikle Allah sevgisinin ne kadar temel ve vazgeçilmez olduğunu ortaya koymaktadır.

Sevgisiz Müslümanlığa Bir Örnek Olarak Hariciler

Sevgiden ve diğer rahmet duygularından yoksun zahiri Müslümanlıkla varılabilecek en uç noktanın, Hz. Ali’ye isyan eden ve kulluk adına nice zulümler yapan Haricilerin durumu olduğu söylenebilir.

Bilindiği gibi anne aslan keskin dişleriyle nice büyük hayvanı paramparça ederken, Allah’ın kendine bağışladığı analık merhametiyle; kendi yavrusunu, en ufak bir zarar bile vermeden taşıyabilmektedir. İşte sevgi kaynaklı kullukla, sevgiden yoksun kulluğun arasında buna benzer bir fark vardır. Bu farkı, Peygamberimizin ve gerçek sahabesinin cihad ve kıtalleriyle, Haricilerin sözde cihad ve kıtalleri arasında kıyaslama yaparak görebiliriz diye düşünüyorum.

Coğrafyamızın En Temel Noksanlarından; Sevememe ve Sevilmeme

Coğrafyamızda en büyük eksikliklerden birisinin sevme ve sevilme eksikliği olduğu söylenebilir. Bu eksiklik, sadece Allah’a olan sevgimizde değil, diğer varlıklara göstermemiz gereken sevgide de kendini gösteriyor. Bu nedenle İbrahim (as)’in oğlu, babasından teorik ve pratik bazda öğrenip içselleştirdiği sevgi temelli kulluk bilinciyle, kendisinin kurban edilmesini gönülden kabullenebiliyorken, bizim coğrafyamızdaki gençlerin çoğu kendilerini aşk hastalığının pençelerinde buluyor. Muhabbetullahla iman ve İslam’ın şahitliğini yapması gereken biz tevhidi Müslümanlar da maalesef Hariciler gibi sevgi ve merhametten yoksun, kuru ve askerî bir kulluk anlayışıyla çevrelerimizdekilere ve topluma gerektiği seviyede tebliğ ve özellikle şahitlikte bulunamıyor, potansiyelimizi yeterince değerlendiremiyoruz.

Eğer bu düşüncemiz genele hâkim bir durumsa, bunun sebeplerini araştırmalıyız. Çünkü adam gibi sevmesini bilmeyen, diğer varlıkları sevemediği gibi, Allah’ı da sevemez. Toplumdan bize miras kalan bu hastalıklı duygusal kültür nedeniyle, bilinçli olarak istesek bile, Allah’ı gerektiği gibi sevmede zorlanıyor ve bu sevgide yeterli seviyeyi yakalayamıyor olabiliriz.

Sevgisiz Kulluğa En Çarpıcı Misal Olarak İsrailoğulları

Aynı sorunu İsrailoğulları da yaşadıkları için Yüce Allah, İsa (as)’ı göndermiştir. İsa (as), zahiren Tevrat’a uygun davranan, ancak batınen ölü olan Yahudilere sevgi tohumu üflemek (ölüye ruh üflemek ve diğer temsili ifade içeren ayetlere bakınız) için çok çalışmış ancak Yahudilerin çoğu açısından başarılı olamamıştır.

Yüce Allah, Bakara Suresinde İsrailoğullarının kalplerinin taştan daha sert şekilde katılaştığını bildirirken, Maide Suresinde bu taş kalpli İsrailoğullarının “Bizler Allah’ın oğulları ve sevdikleriyiz.” (ehibbai) diye övündüklerini bildirmektedir. (2/74, 5/18)

Bu sevgisizlik ve kalp katılığı konusunda aynı olumsuz duruma düşmememiz için Yüce Allah Haşr Suresinde bizleri uyarmakta ve çare olarak da bir dağa indirilse o dağı yumuşatıp parçalayacak kudrette olan Kur’an ayetleri ile kalplerimizi yumuşatmamızı önermektedir. (59/18-21)

Sevgi Tüm Olumlu Duyguların da Kaynağıdır

Burada, şu hususu da açıklamak gerekmektedir: Allah’a ve diğer varlıklara karşı duyulacak tek olumlu duygu sevgi değildir. Ancak olumlu tüm duyguların temelinde ve konumlanmasında sevgi bulunmaktadır.

Mesela, Allah’a karşı duyulması gereken haşyet (korku), sevgi ve saygı temelli bir korkudur. İnsanın bir yılan ya da katilden korkması ile, babasından korkmasının aynı olmadığını hepimiz idrak ederiz. Yılana ve katile dehşet ve nefret kökenli bir korku duyarken, babaya karşı sevgi ve saygı kökenli, onun korumasını ve sevgisini kaybetme endişesini de içeren bir korku duyarız.

Tohumun tüm canlılığın özü olması gibi, sevgi de tüm olumlu duyguların temelidir. Çok basit olarak düşünecek olursak, sevdiğimiz şeylere karşı olumlu duygular hissederken, sevmediğimiz şeylere karşı olumsuz duygular besleriz. Yani sevgiden kaynaklanmayan ve sevgiye göre konumlanmayan tek bir duygunun bile olmadığını söylemek mümkündür.

Mesela, gerçek bir Müslümanın ahirete duygusal bakışının açıklandığı Yunus Suresi’ni ele alalım. Surede ahireti ve Allah’a kavuşmayı reca etmeyenlerin (sabırsızlıkla beklemeyenlerin), dünya hayatından razı ve mutmain (yeterli görerek hoşnut) oldukları belirtilmektedir. (10/7-10)

Buradaki reca, rıza ve mutmainlik duygularının hepsinin temelinde sevgi olduğu ve sevilen bir şeye karşı duyuldukları açıktır. Yani dünya hayatını seven insanlar, bu hayattan ötesini isteyip arzulamıyor, tersine dünya hayatında verilen geçici nimetlere razı olup onlarla yetiniyor. Bu nedenle de Allah’ı ve O’nun huzuruna varıp hesap vermeyi arzu ile beklemiyor. Allah’ı ve ahireti inkâr etmese ve kavuşacağını bilse bile, sevip arzulamadığından üstünü örtüyor, açıktan ya da iç dünyasında kâfirlik ediyor.

İman Sözde Değil Özde Olur, Lakin Söze ve Amele Mutlaka Yansır

Burada, iman ve küfür hukuk nezdinde söze dayansa da Allah indinde öze değer verildiğini; Tahrim Suresinde anlatılan, Firavun’un zahiren kâfir ama Allah indinde mümin olan hanımı ile Nuh (as) ve Lut (as)’ın zahiren Müslüman ama Allah indinde kâfir olan hanımları misaliyle tekrar hatırlatalım. (66/10-11)

Şunu da söyleyelim ki, aslolan özdür. Özü doğru olan, sahip olduğu imani ve ameli bilgiyi mutlaka hayatına yansıtır. Özü bozuk olan ise en doğru bilgilere de sahip olsa, özünün doğruluğu seviyesinde ameline yansıtabilir. Yani salih amel ancak sağlam özden neşet edebilir.

Nitekim İbrahim Suresinde, tevhid ile şirkin insan hayatında salih ve fasid (bozuk) amel olarak mutlaka tezahür ettiği ifade edilmektedir. Tevhid, gerçek ve mutlak sevgiyi, gerçek ve mutlak sevilmesi gereken tek varlık olan Allah’a odaklamanın adı iken, şirk ise bu sevgiyi hak etmeyen varlıklara parçalamanın adıdır. Zaten Bakara Suresinde bu husus vurgulanmıştır. Yani sahih iman ile salih amelin özü ve dinamiği Allah’a hakkınca duyulan sevgi iken, şirk ve fasid amelin özü ve dinamiği is, bu sevgiyi hak etmeyen varlıklara yönlendirmektir. (14/24-27, 2/165)

Medine’de Peygamberimiz ile gerçek Müslümanların yanında, kalplerinde hastalık olan Müslümanlar ve münafıkların, zahirde hemen hemen aynı ameli yaptıkları, Tevbe Suresinde, başka ayetler ile siyer kitaplarında anlatılmaktadır. Aynı amel, gerçek Müslümanlar için salih olurken, kalplerinde hastalık bulunan Müslümanlar ve münafıklar için fasid amel oluyor. (9/54)

Amelin salih ve fasid olması, yapılan amelin zahiren İslam’a uygunluğu yanında, niyet ve duygulara göre söz konusu oluyor. Tabii ki, zahiren İslam’a aykırı amelin salih olması, hiçbir surette söz konusu olamaz. Mesela, içki niyeti ve özlemiyle su içilirse fasid amel olurken; su niyetine içki içilmesi asla salih amel olamaz. Lakin zahiren İslam’a uygun amelin sahih olması için, mutlaka niyetinin de sahih olması gerekir.

Allah Sevgisi Olmaksızın Dünyanın da Cennetin de Tadı Olmaz

Allah’ın rahmetinin en önemli tezahürlerinden biri, hak eden kullarını rahim olarak sevmesi ve kendisini sevmelerine izin vermesidir. Bu sevgi, kişinin anne rahminde yaratılması ile başlar ve kişi şirke ve de küfre düşmediği sürece dünyada devam ettiği gibi, cennetlik olarak ölebilirse yeniden diriltilişten itibaren kesintisiz ve bitimsiz cennet hayatında da devam eder. (Araf, 7/172-173)

Yunus Suresi, ahireti kazanmanın sadece cenneti kazanmak ve cehennemden kurtulmak değil; Allah’a kavuşmak ve O’nun huzurunda tarifsiz ve de daimi mutluluk bahçesi olan cennette yaşamak olduğunu ortaya koymaktadır. (10/7-10)

Taha Suresinde açıklandığı üzere,  Allah’tan gafil bir hayat, manevi anlamda nasıl ki karanlık ve kötü bir hayatsa, -farzı muhal- Allah’tan uzak bir cennet de benzer bir durum teşkil eder. Cennetteki en büyük nimet de Allah’ın rahmetini her an yakından hissederek, o sevgi ve eminlik şemsiyesi altında yaşamaktır. Yoksa cennet sadece yeme-içme yeri değildir. (20/124-125)

Çünkü Allah’ın sevgisini ve eminliğini hissetmediğimizde, diğer cennet nimetlerinin tadı yitirilecektir. Nitekim bizler, en güzel yemeklerin tadına bile ancak sevdiklerimizle beraber yediğimizde varabiliyoruz. Nefret ettiğimiz insanlarla beraber yenilen en güzel yemeklerin, boğazımızdan geçmediği ve bazen zehir gibi geldiği de hepimizin tecrübe ettiği bir durumdur. Yunus Suresinde, cennetliklerin bu durumu izah edilmiştir. (36/55-58)

Allah’ı En Çok Seven O’ndan En Çok Korkar

Demek ki, gerçek Müslüman olmak, Allah ve ahiretten korkmakla değil; Allah’ı en yüksek düzeyde sevip, O’nu dört gözle beklemekle; Allah’ın rızasını ve cenneti kaybetmekten korkmakla (haşyet ve havf) mümkün oluyor. Hatta kişinin, iman derecesi yükseldikçe, cehenneme girme ve cennetten mahrum olma korkusu; Allah’ın rızasını kaybetme ve O’nun öfkelendiği kullar arasına girme korku ve endişesi ağırlık kazanır.

Zaten Kuran’da cehennem kâfirlere, cennet ise müminlere vaat edilmiştir. Bakara Suresinde olduğu gibi, imanlarının gereğini yapmayan Müslümanlar, küfre kaymakta oldukları ve durumlarını düzeltmezlerse, cehenneme atılacakları konusunda, nazik bir üslupla uyarılmışlardır. (2/254)

Bu durum geleneksel Müslümanların, sadece amellerinin değil, imanlarının da ne kadar sağlıksız olduğunu ortaya koyduğu gibi, bizlerin de imanlarımızı teorik ve pratik yönden muhasebe etmemizi zaruri kılmaktadır. Nasıl ki İsa (as)’ı ilahlaştıran Hristiyanlara kızıp da İsa (as)’ın peygamberliğini reddetmiyorsak; geleneksel ve tasavvufi şirk dolu sevgi edebiyatına kızıp da sevgiyi hayatımızdan ve imanımızdan dışlamamalı ve asla ihmal etmemeliyiz.

Allah Sevgisi Olmadan Tevhidi İman Oluşmaz

Daha önce de söylediğimiz gibi, hayat tohumu sevgidir. Tevhidi imana sahip olmayanlar hayatı, hırs, haset, kibir, cinsellik gibi marazi duygularla sürdürebilir. Zaten çoğunlukla böyle sürdürülmektedir. Tevhidi bir kulluk bilinciyle yaşanacak bir hayat ise ancak Allah sevgisiyle oluşur. Çünkü tevhidi iman ve İslam, marazi duygular üzerine kurulamaz ve bunlarla bağdaşmaz. Kalplerinde bu marazi duygular bulunan müminlerin, iman ve İslam’ı sorunlu iken; bu duyguların baskın ve kişinin hayatını ana yönlendirici olduğu insanlarda tevhidi bir iman ve İslam’dan bahsedilemez.

Gerçek ve daimi sevgi yalnız Allah’a olabilir. Hamid olan Allah’a, koşulsuz ve devamlı sevgi söz konusu iken, fani olan varlıklara ancak koşullu ve geçici sevgi duyulabilir. Nitekim en kuvvetli aile bağlarının, aile fertlerinden cennetlik olanlarla cehennemlik olanlar arasında kopacağı ve ortadan kalkacağı hususu; Mearic Suresinde ve daha pek çok ayette net (mubin) olarak ortaya konmuştur. (70/10-14)

Allah’a Olan Sevgimizi Muhasebe Etmeliyiz

Bu muhasebeyi yaparken, düşünce ve duygu algılarımızın berrak olduğu müsait zamanlarda şu soruları sormalı ve dürüst cevaplar vermeliyiz:

Allah’a olan sevgimiz, bize her şeyi unutturabiliyor mu?

Devamlı Allah’ı hatırlayarak mı yaşıyoruz, yoksa O’nu sık sık unutuyor muyuz?

Allah’ı hatırladığımızda kalbimize sıkıntı ve darlık mı, yoksa sevinç ve ferahlık mı geliyor?

Kalbimiz, Allah’ı seven ve bize O’nu hatırlatanlarla mı; yoksa Allah’ı ancak başı sıkıntıya girdiğinde son çare olarak hatırlayan ve beraber olduğumuzda bize O’ndan başka her şeyi hatırlatanlarla mı birlikte olmaya can atıyor?

Düşünce ve duygu dünyamızda Allah mı daha fazla ve geniş yer alıyor, yoksa Allah’tan başka şeyler mi?

Bu testi yapması gerekenler, Ali İmran Suresinde söz konusu edilen, Allah’a sevgilerini Peygamber (s)’e tabi olmak suretiyle ispat ederek Allah’ın sevgisini arayanlar, yani tevhidi bir iman ve salih amele sahip olan ve de Allah yolunda cihad eden Müslümanlardır.

Ancak böyle olanların Allah’ı yeterince sevip sevmedikleri tartışılabilir. Böyle olmayanların Allah’ın sevgisiyle hiçbir alakalarının olamayacağının ayrıntılı izahını yazının evvelinde yapmış isek de tam aksi iddiaların günümüzde revaçta olması nedeniyle yazımızın sonunda bir kez daha vurgulamakta fayda görüyoruz. (3/31)

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR