1. YAZARLAR

  2. Musa Üzer

  3. Manipülasyon ve Gerçeklik Arasında İslamcılar ve Solcular

Manipülasyon ve Gerçeklik Arasında İslamcılar ve Solcular

Eylül 2013A+A-

Türkiye’de muhalif oldukları varsayılan iki kesimin birbirleriyle ilişkileri konusu siyasal-sosyal olaylara bağlı olarak zaman zaman gündeme geliyor. Özellikle son on yıllık süreçte AK Parti iktidarından sonra sol-sosyalistler, ulusalcılarla birlikte oluşturdukları muhalefet hattına Müslümanları da eklemek için değişik atraksiyonlarda bulunmaktadırlar. Adeta yaşadığımız coğrafyada hak, adalet, özgürlük vb. kavramların tek belirleyicisi, tayin edicisiymişçesine sürekli olarak Müslümanları imtihana tabi tutmaktadırlar. Eğer onların istediği zeminlerde bulunup istedikleri gibi konuşursanız bildik gerici Müslümanlardan farklılaşıp, sevdikleri ama asla itaat etmedikleri “gerçek” İslam’ı ve devrimci Müslümanları temsil edersiniz. Aksi durumda ılımlı İslam, emperyalizmin işbirlikçisi, neo-liberal kapitalist, gerici vs teranelerin nesnesi yaparlar adamı maazallah! Ne yazık ki, bu olumsuz duruma ve tuzağa camiada İslamcı yazar diye bilinen kişilerle, sivil toplumculuğu kendilerine rehber edinenler, lümpen karakterli bazı küçük dar gruplar sık sık düşmekteler.

Yanlış yolda oldukları hatırlatılınca da Özgür-Der ve Haksöz çevresinden bu tarz eleştirileri anlamakta güçlük çektiklerini söyleyebilmekteler. Öyle ya geçmişte zaman zaman da olsa sol-sosyalistlerle ortak eylemler yapmış bir çevre şimdi neden bu tarz birlikteliklere karşı çıkmaktadır? İslamcılar mı değişti yoksa sol-sosyalistler mi? Yoksa Özgür-Der ve Haksöz AKP hükümetine entegre olduğu için mi bu tarz eleştirilerde bulunuyor? Ya da geçmiş döneme ait atıfların ne kadarı bugünü izah edebiliyor ve aynı şekilde geçmişi, dünü kim, ne kadar doğru hatırlıyor ve orta yere koyuyor? Onun içindir ki, bugünü doğru bir şekilde tartışabilmek için yaşadığımız coğrafyada dünden bugüne sol-sosyalistlerin İslam ve Müslümanlarla ilişkisine bakmakta zaruret var.

Bir Asırlık Gâvurluk  

İslam coğrafyasında nasıl ki gâvurlaşmada öncülük rolü Kemalizm’e ait ise aynı şekilde İslam’a ve Müslümanlara düşmanlıkta öncülük rolü sol-sosyalist hareketler içerisinde Türkiye’dekilere nasip oldu. İran, Mısır, Filistin ya da Tunus sol hareketlerinin tarihsel sürecine bakıldığında oradakilerin İslam’a uzaklık ve de düşmanlıkta buradakilerin eline su dökemeyeceği açık bir şekilde görülür. Elbette bu durumun birçok nedeni bulunmakta. Örneğin bu topraklarda Batılılaşma ve gâvurlaşma sürecinin tarihinin daha eski olması, devlet eliyle yürütülen politikaların merkeze yakın yerlerde daha fazla sonuç vermesi, Osmanlı son döneminde İttihat Terakki’nin, ardından Kemalist iktidarın radikal programları uygulayabilmesi gibi nedenler daha sonra ortaya çıkan sol-sosyalist hareketin yönünü belirlemesinde etkili olmuştur.

Cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren yeni kurulan Kemalist sistemin teorik inşasında sol-sosyalist unsurların küçümsenmeyecek katkıları olmuştur. Yeni rejimin kültür, eğitim, sanat politikaları da aynı zamanda sol-sosyalist fikriyata meyilli bir gençliğin ortaya çıkmasına sebep oldu. Köy Enstitüleri ve Halkevleri bu durumu somut bir şekilde ifade eden iki kurum olmaları açısından önemlidir. Laik Kemalist sistemin Müslümanlara yönelik sindirme, ezme, baskı politikalarını da bu sol-sosyalist gelenek Cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren irtica, gericilik, yobazlığın tasfiyesi olarak değerlendirip destekledi. Haddizatında sosyalizm de aydınlanma felsefesinin çocuğu olduğu için Kemalizm’in dayatmacı, jakoben karakterinde bir sorun görmedi. Neticede sol-sosyalizmin toplumu değiştirme plan ve projesi ile Kemalizm’inki aynıdır. Yukarıdan aşağıya ve “zorla güzellik olur” yoluyla proletarya diktatörlüğü kurulacaktı. Devlet de Lenin’in ifadesiyle baskı aracıydı zaten. Burjuvazinin, gericilerin sosyalist projeye iman etmelerini zorla sağlayacak bir aygıttı.

Kemalizm Sana Minnettar!

1927 yılındaki TKP tevkifatı ardından sol-sosyalist kadrolarda Kemalizm’e biatli ve yeni sistemin teorik inşasını yapan, gericiliğe, irticaya karşı mücadelenin bayraktarlığını yapan Kadro hareketi örneğinde olduğu gibi sosyalizm ile Kemalizm’i meczeden bir görüntü ortaya çıkıyordu. Elbette sol-sosyalistlerin Kemalizm’le olan derin bağının izah edilebilir teorik yanları da bulunmakta. Neticede sol-sosyalistlerin devlet, toplum, kültür vb. alanlara ilişkin tasavvuru, siyasal-sosyal projesiyle Kemalist proje arasında esaslı bir mahiyet farkı yoktur. Üstelik Kemalist projenin belli bir oranda başarılı olması bu bağımlılık ilişkisini daha da bir kolaylaştırmakta.

Şeyh Said kıyamından Şapka hadiselerine, Menemen vakasından Kemalist devrim kanunlarına kadar bütün zorbalık süreçlerinde sol-sosyalist unsurlar hem bağlı oldukları Sovyetler’in, Komintern’in direktifleri doğrultusunda hem de ideolojik akrabalıktan dolayı Kemalistleri desteklediler. Dolayısıyla ezilmiş, sindirilmiş, baskı altına alınmış Müslüman halkın gözünde solcu ile Kemalist aynı cephede konumlandı başlangıçtan beri. Kemalizm’in kültürel planda İslamsız bir hayatı inşa projesinin toplumsal ayağı olarak tezahür eden sol-sosyalist (aydın ve çevreler) onun içindir ki, toplum tarafından hiçbir zaman hoş karşılanmadı. Ancak Kemalizm’in zorla ya da başka yollarla da olsa başarılı olup toplumsallaştığı zaman ve zeminlerde sol-sosyalistler kendilerine yer bulabilmişlerdir. Sistemin iki kurucusundan biri olan İsmet İnönü’nün Kemalizm’in partisi CHP’yi tanımlamak için kullandığı “ortanın solu” tanımı da halkı doğrulayan bir başka tarihsel veridir. Düzene, Kemalizm’e yanaşık ama muhalif görünmeyi beceren sol-sosyalistlerin “düzen” partileriyle ilişkisi de enteresan bir seyir izlemiştir. Kemalizm’in resmi partisi CHP’ye bakalım. Bugün dahi CHP kadrolarının çoğu, gençlik dönemlerinde, üniversite yıllarında illegal, “devrimci” hareketlerin içerisinde geçiyor. Sonra nasıl bir mutasyon oluyorsa oligarşinin temsilcisi CHP saflarında mücadele veriliyor.

Türkiye’de sol-sosyalistlerin ‘din’sizliğini, İslam’a ve Müslümanlara olan düşmanlıklarını örtme çabasında olanların yaptığı tek bir şey vardır: O da Hikmet Kıvılcımlı’nın Vatan Partisi başkanı olarak seçimlerde yaptığı Eyüp konuşmasına atıfta bulunmak. Eksantrik kişiliği, dağınık düşünce yapısı ile sol-sosyalistler içerisinde biraz farklı duran Kıvılcımlı’nın konuşmasında abartılacak bir şey yok. Yine aynı şekilde bu konuşmayı tamamlayıcı mahiyette delil olarak getirilen ve materyalist mantıkla tam bir determinist dogmatizmle İslam’ı “yorumlamaya” çalıştığı “Allah-Kitap-Peygamber” kitabını da sonuna kadar okumak için Hz. Eyüp sabrı gerekiyor. Kaldı ki, aynı Kıvılcımlı 27 Mayıs darbesinden sonra askere selam duruyor. Zaten sol-sosyalistler Menderes’in devrilmesinde de “gençlik eylemleri” ile önemli bir rol oynadı. Solun altın çocukları Deniz Gezmiş ve Mahir Çayan’ın Kemalizm’e, Mustafa Kemal’e olan hayranlıkları herkesin malumu. Aynı kişilerin İslam ve Müslümanlar karşısındaki konumları ise haliyle fecaat. İrticaya, gericiliğe karşı Mustafa Kemal yürüyüşleri tertip eden bu devrimci önderler ikinci Kuvayı Milliye destanı yazmak için yollara dökülmüşlerdi.

60’lara gelindiğinde Türkiye’de Müslüman halkın sol-sosyalist unsurlardan nefret ettirmesini gerektirecek sayısız sebep bulunmakta idi. Bu 1969’daki 6. Filo olaylarıyla ilgili olarak sol kesimin tek yanlı ve gerçekdışı tarih yazımının yanlışlığını vurgulamak açısından önemlidir. Kemalist diktatörlüğün ceberutluğundan, zulmünden korunma amacıyla ve de ideolojik eklektizmden dolayı dindar kitleler 50’lerde, 60’larda milliyetçi-muhafazakâr kimliğe yanaşmak zorunda hissettiler kendilerini. Aynı dönemde sol ise dindar kitlelerle kurduğu temaslarda din’sizliği telkin etmeyi, “Allah yoktur” propagandasında bulunmayı, halkın değerlerini aşağılamayı tercih etti. Dolayısıyla Türkiye’de halkın sola, sosyalistlere bakışı özellikle sol-sosyalistlerin İslam’la ilişkileri, Kemalistlerle ittifakları, Sovyet peyki olmaları üzerinden şekillendi. Bugün dikkat edilirse sol-sosyalist çevrelerde 27 Mayıs darbesi ve sonrası oluşturulan siyasal-sosyal yapıya ilişkin darbe karşıtlığı anlamında eleştiri yapılmadığı gibi başta 61 Anayasası olmak üzere her fırsatta 27 Mayıs darbesi sonrası oluşturulan yapı göklere çıkartılır. 27 Mayısçıların ilerici, laik retorikleri korporatif, devletçi, jakoben uygulamaları tam da sola denk düşen bir görüntü oldu. Türkiye’de sol-sosyalist hareketlerin 27 Mayıs darbesinden sonra mayalanmış olmasını da önemli bir ayrıntı olarak kaydetmek gerekiyor. Zaten 60 sonrası sol-sosyalist ve “zinde güçlerin” ittifak politikası doğal olarak Kemalizm’in şemsiyesi altında bir hareket alanı meydana getiriyordu.

Siyasal kutuplaşmanın silahlı çatışma düzeyinde seyrettiği 70’lerde ise bağımsız bir örgütlenme ve siyaset içerisinde olan İslamcılara yönelik sol-sosyalistler tarafından silahlı saldırılar gerçekleştirildi. Onlarca Müslüman dönemin Dev-Sol, Dev-Yol, Kurtuluş gibi militan silahlı grupları tarafından şehid edildi. Müslümanlar sadece tebliğ ve davet faaliyeti yöntemiyle çalışmalarda bulunmalarına rağmen, sol-sosyalist unsurlar faşist bir tahammülsüzlük içinde “kurtarılmış” mahallelerde onları barındırmama mücadelesi verdiler. Yobaz, gerici, kör testereci, Ortaçağ karanlığı, dinci kelimelerinden biri olmadan Müslümanlarla ilgili cümle kurmayı bilmeyen sol-sosyalistlerin bu faşizan tarihi ne yazık ki çok az kişi tarafından bilinmekte ya da hatırlanmakta. Sol-sosyalistler “kurtarılmış” mahallelerinde Müslüman halka “Allah yoktur!” propagandasını yaparken duvarlara hakaret içerikli sloganlar yazarak Müslümanlara hayat hakkı tanımadıklarını ilan ediyorlardı.

12 Eylül darbesinden sonra genelde silahlı mücadeleyi benimsemiş sol-sosyalistler, Sovyetlerle ilişkisi nüfuz ajanlığını geçen örgütler darbeden önce çatıştıkları ülkücülerle birlikte ağır bedeller ödediler. Sivil siyasete geçilip askerî baskının yumuşadığı Özallı yıllarda ise sol-sosyalist unsurlar eğitim, kültür-sanat, başörtüsü yasağı gibi konularda adeta cuntanın Kemalist statüko direncinin sözcülüğünü yaptılar. İslamcı siyaset içerisinden biri olmamasına rağmen, liberal anlayışla dindarların da taleplerini karşılayan Özal’ın icraatlarına en büyük düşmanlığı sol-sosyalist unsurlar yaptılar. Tıpkı bugün AK Parti hükümetinin namaz kılan birini idareci yapması, başörtüsü yasağını kaldırmasına yönelik yaşanan tepkilerde görüldüğü gibi en büyük muhalefet bu kesimden geldi. Üniversitelerde Müslüman öğrencilerin etkinliğinin artmasıyla birlikte başta İstanbul, Yıldız, İTÜ, ODTÜ, Ankara Dil-Tarih olmak üzere solcu öğrenciler saldırgan politikalar izlediler. Müslüman öğrenciler her siyasetin faaliyet yapma özgürlüğünü savunmalarına, mümkün olduğunca kavga taraftarı olmamalarına karşı sol-sosyalist öğrenci grupları okullar babalarının çiftliği imiş gibi sürekli provokasyon amaçlı olarak sözlü, yazılı hatta fiilî saldırılarda bulundular. Müslümanların kamuoyunu bilgilendirme zafiyetleri, gündemi belirleme acziyetleri/zayıflıkları ve sol-sosyalistlerin de medya hegemonyasından dolayı olaylar her zaman farklı bir şekilde yansıtıldı. Müslüman öğrencileri sayısal olarak az yakaladıkları zamanlarda kalabalık gruplarla saldıran taraf olmalarına rağmen okul kapısında yaptıkları basın açıklamalarında “Sağ-sol çatışması değil, gerici saldırı!” diyebilecek genişlikte oldular hep. (Burada saldıran sol gruplardan sayısal olarak çoğu zaman yaklaşık 10 kat daha az olmalarına rağmen Müslüman öğrencilerin her kavgada izzetli bir duruş sergilediklerini hatırlatmak isteriz.) Bir üniversitede mescit mi açıldı? “Özgürlükçü” sosyalist öğrenciler hemen protesto edip medyaya servis eder; “üniversitede gerici kadrolaşma” manşetiyle o idarecinin iflahının kesilmesine zemin hazırlanırdı.

İslam Karşıtlığını Örten Perde: Özal Liberalizmi

80’lerin İslamcılığı ayrışma ve netleşme açısından keskinliği ifade ettiğinden dolayı sol-sosyalist unsurların İslam düşmanlıkları yeterince fark edilmiyordu. Özal’a karşı olan İslamcılar zannediyorlardı ki, kendi eleştirileri ile sol kesiminki aynı. Müslüman halkın bazı taleplerinin Özal tarafından gerçekleştirilmesini savunmak İslamcılığa halel getirir zannediliyordu. 80’lerdeki İslamcı söylemin Özal-solcular denkleminde durduğu yer, bakış açısı muhteşem kendi kalesine gol enstantaneleriyle doludur. Başlangıç dönemi, birikim zayıflığı, tecrübe eksikliği, sistemi tanımama gibi nedenlerden dolayı o dönemki hatalar bir ölçüde anlaşılabilir ama aynı hataları 2000’lerde yapmanın affedilecek bir tarafı yok. 1980’ler aynı zamanda sol ve laik çevrelerin İslami hareket üzerine çok sayıda panel-konferans düzenlendiği dönem olması açısından da ilginçtir. İslamcılığın yükselişi sol çevreler tarafından da yakından takip edildi. Sol, laik ve İslami camiadan bazı yazarların konuşmacı olarak katıldığı bu etkinlikler kurak dönemde ilgi çeken faaliyetler olarak zikredilebilir. İslami hareketin anti-emperyalist boyutu, devrimci talepleri sol içinde tartışmalara yol açarken, sürecin sola ilgiyi azaltma riski tartışmaları bitirdi. Bu etkinlikler aynı zamanda sol ve İslami kesim arasında bazı diyalogların başlamasına da yol açtı. 80’lerde yükselen İslami hareketi anlamlandırma ve tahlil noktasında sıkıntıya düşen sol-sosyalist hareket “din” karşısındaki acziyetini ve cehaletini Turan Dursun, Bahriye Üçok gibiler üzerinden telafi etmeye çalıştı. Özellikle Turan Dursun bu kesime materyalizme iman etmelerinde ne kadar haklı olduklarını İslam’ın ipliğini pazara çıkararak göstermiş oluyordu!  

Laik ve sol kimlikleriyle bilinen gazetecilerin öldürülmesiyle start alan 90’larda ise Muammer Aksoy, Bahriye Üçok, Turan Dursun, Uğur Mumcu’nun cenaze törenleri “Kahrolsun Şeriat” sloganlarının atıldığı gösterilere dönüşürken militan sol-sosyalist unsurlar bu eylemlere öncülük yapıyorlardı. Dev-Sol/DHKP-C, TİKKO, TDP, SP-Aydınlık gibi örgütlerin yayın organları İslamcı hareket üzerine gerçeklikten uzak, komplocu, açıkça düşmanlık belirten yazılarla doludur. Darbe sonrası dağınıklığın giderilip örgütsel toparlanmaya gidildiği bu süreçte 90’ların oluşum evresini de Müslümanlara karşı sert, keskin tavırlar alarak tamamladılar. İslam’ın yaşadığımız coğrafyadaki “tabi”liğini göz ardı eden sol-sosyalist unsurlar bizatihi kendilerinin “yabancı” olduğunu fark etmeden İslamcılığın yükselişinin dinamiklerini sürekli olarak dışarıda aradılar.

80’lerde kentlerde Alevi kimliğinin yeniden oluşumu ile birlikte sol-sosyalist damarda Alevi vurgusunun baskın hale geldiğini gördük. Sol-sosyalist tabanın, örgütsel militan kadro ihtiyacının en çok Aleviler arasından sağlanması sol edebiyatta Alevi güzellemesi ortaya çıkardı. Şifahi kültüre dayalı, kitabilikten uzak, birçok açıdan akıl ve mantık dışı olan öykülere, hurafelere sol-sosyalist cenahta abartılı övgüler yağdırıldı. Türkiye’de Alevi kültürün İslam ve Müslümanlara olan tepkisel ama bitimsiz düşmanlığı hatırlanacak olursa zaten varoluşu sakat olan Türkiye’deki sol-sosyalist hareketin İslam karşıtlığı da katmerlenmiş oldu. Sadece sol-sosyalistlerin değil aydınlanma felsefesine, pozitivizme iman etmiş, “tekke ve zaviyeleri” kapatmış Kemalizm’in de hümanizma edebiyatıyla Aleviliği göklere çıkarması gözden kaçmamalıdır. Bu konuda da Kemalistler ile sol-sosyalistler ittifak içerisindedirler.

Temel bir kırılma noktası olarak Sivas olaylarını da unutmamak gerekiyor. 2 Temmuz 1993’te Madımak’ta meydana gelen olaylardan bu yana sol-sosyalistler yirmi yıldır kesintisiz ajitasyon ve propaganda yöntemiyle Müslümanları mahkûm ediyorlar. Oysa sol-sosyalistlerin tipik İslam düşmanlığının neticesinde ortaya çıkan olayların öncesini ve ne olduğunu bugün dahi tartıştırmak istemiyorlar. Neden ve niçin Salman Rüşdi’nin “Şeytan Ayetleri” adlı paçavrasının basımında solcular ısrar ettiler hâlâ cevaplanmış değil. Alevilikle hiçbir bağı olmamasına rağmen devrimci ve Kemalist manipülasyon ortaklığıyla olay tamamen Alevilere yönelik saldırı şeklinde sunuldu. Gerçeği ters yüz etmeyi karakter edinmiş sol-sosyalist geleneğin bu tür yalanlarına karşı çıkmanın kolay olmadığını ifade etmek gerek.

Refah’la Yükselişe Geçen Düşmanlık

90’lı yılların ortalarında Refah Partisinin önce yerel seçimlerde daha sonra ise genel seçimlerde yükselişe geçmesiyle laik-Kemalist sistemin irticayla mücadele söyleminde yoğunlaşma meydana gelirken, ittifak ilişkisi içerisinde olduğu toplumsal unsurlar da sahada mücadeleye ivme kazandırdılar. Siyasal İslam’ın yükselişin arka planını, dinamiklerini hararetli bir şekilde tartışmaya başlayan sol-sosyalistler son tahlilde “İrticaya Geçit Yok!” sloganına varıyorlardı. Denilebilir ki, Refah Partisinin yükseliş sürecine karşıtlık temeli iki kanaldan, laik-Kemalistler ve sol-sosyalistler üzerinden yükseliyordu. 24 Aralık 1995 genel seçimlerinde Refah Partisinin birinci parti olmasıyla hararetlenen siyasal atmosferde bütün hesaplar Refah’ın iktidara getirilmemesi üzerine kurulurken medyada, kültür-sanatta Refah üzerinden İslam karşıtlığı yapılırken yine öncülüğü sol-sosyalistler üstlenmekteydi.

Devletin klasik çete mantığının tezahürü Susurluk kazası sonrasında ise daha enteresan gelişmeler yaşandı. Refah Partisi iktidarında meydana gelen Susurluk olayından üç ay sonra sol çevrelerin başlattığı “Aydınlık İçin 1 Dakika Karanlık” eylemleri Kemalist oligarşinin temsilcileri tarafından da çok sevildi ve Refah’ı iktidardan düşürme amaçlı kitlesel eylemler kategorisinde ilk sıraya yerleştirildi. Subay evleri ile sol mahalleler coşkulu bir şekilde ışıkları açıp kapatırken sol-sosyalistlerin sistemle esaslı bir hesaplaşmada kimin safında yer alacağının da işaret fişeği verilmiş oluyordu. Susurluk, çeteler, asker, kontrgerilla vb. devletin kirli yüzü ile hiçbir alakası olmayan Refah Partisi sanki Kemalist oligarşinin sahibi ve asli temsilcisiymiş gibi eylemlerde hedef tahtasına oturtuldu. Bu arada JİTEM’in, kontrgerillanın en önemli temsilcisinin Veli Küçük olduğu ve sayısız yargısız infaz emrini veren kişi olduğu sol-sosyalist dergilerde aylarca manşetten verildi; Küçük’ün tutuklanması talep edildi. Denilebilir ki, sisteme karşı mücadelede sembol ve en önemli şahsiyet olarak Veli Küçük en tepeye oturtuldu. Neticede Refah Partisinin iktidardan düşürülmesinde sol-sosyalistlerin eylemleri de etkili oldu. Elbette bu etkiye DİSK’in sermaye ile el ele verip hükümet düşsün çağrısında bulunmasını da eklemek gerekiyor. Refah iktidarında bir yandan asker-sivil Kemalist azgınlar tam saha saldırıya geçmiş iken öbür tarafta sol-sosyalist unsurlar sanki Refah Partisi düzenin gerçek temsilcisiymiş gibi cepheden eylemlerde bulundular.

Türbanın Açığa Çıkardığı Gerçek

28 Şubat sürecinde ise bazı sol-sosyalist grupların zayıf da olsa darbeye karşı çıktıkları söylenebilir. Ama bir kısmının darbenin yanında saf tuttuğunu ve cuntanın gençlik yapılanması gibi çalıştığını hatırlamak gerekir. Bugünün TKP’si dünün SİP’i “Türban Neyi Örtüyor?” broşürünü dağıtarak, provokatif bir şekilde darbecilerin safında yer alırken ÖDP ise “Ne Şeriat Ne Darbe!” sloganını keşfederek objektif açıdan güçlü, hâkim, ezen konumunda bulunan darbecileri dolaylı ve de estetik bir yöntemle destekledi. 70’lerde Maoculuğun resmi Türkiye distribütörü konumundaki Aydınlık çevresi ise hızlı bir değişim-dönüşüm ile “Kemalist Devrim Kanunları Uygulansın!” eylemleriyle Kemalizm’in resmi sözcülüğüne soyundu. Kemalizm’le, zinde güçlerle ittifakın teorisi olan Milli Demokratik Devrim tezini inşa eden Mihri Belli’ye Deniz Gezmiş, Mahir Çayan, Ulaş Bardakçılarla birlikte bağlı olan 68 kuşağının liderlerinden Doğu Perinçek, 28 Şubat’ta MDD tezlerini başarıyla uyguluyordu. 1970’lerde Maoculuk çizgisinden dolayı Türkiye solunun genelinin Sovyetik olmasından dolayı farklı yerde duran ve çatışan Aydınlık çizgisi silahsız mücadele yönteminden dolayı 12 Eylül darbesini az zararla kapatırken yeni süreçte farklı bir rol oynadı.

12 Eylül sonrasında sol birlik, partileşme tartışmalarının merkezinde yer alan Aydınlık çevresi zaman içerisinde solun uyguladığı tecrit siyasetini kırabildi. 90’ların hemen başında önce Kürt sorununda kitleselleşebilmek için ordu düşmanı siyaset yapan bu çizgi, 93 sonrasında ise İslam karşıtlığını merkeze alarak Genelkurmay emrinde çalışmayı kabul eden noktaya geldi. Süreç içerisinde Ergenekon davasında görüldüğü gibi darbeci yapılanmanın merkezine kadar gidebildi. Israrlı siyaseti bir anlamda sonuç verdi ve kanlı bıçaklı olduğu Türkiye solunun diğer unsurlarını Ergenekon-Balyoz davasında yanına çekmeyi başardı. Diğer bir başarısı ise Türkiye’de siyasal-sosyal gelişmeler, özellikle de Müslümanların merkezinde olduğu yerel ve küresel gelişmelerle ilgili tahlil, çözümleme ve analizlerinin kısa sürede piyasada yer tutabilmesidir. Benzer bir başarıyı solun diğer dinamik unsurlarından TKP’de görmek mümkün. Hemen her olayda gerçeklikten uzak, fabrikasyon mahsulü “çözümlemeler” somut olgunun somut tahlili ve sınıfsal gerçekliğe uygun biçimde halkın önüne servis ediliyor.

Bir Tutam Direniş Bir Yığın Edebiyat

Darbeye karşı duruşunu ortaya koyan Emek Partisi ve Halk Cephesi ise pratikte eylemlilikler ortaya koymadan, söylem düzeyini çok da fazla aşmadan süreci tamamladılar. Eylemlilik açısından bakıldığında ise İstanbul Üniversitesinde Rektör Alemdaroğlu’nun sakallı ve uzun saçlıları okula almaması üzerinden biraz da doğal bir şekilde başlayan eylemde sol-sosyalistler de yer aldı. Öncülüğünü Müslüman öğrencilerin yaptığı bu eylemlere sadece sol-sosyalistler değil milliyetçi-ülkücü öğrencilerin de çok daha yoğun bir katılımla katıldığını belirtmek gerek. Müslüman öğrencilerin organize ettiği Beyazıt’tan Cerrahpaşa Tıp Fakültesine yürüyüşüne de Halk Cephesinin Grup Yorum üzerinden sadece bir günlük sembolik desteği söz konusu idi.

28 Şubat darbesinden sonra Atatürkçü Düşünce Derneği, Türk Solu Dergisi, ÇYDD gibi oluşumlarla birlikte doğrudan Kemalist unsurların oluşmasından önce gençlik ve dinamik ihtiyacının sol-sosyalist unsurlar üzerinden karşılandığını belirtmemiz gerekiyor.

Egemenlerin belirli olay ve durumları bahane ederek Müslümanları toptan mahkûm etme amaçlı kullandığı olaylardan biri de 17 Ocak 2000 Beykoz operasyonudur. Bu olaydan sonra DHKP-C’ye ait Kurtuluş dergisi “Şeriatçıların Tarihi Kullanılmanın Tarihidir!” başlıklı özel bir ek ile çıkmıştır. Bu yaklaşım solun son tahlilde düzen-İslamcılar savaşına bakıştaki çarpıklığını gösteren somut bir örnektir. Kabul etmek gerekir ki, Müslümanların darbe karşıtı zemini güçlendirme, genişletme ve sol-sosyalist damardaki İslam karşıtlığını zayıflatma girişimlerinin çok da başarılı olamadığını bahsedilen süreçlerdeki örnekler yeterince ortaya çıkarmıştır.

Oligarşinin F Tiplerine Muhalefet

Hukuksuzluğun her alanda yoğun bir şekilde uygulandığı 28 Şubat darbe sürecinde cezaevleri F Tipleri ile gündeme gelirken, öncülüğünü DHKP-C’nin yaptığı sol hareketler açlık grevi ve ölüm oruçlarıyla eylemlere başladılar. Birçok eylemcinin hayatını kaybettiği ölüm oruçlarına sol kesimde TKP örgütsel fırsatçılıkla; F Tipleri ile birlikte “devrimci demokrasi mücadelesi” yönteminin bitmesinin başlangıcı ve bundan sonra “sosyalizmcilerin” yani kendi yöntemlerinin başlayacağını sevinç çığlıkları atarak duyururken, ÖDP ise F Tipi protesto eylemlerine katılan yönetici ve üyelerini partiden ihraç ile meşguldü. Türkiyeli Müslümanlar içerisinden Haksöz ve Özgür-Der çevresi ise başından itibaren F Tipi cezaevlerine karşı net bir tavır aldı. Bunun öncelikli iki nedeni vardı: İlki Kemalist yargı sisteminin işleyişindeki çarpıklık ve cezaevlerindekilere insani olmayan muamelenin reva görülmesiydi. İkincisiyse cezaevlerinde çok sayıda Müslümanın bulunması gerçeği idi.

Haksız ve hukuksuz yargılamalarla ve zor koşullarda kalan Müslümanların F Tipi gibi zindan içinde zindan şartlarına sessiz kalmak kardeşlik hukukuna uygun bir tavır olamazdı. Öte yandan ülkede darbe koşulları bulunmakta, askerî vesayet her alanda kendini hissettirecek yoğunlukta baskın idi. Dolayısıyla F Tipine karşı çıkış aynı zamanda darbeye karşı çıkış idi. Aynı şekilde hangi ideolojik çevreden ve örgütten olursa olsun ölüm orucunda insanların ölmesine F Tipi cezaevlerini protesto eylemlerinde insanların katledilmesine sessiz kalmak Müslümanların adil şahitlik vasfına aykırı davranmak olurdu. Neticede şunu belirtmekte yarar var ki, F Tipi cezaevlerinde daha fazla insanın hayatını kaybetmesinin önlenmesinde bu Müslümanların ciddi çabaları bulunmaktadır.

Emperyalist İşgale Karşı Mücadele Örneği

2001’de başlayan Afganistan işgali karşısında ise çok cılız tepkiler ortaya koyan sol-sosyalistler, “gerici” Taliban’ın devrilmiş olmasına çok da üzülmemiş olacaklar ki, emperyalist saldırganlığı es geçtiler. 2003’te başlayan Irak işgali ise farklı bir sürece işaret ediyordu. İktidarda İslamcı damarın içinden çıkmış insanların oluşturduğu AK Parti bulunurken sol-sosyalistler ilk günden itibaren yoğun bir muhalefet içerisinde oldular. Topraklarımızın emperyalistler tarafından işgal edilmesini kabul etmeyen sınırlı sayıda İslami çevre ile başlatılan girişimler süreç içerisinde sol-sosyalist çevrelerle ortak eylemlilik zeminleri oluşturdu. Ve nihayetinde içinde Özgür-Der’in de bulunduğu çoğunluğunu sol-sosyalist çevrenin oluşturduğu “Irak’ta Savaşa Hayır Koalisyonu” başta tezkerenin geçmesini engellemeye dönük olmak üzere birçok etkinliğe imza attı. Aynı kaygılarla İslami çevrelerden kurumların katılımıyla “Irak’ta Savaşa ve İşgale Hayır Platformu” kuruldu. Özgür-Der’in sol-sosyalistlerle bu süreçteki eylem birlikteliğinin anlamı çok açıktı: İslam coğrafyasının işgal edilmesinin ve Müslüman bir halkın katledilmesinin önüne geçmek. Irak tezkeresinin onaylanması halinde oraya gidecek askerin öldüreceği bir Iraklı Müslümanın vebalinin ağır olduğu gerçeğinden hareketle kesin ve net bir şekilde tavır alındı. Tıpkı bugün Suriye’de Müslümanları katleden İran rejimine ve Hizbullah örgütüne karşı çıkıldığı gibi.

İlke gayet net: Stratejik hesaplar, ulusal çıkarlar, mezhebî aşırılıklar adına bir Müslümanın öldürülmesi asla onaylanamaz. Bu perspektif İslam akaidi açısından kişinin ahiretini belirleyecek derecede önemli bir olaydır. Onun içindir ki, pasifizmi adeta ilke, kimlik edinmiş, kıyamet kopsa umurunda olmayanların oturdukları yerden “Dün siz böyle yapmıştınız, şunlarla eylem yapmamış mıydınız?” şeklindeki sözleri çok da fazla bir şey ifade etmiyor. Çünkü işgale ve tezkereye karşı çıkan Müslümanlar sağlarına baktıklarında bir iki, sollarına baktıklarında bir iki kişiden fazla kimse mi gördüler? Ortada dinamik, her ne olursa olsun tezkerenin onaylanmaması için çalışan yığınla cemaat, vakıf, dernek, hareket mi vardı? O dönem çalışıp uğraşan Müslümanların bütün dertleri Irak’ın işgal edilmesine karşı çıkmak ve Türkiye’nin de bu işgale ortak olmasını engellemekti. Dolayısıyla ilkelere bağlı kalındığı müddetçe farklı düşünce ve ideolojilere mensup gruplarla eylem birlikteliğinde sorun görülmemişti. Ki, bu ilke bugün için de geçerlidir. Müslümanların sahip olması gereken ilkelerden ödün vermemek ön şart iken diğer unsur ise doğru zamanda, doğru kişilerle ve doğru üslupla doğru konuyu gündemleştirme çabasıdır. Müslümanların katledilmelerini engelleme perspektifiyle özünde İslam dışı unsurlarla ama İslami kimlikten ödün vermeden eylem birlikteliği içerisinde olunan Irak eylemleri bunu ifade etmektedir. O zaman da platformlarda muhatap sol-sosyalist unsurların pek çoğunun İslam’a ve Müslümanlara karşı derin önyargılara sahip oldukları biliniyordu ama aynı çevrelerin o anda Müslümanların topraklarının işgal edilmesine, katledilmelerine karşı çıkmaları olumlu bir atmosfer oluşturmaktaydı. Değil mi ki, Kur’an ve sahih sünnet muhatapta iyiliğin çoğalmasını teşvik eder, kötülükte derinleşmeyi ise yasaklar.

Sol-sosyalistlerle yapılan platform ve eylem birlikteliğinin içeriği ise başlı başına önemli bir örnekliktir. Liberal ve sol kimlikler karşısında kompleksi, ezikliği genel tavır olarak benimsemiş muhafazakâr, dindar, İslami çevrelerdeki genel yanlış tutumun aksine Allah’ın da yardımıyla İslam’ın izzetini taşıma sorumluluğu içerisinde olundu. İslam’a ve Müslümanlara yönelik tahkir edici, yok sayıcı hiçbir tavra müsaade edilmedi. “40 sol kuruluşa karşı bir Özgür-Der’in oyu eşit” perspektifiyle bütün eylemlerde Müslümanları da temsilen ya bir konuşmacı ya da onları ifade edecek ortak bir bildiri ve slogan oldu. Yani bütün sol gruplar adına bir ya da iki konuşmacı olduysa diğer konuşmacı Müslümanlardan oldu hep. TKP gibi İslam düşmanlığında azılı unsurların sataşmaları, basitlikleri karşısında vakarlı davranıldı. Platform toplantılarında Pir Sultan Abdal Alevi Dernekleri gibi oluşumların Sivas olayları üzerinden Müslümanlara yönelik söylemlerine net bir şekilde tavır konuldu. AK Parti’ye ve Erdoğan’a yönelik “Sermayenin İmamı Kaça Sattın Bu Halkı?” gibi sloganlarına ya yerinde itirazlar yapıldı ya da eylem alanında karşı sloganla cevap verildi.

Bir Kindarlığın Dışavurumu ve AK Parti İktidarı

“Savaşa ve İşgale Hayır Platformu” ile ‘-“Irak’ta Savaşa Hayır Koordinasyonu” gibi platformların eylem ve etkinliklerinin de büyük oranda katkısıyla tezkere reddedildi. Platformların etkinlik kapasitesi süreç içerisinde zayıfladı. Aynı dönemde oligarşinin temsilcileri iktidardaki AK Parti’yi devirmek için seferberlik hareketine geçtiler. Her yönden tam saha saldıran statüko güçlerine bulundukları bütün zeminlerde tutundukları militan tavırla sol-sosyalistler her daim taze kan pompalıyordu. Demokrat Parti dönemi, 1963 sonrası AP iktidarı, Özal iktidarı, Refah Partisi iktidarında yapılan muhalefet aynı taktiklerle devreye sokuldu. Üniversite gençliği, medya, yargı, sivil ve askerî güçler topyekûn zinde bir şekilde sahaya inip mücadele edecek ve iktidarı felç edecek sonuçlar almaya çalışacaktı. Hükümet birçok açıdan zor durumlara düşmesine rağmen girdiği seçimlerden aldığı halk desteğini artırırken AB reformlarıyla da hamleleri boşa çıkartma taktiğini uyguladı. Aynı dönemde üst üste birkaç darbe teşebbüsü de boşa çıkarıldı. 2003-2007 arası dönem iktidar uygulamaları ülkedeki genel özgürlük koşullarıyla alakalı önemli değişiklikleri ifade ederken Müslümanların taleplerinin ya da karşılaştıkları sıkıntıların giderilmesi noktasında çoğunlukla geçiştirildikleri bir dönem oldu. Buna rağmen sol-sosyalist unsurlar gerek eylemleriyle gerekse de medyadaki etkin güçleriyle “memleketin dincileşmesine karşı halkı uyanık tutma devrimci görevini” yaptılar.

Türkiye’de muhalif tüm kesimlerin başının belası olan düşünce, ifade ve örgütlenme özgürlüğünün önündeki engellerin kalkması; muhalifleri ezme, sindirme, yıldırma amaçlı sistematik uygulamalardan vazgeçilmesi ve bunlarla ilgili yasal düzenlemelerin yapılması önemli bir kazanım olmasına rağmen sol-sosyalistler hiçbir şey olmamış gibi davranmayı becerebildiler. Laik Kemalist düzenin sistematik işkence uygulamalarına son verilmesi muhalif örgütler ve hassaten radikal sol hareketler açısından çok önemli olmasına rağmen bu önemli gelişme dahi yok sayıldı. Bu durum da muhalif olmakla gerçekleri yok sayan, adaletten, insaftan uzak dogmatik yaklaşımı sol-sosyalistlerin birbirine karıştırdığı anlamına gelir.

Sol-sosyalistler açısından çelişki ve tutarsızlıklar bataklığında debelenmek kesmemiş olacak ki, cümbür cemaat dört gözle Türkiye tarihinin en önemli çatışması olan Ergenekon-Balyoz süreci beklenmeye başlandı. Kontrgerilla, JİTEM, derin devlet, darbe, oligarşi, genelkurmay cumhuriyeti, faili meçhuller, gözaltında kayıplar, Veli Küçük, Susurluk, medya-yargı-asker üçgeni vs. ifadelerini yıllarca dillerinden düşürmeyen sol-sosyalistlerin haliyle Ergenekon sürecini desteklemesi bekleniyordu ama ne gezer! Esaslı bir kavgada, savaşın en kızıştığı anda saf değiştirip karşı cepheye geçen ve geçtiğinde de aslında başından beri onlarla olduğu mesajını veren örnekte olduğu gibi sol-sosyalistler inanılmaz bir pişkinlikle siyasal iktidar açısından büyük bir risk içeren Ergenekon operasyonlarını itibarsızlaştırma ve çarpıtma tavrını tercih ettiler.

İştah Açan Mitingler, Öncü Bekleyen Kitleler   

Muhalif cephede esas kırılmayı sol-sosyalistler gerçekleştirdi. Oligarşi ile hesaplaşanların İslamcı kökenli olması sistem tahlillerinde inanılmaz bir tornistana sebep oldu. Bir de tam o zamanda sol-sosyalistlerin iştahını kabartan Cumhuriyet Mitinglerinin yapılması tam da tüy dikti. Kitlesel açıdan yoğun ve dinamik geçen Cumhuriyet Mitingleri olgucu sola devrim için gerekli kitlenin nerede olduğunu gösterirken bundan sonrası bu kitleye nasıl önderlik edileceği sorusuna cevap aramakla geçti. Tandoğan, Çağlayan ve Gündoğdu mitinglerinin ardından Manisa ve Çanakkale bayrak mitinglerinin de gerçekleşmesi sol içinde “14 Nisan solculuğu” tartışması başlattı. 27 Nisan e-muhtırası sonrasında ise bazı sol çevreler açık bir şekilde muhtıradan yana tavır alarak “Türkiye Cumhuriyeti döneminde elde edilen toplumsal kazanımları reddeden ya da küçümseyen bir solculuk anlayışını dışladıklarını” ifade ederek Kemalist nimetlere şükranlarını ifade ederken TKP tarafından TSK içinde küçümsenmeyecek bir yurtsever ve aydınlanmacı birikimin bulunduğu açıklamaları yapılıyordu. Sol-sosyalistlerin kontrolündeki İstanbul Tabip Odası, İstanbul Diş Hekimleri Odası, İstanbul Eczacı Odası, İstanbul Veteriner Hekimler Odası, İstanbul Tabip Odası gibi meslek odaları laikliğin korunması çağrısıyla Çağlayan mitingine davette bulunabildiler. İki partinin kapatılmasına gerekçe olan başörtüsü yasağını suni bir gündem olarak değerlendiren sol-sosyalistler ortada bir çatışma olmadığına inandırmaya çalıştılar. “Türbanın” arkasındaki fikrî ve ideolojik duruşun, hemen tüm kurumlarda tarikatların ve gericiliğin hâkimiyetini öne çıkaran bir nitelik taşıdığı için, bu tarihsel kesitte öne çıkarılan bu simgenin gericiliğe hizmet ettiğini, onu güçlendirdiğini onun için sahte özgürlük tuzağına düşülmemesi gerektiğini söyleyebildiler.

Türkiye tahlillerinde iktidarla statüko güçleri arasındaki çatışmanın suni olduğunu iddia eden sol-sosyalist “devrimciler” her ne hikmetse hemen devamındaki tahlillerinde ülkede gericiliğin, şeriatçılığın tırmanışa geçtiğini, Kemalist kadroların tasfiye edildiğini dolayısıyla bundan sonra İslamcılığa karşı mücadele edilmesi gerektiğini iddia edebiliyorlardı. Öte yandan Kürt sorunundan faili meçhullere, düşünce özgürlüğünden insan hakları ihlallerine, askerî vesayetten sosyal adaletsizliğe kadar solun gündemindeki konularda köklü değişimlerin meydana gelmesi sol travmaya da yol açtı. Netice-i kelamda savunulacak tek sığınak olarak laik yaşam tarzı olarak belirlendi ve içki, kürtaj, eşcinsellik vs. her türlü ahlaksızlık için tam saha mücadele verilmeye çalışıldı. Bu durum aynı zamanda Türkiye’de muhalif cephenin bir tarafını oluşturan sol-sosyalist insan tipinin ahlaki kalibresinin düşüklüğünü gözler önüne seriyordu. Halkın önünde içki içmeyen devrimciden elinde rakı şişesi eylem yapan solcuya, bir yabancılaşma ve kapitalist insan tipinin belirtisi olarak görülen eşcinselliğin Türkiye’de en büyük müdafii kesilmeye, devrimci ahlak ve ideolojiyi zaafa uğratan, çürüten bir unsur olarak görülen cinsel ahlaksızlığı savunma adına eylemler yapmaya vardırdı işi. Her şey İslam’a olan karşıtlık temelinde yeniden tanımlanıp sahiplenilmeye başlandı. Bir şeyin iyi olup olmamasını belirleyen şey için öncelikle İslam ve Müslümanların ne dediğiyle belirlenir oldu. Eğer İslam bir şeye iyi, güzel, hoş, ahlaklı diyorsa sol-sosyalist cenah için bu kötü, çirkin anlamına geliyor demektir. Bilinçli bir şekilde Allah’ın belirlediği, sınırlarını çizdiği ahlak kurallarını yok sayan, çiğneyen, aşağılayan kürtaj ve cinsellik eylemlerini en aşağılık bir şekilde icra etmeyi becerebildiler.

Baas-Kemalizm Sarkacında Şebbihalık

Bütün bir İslam ve Müslümanlık karşıtı süreci tamamlayan olay ise Suriye direnişiyle mümkün oldu. Hak, adalet, diktatörlük, özgürlük vb. kavramları yıllarca adeta tekelinde imiş gibi kullanan sol-sosyalistler Suriye halkının 3 yıllık özgürlük mücadelesine ilk günden itibaren düşman kesildiler. Direnişi desteklemediler demiyoruz, direnişe düşman kesildiler diyoruz. Türkiye’de Suriyeli Müslümanlar aleyhine yapılan bütün eylemlere imza attılar, yayın organlarında, televizyon ekranlarında sistematik bir şekilde muhalifler hakkında tamamen uydurma, yalan, iftiraları ısrarlı bir şekilde sürekli olarak dillendirdiler. AK Parti hükümetinin Suriye direnişine olan desteğinin kesilmesi için ülke içinde her türlü provokatif eyleme imza attılar. Reyhanlı bombalamalarında olduğu gibi silahlı eylemler ve arkasında yapılan muhacirlere saldırı eylemleriyle tehlikeli provokasyonlara imza atmaktan çekinmediler. Hatta denilebilir ki, Gezi Parkı olaylarının en önemli saiklerinden biri de Baas diktasının yıkılması için uğraşan hükümetin aynı akıbete uğratılmasıdır. Kemalizm ve Baas arasında kurulan bu kader birliğinin tam orta yerinde bugün sol-sosyalistler yer almakta. Bu bağlamda onur sahibi her Müslüman bu düşmanlığın farkında olarak hareket eder. Hiçbir şey olmamış gibi davrananın neyine güvenilebilir ki?

Her şeyi basitleştirme, meseleler hakkında derinlemesine düşünmeden basit analojilerle hükme ve sonuca varma zaafı sol-sosyalistler meselesinin ele alınmasında da kendini gösteriyor. On yıllık AK Parti iktidarının bütün bir ülkede siyasetten ekonomiye, yargıdan orduya, kültürden eğitime, sermayeden medyaya kadar bütün alanlarda tek hâkim olduğu anlamına geldiğini varsayan bazı kimseler etkili ve doğru bir muhalefet için sol muhalefeti gerekli görüyorlar. Kimi açıkça sola eklemlenerek bunu yapmayı benimserken kimisi de sol jargon, literatür, eylem ve tarz birlikteliğiyle bunun yapılmasını benimsiyor. Deniliyor ki, Türkiyeli Müslümanlar 50’lerde, 60’larda sağcı-muhafazakâr idiler, yıllarca sağcılık yaptılar, bugün de solcu olurlar, ne var bunda? Bu batıl bir kıyastır. Cumhuriyetin ilk dönemlerindeki ağır travmadan sonra ilk defa 50’lerde, 60’larda ortaya çıkmış dindar insanların kimliksel konumları geçiş dönemi zaafını taşıyordu. Bilinçlenme süreciyle birlikte sağcılık, solculuk gibi politik kimlik tercihlerini aşan İslamcı bir kimliğe ulaştılar. Dolayısıyla 2010’larda tekrar geri bir kimliğe dönme anlamında sağcılık-solculuk edebiyatı asla meşru değildir. İmandan sonra küfür ne kötü bir akıbettir!

Fransız Devriminden sonra ortaya çıkan sağ ve sol kavramlarının statüko ve değişimi temsil anlamında kullanılması, Türkiye’de ise dünyadakinin aksine İdris Küçükömer’in meşhur olmuş tasnifiyle solun statükoyu temsil etmesi ele almaya çalıştığımız konunun dışındadır.  İtirazımız, bu kavramların ne olduğundan çok İslam’ı bir yere yamalamaya çalışmayadır. Üstelik tarihsel süreçte yamalamaya çalışılan kavram ve kültürün İslam’ı yok etmeye çalışan pratik gerçekliğine rağmen. Basit 6. Filo edebiyatlarıyla Müslümanları kafalama çabaları beyhudedir. 1969’dan bugüne Türkiyeli Müslümanlar ve sol-sosyalistler arasında bir istatistik yapalım ve görelim bakalım Amerikan emperyalizmine karşı mücadelede kim daha fazla mücadele verdi? Sol-sosyalistler istiyorlarsa “şehit” listesine bakabilirler. Sorun paradigma meselesidir ve bu da öyle kolayca geçiştirilebilecek bir konu değildir. Nitekim komploculuktan ayrı olarak Gezi olaylarının da gösterdiği gibi Batı, hayat tarzı bağlamında ideolojik kulvar aynılığı içerisinde olduğu için sol-sosyalistlerin ve Kemalistlerin müşterek kalkışmasını destekledi. Daha önce de ifade ettiğimiz gibi Kemalist retorikle sol-sosyalist retoriğin ilericilik, bilimcilik, kalkınma, devletçilik, toplumculuk, laiklik, çağdaşlık gibi ortak kavramlara sahip olması tesadüf değildir.

Bırakınız felsefi açıdan bakmayı insani idealler açısından sola sempati ile bakan bir zihin dahi sorunludur, zaaflıdır. Marks’a ait tarihin finalinde ezenin ezilenin olmadığı sınıfsız bir toplum söylemi ya da adil ve özgür bir toplum idealinden yola çıkarak sola sempati ile bakmak kompleksli bir yaklaşımdır. Neticede felsefi ve siyasi görüşler, ideolojiler özellikle modern dönemde ortaya çıkanlar insanlık için iyi şeyler tasarladıklarını vazederler. Bu bağlamda bazı Müslümanların liberalizmin iddiaları karşısında teslim olması ya da liberalizmi İslam’a giydirmeye çalışması da kabul edilemez. Her açıdan ölümü gerçekleşmiş sol siyasetten medet ummak zavallılıktır. Sakalı çıkıyor diye bazen ölülerin yaşadığı zannedilir. Teorik yapısı ve tarihsel tecrübeyi göz ardı ederek ajitasyon-propaganda unsurlarına kanılarak kullanılan bir dil yanıltıcıdır, saptırıcıdır. Müslümanlar, AK Parti ya da kendilerinden varsaydıkları herhangi bir partinin iktidarında siyasi, sosyal, ekonomik, kültürel tasarruflarına hududullah çerçevesinde analiz, tanımlama ve konumlama yapabilirler. İslam’ın referansları neyin adalet neyin zulüm olduğunu ortaya koyabilecek yegâne mutlak paradigmadır. Müslümanlar muhalifliği de karşı duruşu da adil bir vasatı, toplumsal düzen ve işleyişi kendi referansları, kültürel kodları çevresinde temellendirip pratize edebilirler. Yeter ki, niyet halis olsun, kuşatıcı perspektif ve cemaat merkezli salih ameller olsun. 

BU SAYIDAKİ DİĞER YAZILAR